“Dünyada en kalıcı, en pandemik yani şu yalnız ve güzel yerküredeki herkesin sağlığını tehdit eden ve de bulaşıcı şey nedir?” diye sorsalar… Şiir ve güftesi o mıntıkadan şarkı derim.
Gönlüm öyle ister en azından. Zira hemen herkesin hayatından bir şiir, bir dize, bir güfte geçer.
Şiir dediysem… Elbette aşk şiirinden söz ediyorum. Şiirin başkenti aşktır. Aşk ve şiir de insanın sağlığını, “normal”ini öyle ya da böyle etkiler. Il Postino’da Pablo Neruda’nın dizelerini ödünç alan dışı değil içi güzel postacı Mario’nun adanın en güzel kızını baştan çıkarması ve müstakbel kayınvalidesinin kızına nasihati meseleyi gönlümden geçtiği gibi özetler: “Şiir tehlikelidir. Birisi sana kelimeleriyle dokunmaya başladıysa, elleri uzakta değildir…”
Hayatı boyunca uğradığı tek şiiri müsamerede ite kaka kekeleyen insan, âşık olduğunda şarkı sözlerindeki dizeleri fark eder, ezberler önce. Ardından mezhebine göre şiirlerden dizeler aktarır sevdiceğine… Hatta yazar-karalar-dizeler bir şeyler, “ödünç alır”. Behçet Necatigil’in “Gizli şiir (şair) sayısı, gizli işsiz sayısından aşağı değildir” demesi, boşuna değildir. Bir nesil “sepet sepet yumurta /sakın beni unutma”yla büyümüştür, herkesi aynı sepete koyduğunda…
Kafiyeyi atasözünde, küfürde, hamasette bile pek seven Tosun gibi ülkemizde -Can Yücel örneğinden hareketle- şairin yazmadığı, yanından bile geçmediği dizeleri, şiirleri onun imzasıyla piyasaya sürenler de mebzuldür. Bir ustanın referansıyla aşk olsun, torba tık dolsun… Lâkin bir şairin yazmadığı dizeleri onun şöhretini aşırarak sanal âleme sunmak, Il Postino’daki Mario’nun yaptığının tersi gibi gözükse de öyle değildir. Taklitlerinden -esefle, hiddetle- sakınmak gerekir.
Yükte de pahada da ağır
Aşk da, şiir de insanın “devlet dersi”ndeki müsamere ezberini bozuyor. O şiirin bazen güfte olup bir şarkıya yerleşmesi, o şarkının dünyanın hemen her ülkesinde kendi diliyle bir köşeye, bir mırıldanmaya, bir ıslığa yerleşmesi de cabası. Hayal edin…
Bir sevgiliye verilebilecek en büyük, en kıymetli hediye de ona yazılmış şiirdir ve bazen o sayede şarkıdır. Tüm dünyada her âşığın mırıldandığı, alıntıladığı bir şiiri, bir güfteyi onun avucuna kondurmaktır. Dünyayı dolaşan ve öznesi artık dünyanın bildiği o sevgili olan şiir, iki tarafa, yazana ve yazılana etkisiyle de kıyas kabul etmezdir. Yükte de pahada da ağır o hediyeyi sunanı da, alanı da dünya vatandaşı yapar.
Pahada ağırdır çünkü biriciktir. Yükte ağırdır… Zira o şiiri yazanın bindiği takside o şarkı çalarken “Ben o şiirin şairiyim” dememesi… Adına şiir yazılanın da “İşte o şiirdeki sevgili benim”i güç bela engellemesi, vakarını koruyabilmesi için öyle şiirlerdeki hayatın rahle-i tedrisinden geçmiş olması beklenir.
“Mutlu aşk yoktur”…
Seksen yıl önce bir şair bir kadının gözlerine şiir yazacak da, dünyada on milyonlarca insan o tasviri okuyup, fotoğrafından da olsa o kadının gözlerini görebilecek, o gözlere, şiirdeki o derinliğe dalabilecek desen… İnandırıcılığın, sermayen, şirketi kurabilmek için minibüsünü satan Steve Jobs’tan beter olurdu.
Tam 123 yıl önce, 3 Ekim 1897’de doğan Louis Aragon o şiiri yazdı… İlk kurşun kalem fabrikası, ilk daktiloyla aynı kuşaktandı. Kalemtraş, radyo, Daimler’in akaryakıtla çalışan ilk otomobilinin icadı onunla yaşıttı. O yazdı:
“Bir akşamüzeri kâinat parçalandı orta yerinden /her kurtulan çıktı, ateş yaktı üzerinde bir kayanın / gördüm denizin üzerinde ta karşıdan parlarken Elsa’nın /Gözleri Elsa’nın gözleri Elsa’nın gözleri…”
O gözlerle Paris’te sanatçıların, aşkların mekânı La Coupole’da karşılaştı şair Louis Aragon. Daldı, gitti… “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de /Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm” diyecekti, sonradan. “Hayatım seninle başladı” da diyecekti.
Ama Aragon’u dünya 1943’de yazdığı “Mutlu Aşk Yoktur” şiiriyle tanıdı. Aşk öyle, o veriyle başladığı için değil de öyle bittiği, geride kalanlar kendini herkes gibi tanımlayıp acısını hafifletebildiği, “dünyalı” olduğu için sevildi belki o şiiri. O şiirden bir yıl önce yazdığı Elsa’nın gözleri bir süre uvertür kaldı.
