17 yaşında örtündüğümde fiilen “dindar kadınlar” kategorisine dahil oldum. Tabii o zamanlar bu kavram kullanılmazdı pek, başka etiketler vardı. İlk önce “başörtülü” ya da dini terminolojiye daha hakim kesimlerin gözünde “tesettürlü” kızlardık. İlk yasaklar 1982’de geldi, ama çok ısrarcı olmadıkları için bir iki hafta derslere girmedik ve konu kapandı. Sonra 1985’te tekrar yasak geldi, gene derslere girmedik, bir yandan da arkadaşlar YÖK başkanı İhsan Doğramacı’yla, siyasetçilerle görüşüp yasakların uygulanmaması için destek almaya çalışıyorlardı. Ülkücü arkadaşlar Alparslan Türkeş’le görüşmüşlerdi ama kendisi bırakın destek olmayı, bu işten vazgeçmelerini emretmişti. Fakat -Allah razı olsun- o arkadaşlar kendi aralarında sözleşip bunu hiç kimseye duyurmadılar ve yine bir iki haftalık boykottan sonra iş gevşedi ve derslere girip mezun olabildik.
Başörtülerimizi böyle yasaklarla çıkarttıramayacaklarını anlayınca, bir ara formül ürettiler: “türban”. Hiç unutmuyorum, koskoca rektör bizi ikna etmek için fakülteye gelip büyük anfide bir toplantı yapmıştı, ancak türban modern yaşlı kadınların kullandığı bir aksesuar olduğu ve boynu kapatmadığı için biz gene ikna olmadık, ama YÖK’ten bir “türban” genelgesi çıktı ve böylece bir ara çözüm üretilmiş oldu.
İlahiyat fakültesinde okurken, gerek okulun katı erkek egemen yapısı, gerekse başörtülü olmanın yarattığı prosedürel engeller yüzünden çok sevdiğim okulumda bir akademisyen olarak devam etmeyi hayal bile edememiştim. O yıllarda bugün Temel İslam Bilimleri diye andığımız kürsülerin hiçbirinde kadın asistan ya da hoca yoktu. Ancak başı açık, ya da başını açmayı kabul eden arkadaşlarımızın girebildiği, Din sosyolojisi, Din psikolojisi, Din eğitimi ve İslam Tarihi kürsülerinde birkaç kadın akademisyen vardı, o kadar…
İlahiyat fakültesinin ortamını önceki bir yazımda anlatmıştım, bayağı hengâmeli bir ortamdı. Bu ortamda “makbul kadınlık” sessiz bir hayalet olmak anlamına geliyordu. Derslerde arka sıralara oturup gözlerden uzak olacaksın, hiç konuşmayıp sesini bile duyurmayacaksın, koridorlarda fazla dolaşmayacaksın, erkeklerle arkadaşlık etmeyeceksin, kalın örtülerin ve sessizlik duvarının arkasına gizlenmiş bir siluet olarak varla yok arasında bir gölge gibi geçip gideceksin.
Bu sadece bizim fakültede böyle değildi, neredeyse tüm dini ortamlarda makbul kadınlık böyle icra ediliyordu. Bu yüzden, pek çok toplantı, konferans duyurusunda “Hanımlar için yer ayrılmıştır” ibaresini okurdunuz. O toplantılarda ana mekân erkeklere tahsis edilmiş olurdu, kadınlar ise yine kenarda köşede ya da balkonda, hatta bazen sesin ulaştırıldığı başka bir odada kendilerine ayrılmış yerlere birer suçlu gibi otururdu. Hatta bir ara, “şanlı ecdadımız nüfus memurlarına bile ‘avret’ diye kadınların isimlerini söylemezlerdi” diye bir söylenti çıkmıştı da nikah davetiyelerine kadınların isimleri baş harf ve nokta şeklinde yazılır olmuştu. Tek tük gazetelerde köşe yazan, sayfa hazırlayan kadınların isimleri eğer müstear değilse, bazı çok bilmişler tarafından takvalı olmamakla, isimlerini “teşhir etmek”le suçlanırlardı. O dönem revaçta olan vaizlerin kasetleri, gazetecilerin köşe yazıları kadınlardan bedenlerini ve ruhlarını kocalarına, evlerine ve gerekiyorsa tabii ki kocalarının ailelerine adamalarını buyururlardı: “Varlığım kocamın ve sülalesinin varlığına armağan olsun! Ne mutlu Müslüman kadınım diyene…”
İşin garibi, bizler daha sonra alternatif yorumları duyana kadar, Allah adına, peygamber adına, din adına kulağımıza her gün boca edilen bu sözlerin yanlış olabileceğini hiç aklımıza getirmezdik. Bütün bu kurgunun, erkeklerin kadınlara üstünlüğü düşüncesini ve buna dayalı tahakkümü iştahla benimsemiş alimlerin, hocaların manipüle edilmiş/daraltılmış/çarpıtılmış/istismar edilmiş bir hüküm çıkarma yöntemiyle dine mal ettiği fikirler olduğunu da bilemezdik. Velhasıl, o yıllar Milan Kundera’nın söyleyişiyle “varolmanın dayanılmaz hafifliği”ne inat, “varolmanın dayanılmaz suskunluğu ve ağırlığı” altında geçen yıllar oldu. Bu zulmü üreten, devam ettiren, destekleyen sağ ya da ölü, hiç kimseye hakkımı helal etmiyorum ve ahirette hesaplaşmayı umuyorum.
