“O eski kadınları bilirsiniz /Keder basınca bilhassa hatırlanan…”
Cemal Süreya’nın beni götürdüğü yerde, hayatımdan gelen geçen, gelip de geçmeyen ya da çağına yetişemediğim eski fotoğraflarla, o eski kadınlarla dolu bir albüm buluyorum. Çoğu yüzünden, bedeninden önce bakışları yaşlanan kadınlar.
Fotoğrafına bazen çocukluğu, ilk gençliği sızsa da, objektife -istemeden- yakalanmış gibi. Eksik fotoğraflar; tebessümü eksik, hayatı, çocukluğu, gençliği eksik, mevsimleri ve hâlâ hürriyeti eksik. Tebessümü o ataerkil stüdyoya giremiyor, alınmıyor zaten. Belki sadece erkeklere mahsus kartpostallarda…
Bildiysen, tanıdıysan… Evet, keder basınca bilhassa hatırlıyorsun onları. Öylece duruyorlar fotoğrafta. Sabıka fotoğrafları gibi… Çehreleri, o fotoğrafa bakan herkesi borçlu, mahcup, vefasız, tedirgin kılıyor sanki. Kılmalı…
Bir de uzak bakışlı kadınlar var. Devrine, yaşadığı dönemin insanlarına, hatta zaman zaman kendine uzak düşen, yapayalnız kadınlar. Belli, her şeye, herkese biraz “yaban(cı)”… Eski ama bugün de öyle bakan, fotoğrafından hâlâ bakan, gözlerinden, dudaklarının kıvrımından kelimeleri okunan kadınlar. Öncü, asi ama belli kırılgan, hüzünlü…
Heykelin bedbaht tanrıçası Camille Claudel fotoğrafından öyle bakıyor bana. Lacivert olduğunu öğrendiğim gözlerinde, güzel yüzünde o uzak bakış, o küskün sitem, yorgun bir başkaldırı var. Yıllar süren müsâvatsız bir iç savaşta, “düş gücü, duygu, yenilik, beklenmedik bir zekânın ürünlerinden uzak, tıkanık kafaları, dar görüşleri ışığa sonsuza dek kapalı, kadın sanatçıyı sömüren, onu ölesiye ezen”lere (¹) esir düşen, hayata değil hayatsızlığa teslim olan kadının alabildiğine hüzünlü, küskün ama direnişçi bakışı…
Taştan insan figürleri…
Claudel’in hayatı, kadının yanısıra kadın emeğinin, yaratısının insafsızca sömürülmesinin de hikâyesi. Onun “taş”la mücadelesi, onu yontma, şekillendirme çabası da kadın mücadelesinin derin metaforlarından birisi gibi geliyor bana… Claudel kadına biçilen toplumsal role 150 yıl önce, çocukluğunda bile uymayı reddediyor, çamurdan, hamurdan, kanalizasyondan çıkardığı kilden, taştan insan figürleri yapıyor.
O dönemde kadınların Sanat Akademisi’ne girmesi yasakmış, kadının öyle şeylere merak sarması ayıpmış, uygunsuzmuş filan nafile. 17 yaşında Paris’e yerleşiyor. Ama erkeğin gölgesi yine peşinde. Onu bir yıl sonra Rodin’le yakalıyor. Rodin’in “erkekler atölyesi”nde, aşkın, gençliğinin hüsnü kabulündeki Claudel’in yaratılarının, emeğinin, yeteneğinin, varlığının sömürüldüğünü anlatıyor kaynaklar. Hatta bazıları Rodin’in eserlerini “Camille’den önce”, “Camille’den sonra” olarak ayırt ediyorlar: “Yalnız. Küçücük, mini minnacık kadın, ayağını beyaz mermere bastı ve işte o an tüm sayfa titredi”.
Claudel’in “sadece erkeklere mahsus” bir sanat dalındaki eserleri de o gölgede, o sert piyasadaki fısıltıların gürültüsünde kalıyor: “Rodin’in tarzından farklı bir şey yapması asla mümkün değil. Rodin yardım etmiş olmalı… Eh! Öğrencisi, sevgilisi zaten”… Kabul edildiği kadarıyla başarıları da “arkasında Rodin’in olmasına, o ‘dev’ desteğe” bağlanıyor tabii. Destek midir yoksa köstek mi, -ağırlığı ikinci şıktan yana olmak üzere- çok tartışılsa da…
Cinsel ve cinsiyetçi sansür
Claudel’in “çıplak figürlü” eserleri “cinsel”, varlığı “cinsiyetçi” sansürle kuşatılıyor. Ünlü “Bronz Vals” heykelini Kültür Bakanlığı’na satmak istiyor, lakin heykel çok beğenilmesine rağmen kadının boyu posu, erkeği kavrayışıyla “fazla eşitlikçi” bulunduğu sebebiyle geri çevriliyor. Onca zaman sonra iliştiği Ulusal Güzel Sanatlar Derneği de zaten “erkekler kulübü”.
On iki yıl sonra yaptırdığı kürtajın da sızısıyla ayrılıyor “kızıl sakalıyla bir cine benzettiği” Rodin’den. Lakin “kötü şöhreti”yle hiçbir yere sığamıyor, erkekler de, kadınlar da rahatsız varlığından. Claudel’in kendi kelimeleriyle yalnızlığı bile bir itham vesilesi: “Beni yalnız yaşamakla (ah dayanılmaz cinayet!) suçluyorlar…” (25 Şubat 1917) Maddi sıkıntıları sadece yoksullukla değil heykel üretmenin maliyetiyle de kuşatıyor sanatçılığını. Koyu yalnızlığın, “öteki”liğin de etkisiyle ruh sağlığı iyice bozuluyor. Ailesi ve Rodin’in de desteğiyle onu 1913’de akıl hastanesine kapatıyorlar. Erkek sanatçının “deli”sinin dâhi, aykırı, “zor” kadının ise sadece deli sayıldığı devirler. Yine güncel bir mevzu yani.