“Silahsız askerdir âşık”
Aşk öyleydi belki, insan öyleydi, dünya öyleydi… Belki ondan yakın geldi. Aragon o şiirinde, bazı duyguları yaşamak için mutluluğun şart olmadığını da anlatıyordu. Aşka giden yolun ille de aynı yerlerden, aynı patikalardan geçmediğini… Ve o şiiriyle aşka dair, çiftlere dair mutsuzluğun simyasını-kimyasını -kendince- satır satır özetliyordu: İnsan her şeyi elinde tutamazdı. Gücünü-güçsüzlüğünü, yüreğini… Ama aşk, doğası gereği “elinde tutma”, sahip olma güdüsüyle iç içeydi. Ona kollarını açtığında, aşkın mezarına dikilen bir haç gibi düşerdi önüne gölgesi. Sarıldığında, bağrına bastığında, kırardı bazen sevdiği şeyi. İçinde yaralı bir kuşa dönerdi sevgili… Aşk dolu ürperişini, nice pişmanlıkla öderdi. Bir gitar sesi duyduğunda, nice hıçkırıkla… Bir başka kadere kuşanan silahsız askere dönerdi âşık olduğunda insan. Ve vakit çok geçti artık, hayatı öğrenmek için. Öyle yazdı.
Aragon’un 1943 yılında yazdığı bu şiir, Elsa 1970 Haziran’ında öldüğünde yüzleşeceği “o an” ile ilgili bir sezgi, talihsiz bir kehanet miydi… Bilmiyorum. Ama o şiirin, Mutlu Aşk Yoktur’un son dizesinde Elsa’yla birlikteliğine atfen, “Böyledir ikimizin aşkı da…” ya da “bu aşk ikimizin, böyle de olsa…” yazdığını biliyoruz.
Defterin arasındaki liste…
Elsa 32 yaşındaydı Aragon’la evlendiğinde. 74 yaşında “yürek enfaktı”ndan ölene dek, 42 yıl onunla yaşadı. Öldükten sonra, ormanın içinde eski bir su değirmeninden restore edilen ve içini mimarlık okuyan Elsa’nın dekore ettiği evde yapayalnız kaldı Aragon: “Yalnız insan kayıp mektup /adresi mi yanlış, nedir /sevgiler der fırlatılır /kimbilir kim tarafından…”
Birlikte onca yıl yaşadıkları evde, o hayatın kalan izlerine, Elsa’nın çalışma masasına dokundu, çekmeceyi açtı. Çekmeceden bir defter çıktı. İçinde bir liste vardı; bir bölümü tanıdığı erkek isimlerinden oluşan upuzun bir liste… Elsa’nın kendisiyle beraberken birlikte olduğu ya da olmayı arzuladığı, hayal ettiği erkekler.
Elsa çocukluk yıllarında tuttuğu günlükte, “çok büyük bir sevgi açlığı” hissettiğini yazmıştı. Yıllar sonra “Mahrem Yazılar” adıyla yayınlanan günlüğünde, “Herkes beni sevsin, tüm erkekler bana hayran olsun istiyorum” cümlesi de vardı. Beyaz At romanının uçarı, efsane kahramanı Michelle’e de özlediği o şarkıyı söyletmişti: “Bir tek sokak vardır bütün şehirde /Bütün şehirde bir tek ev vardır /Ve bir tek kadın bütün Paris’te /Çılgınlığımın bir tek nedeni vardır”… Herkes için biricik olma tutkusuydu belki içini kemiren. Belki koyu mutsuzluğuydu; “Yazar değilim ben, mutsuzluğunu yazan mutsuz bir kadınım sadece”… Belki hiç bilemeyeceğimiz, sapa bir patikaydı yürüdüğü…
O defteri okuduğunda Aragon için o an yine “kâinat parçalandı, paramparça oldu orta yerinden”… Ve belki yine şöminedeki ateşin içinden parladı; “gözleri Elsa’nın gözleri Elsa’nın gözleri…” Hepsi, belkiler… Belki belki… Uzaktan izlediğimiz hatta öylesine duyduğumuz bir ilişkinin ardından -fütursuzca- üretmeyi, fısıldamayı çok sevdiğimiz, o mahrem “belki”ler.
O belkilere verdikleri yanıt ise, o değirmenin bahçesinde şimdi birlikte yattıkları mezarın taşında yazılı:
“Ölüler savunmasızdır. Ama umut ediyoruz ki, kitaplarımız bizi savunacaktır…”
BİR ROMAN/BİR PARAGRAF
“Hiçbir tasarımım yok, evet. Çünkü hiçbir zaman, bu dünyada her şeyin geçici ve çabucak kırılıp parçalanmaya mahkûm olduğu düşüncesinden kurtulamıyorum. (…)
Birer uyurgezersiniz sizler, diyordu Michel. Edebiyatınız da, sokaklarınız da uyurgezer dolu. Neyin etkisi altında hareket ettiğinizi bilemiyorum bir türlü… Alınyazısının etkisi altında belki. Ama kaderinizin gelişmesinde hiçbir payınız yok gibime geliyor. Hani birtakım serseriler vardır, hareket halindeki trenlere atlarlar, marşandiz vagonlarına… Kitaplarda, filmlerde ve hayatta hep aynı şekilde geçiyor işleriniz. Nereye gittiğini bilmeden atlıyorsunuz trene. Dikkat edin: Şahsen ben de öyle yapıyorum; yalnız ben, hoşuma gittiği için yapıyorum bunu, böyle yapmayı seçtiğim için.
– Hiç de o kadar düşünüp taşınan bir kimse hâli yok sizde.
– Evet ama bu, hoşuma giden şeyi bilmek için düşünmek ihtiyacı duymamamdan ileri geliyor.” Elsa Triolet, Beyaz At.