Ancak sözün burasında, kadınları kendilerine eşit arkadaşlar olarak gören ve benim üzerime çöken o ağırlığı kaldırmamda etkili olan iki küçük grubu da anmak istiyorum. Bunlardan biri rahmetli Ercüment Özkan’ın liderliğini yaptığı İktibas camiasıydı ki bu grup, kadınları erkeklerden ayırmayan, onları tüm faaliyetlerine katan, söz hakkı veren, kamusal alanda erkeklerle eşit gören bir anlayışa sahipti. Diğeri ise “mealciler” diye anılan gruptu, burada da kadınlar bayağı etkin ve söz sahibiydiler. Çoğunluğa göre marjinal ve azınlıktılar, fakat cürümlerinden fazla yer yakma başarısını gösterdiler. Bu gruplardan arkadaşlar tanıdım, bana çok katkıları oldu, bütün görüşlerine katılmasam da içine girdiğim görünmez hapishaneden çıkmama yardımcı oldular, hepsine müteşekkirim, duacıyım.
Başımı örtmeden önce at kuyruklu bir kız öğrenci olarak liseye giderken, bir başörtüsünün hayatımı bu kadar belirleyeceğini asla bilemezdim. Bilseydim örtünür müydüm, yoksa namazlı niyazlı mazbut bir kız olarak akademisyenlik sevdamı önceler miydim, bilemiyorum. Ancak bir kere örtmüştüm artık ve birilerinin zoruyla açmaya da hiç niyetim yoktu. Kendi okulumla ilgili hayal bile kuramazken, 1986 yılında, ODTÜ Felsefe bölümünde master kazandım. Sözlü mülakatta hocalar başımı ne yapacağımı da sordular; açmayacağımı ancak genelge uyarınca türban takabileceğimi söyledim. Birincilikle kazandığım o bölümü maalesef daha sonra bırakmak zorunda kaldım, çünkü genelge olmasına rağmen, bundan habersiz görünen yönetici, hoca, kütüphane memuru, öğrenci tacizine; servise bindiğim andan itibaren başlayan gerginliğe bir dönemden fazla katlanamadım. O türbanlı halimle bir türlü “ODTÜ’nün muteber kadını” olamadım. Ama her krizde müdahale edip en azından 5 ay okula devam etmemi sağlayan hocam Teo Grünberg’i buradan saygıyla, minnetle anıyorum.
1980’lerin sonlarında, Turgut Özal siyasetinin yarattığı belki kısmî ama bizim için kısmîden epeyce fazla özgürleşme ortamında, A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde bir Fazlurrahman rüzgârı esmeye başladı. Amerika’da Fazlurrahman’ı tanımış, öğrencisi olmuş hocalarımız Bekir Demirkol ve Alpaslan Açıkgenç’in girişimiyle Fazlurrahman’ın kitapları, makaleleri Türkçeye çevrildi ve büyük bir tartışma ortamı doğdu. Hatta öyle ki, 1997’de, Tayyip Erdoğan’ın başkanı olduğu İstanbul Belediyesi’nin desteğiyle bütün dünyadan akademisyenlerin katılımıyla bir Fazlurrahman sempozyumu düzenlendi. Sempozyumun Türkiye ekibi içinde iki kadın vardı, biri ben, biri Fatma Ünsal. Sempozyumu haberleştiren Radikal gazetesi muhabiri, bizi dinleme gereği bile duymadan, hatta broşürdeki konu başlıklarımıza bile bakmadan şöyle yazmıştı (mealen): “Sempozyumun iki kadın konuşmacısı her zamanki gibi başörtüsü hakkında konuştular.”
Fazlurrahman’ın kitaplarıyla başlayan “İslam modernizmi ve tarihselcilik” tartışmaları, tabii ki “kadın” konusunu da içeriyordu. Fazlurrahman ayetlerin sadece lafzına değil, uzun erimli hedeflerine de bakılmasını istiyordu ve bu bağlamda kadın erkek eşitliğini sağlamak esasında Kur’an’a aykırı bir durum değil, bilakis Kur’an’ın gerçekleştirmek istediği bir hedefti. Bu yolda adımlar zaten Hz. Peygamber zamanında atılmıştı, ama Müslümanlar devamını getirme konusunda başarısız oldular, bugünün Müslümanları için ise bu bir görevdi.
Bu fikirler, bizim katı erkek egemen din anlayışına sahip hocalarımızı bir ölçüde yumuşattı, en azından ilahiyat camiasında kadınlarla ilgili bu fikirleri konuşulabilir hale getirdi. Bu gelişme sonucunda birkaç kadın fakültede yüksek lisans ve doktora çalışmalarına kabul edildik. Ben, çıktığımız bu yeni yolculuğun sonunda, yazdığım tezin içeriği ve yöntemsel yaklaşımım sebebiyle makbul kadınlığımı tamamen yitirerek, mecazen kötü yola düşmüş oldum. Bunun hikâyesini de gelecek hafta anlatacağım inşallah…