Ateşin yanında rüya
“Bir kadın oturmuş ateşi seyrediyor, biçare kız kardeşimin son heykellerinden birisinin konusu bu (“Ateşin yanında rüya” heykeli, 1902)… Ruhumu hatırladığım anlarda onu böyle canlandıracağım… Oturmuş ateşi seyrediyor. Kimsesi yok. Herkes ölmüş veya aynı şey…” Kardeşi Paul Claudel “La Rose et le Rosaire” kitabında Camille Claudel’i böyle tanımlıyor.
Claudel, hayatının tam 30 yılını Montfavet Avignon (Montdevergues) Akıl Hastanesi’nde geçiriyor. “Ateşi seyreden kadın”, o hastanede 19 Ekim 1943’de yapayalnız ölene kadar hep bir şöminenin, onun hatırlattığı sıcaklığın hasretini çekiyor. Orada o şömine, o sıcaklık yok zira: “Villeneuve’de şöminenin yanında olmayı öyle çok isterdim ki… Ama ne yazık ki olamayacak. Montdevergues’den hiç çıkamayacağım bu gidişle. İşler iyi gitmiyor…”
Hep çok üşüyor, ruhen de, bedenen de… Turgut Uyar’dan mülhem, çok üşüyor, hep üşüyor, üşümek bütün yaşadığı… Odasında hiçbir şey yok, mektubunda şöyle anlatıyor; “Ne pufla bir yorgan, ne bir temizlik tası, hiçbir şey… Çirkin bir oturak, çentik içinde çirkin bir demir yatak. Ben ki demir yataklardan nefret ederim… Gece boyunca tir tir titriyorum”…
“Avaz avaz özgürlük istediği” mektuplarında Akıl Hastanesi’nde yaşadığı ayazın sadece ruh üşümesi olmadığını defalarca görüyoruz: “Sana yazmakta çok geciktim, ama o kadar soğuktu ki zorlukla ayakta durabiliyordum. Herkesin oturduğu salonda yazamıyorum, küçücük bir ateş, büyük bir gürültü. İkinci kattaki odama çıkmak zorundayım, orası da o kadar soğuk ki parmaklarımın ucu uyuşuyor ve kalem tutamıyorum. Bütün kış ısınamadım, iliklerime kadar donuyorum, soğuk beni ikiye bölüyor. Çok nezle oldum. Dostlarımdan biri Fenelon Lisesi’nde öğretmenken kendini burada buluvermiş, yatağında soğuktan ölü bulundu. Dayanılır gibi değil. Montdevergues’in soğuğunu anlatamam. Ve yedi aydır tam anlamıyla sürüyor…” Mektubunun altına “Sürgündeki kızkardeşin C.” imzasını atıyor.
Yaşarken gömülen Lady Madeline
Oysa bütün istediği “sonsuza dek heykel yapmak…” Hayatı boyunca bu cümleyi kuran Claudel’e, heykel, hatta resim yapması bile yasaklanıyor. İnsansız, heykelsiz, 30 yıl… Mektubunda çığlık atıyor çifte yoksunluğu: “Bir insan dokunma duygusunu yitirdiğinde ölüyor biliyor musun? Yerine konulamayacak tek duygu bu: Dokunma…”
Soruyor biteviye, “Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”… “Heykel yaptın be kadın, elinin hamuruyla, kadın gözünle insan sureti yaptın. Daha ne yapacaksın?” derler şimdi değil mi… Kadına yasakken sanat akademisi, heykel filan, sanat yaptın. Taş olursun taş…
Egemen bir akıl hastalığını yansıtmayan, duygularını çarpıcı, düzgün, insanın içine vuran satırlarıyla net olarak anlatan mektuplarında umutsuzca özgürlüğünü istiyor hep. 30 yıl boyunca, her satırında… Kaynaklar, doktorlarının “düzenli olarak” Camile’in eve dönebileceğini belirtmesine rağmen başta annesi olmak üzere ailesinin bu öneriyi kabul etmediğini de yazıyor. “Dost”u, tek mektup arkadaşı Paul Claudel’in ablasını 30 yıl boyunca sadece yedi kez ziyaret ettiğini de öğreniyoruz. “Dört yılda bir” mi oluyor?
Ünlü Fransız besteci Claude Debussy onu “Camille ayakta, görünüşte sevecen ama hayaleti andırıyor. Siyahlar içinde, erkeksi, benzi soluk, mor halkalar, koyu giysilerinin içinde solgun, çok solgun” satırlarıyla tanımlıyor. Claudel’i Edgar Poe’nun “Usher Evinin Çöküşü” öyküsündeki Lady Madeline’e benzetiyor. Hekimlerin aciz kaldığı hastalığı nedeniyle ikiz erkek kardeşinin ve erkek arkadaşının şatonun bir zamanlar zindan olarak kullanılan mahzenine diri diri gömdüğü Madeline’e… Claudel’i de erkekler bir zindan mezarın, hatta yaşadığı yüzyılın içine diri diri gömüyor.
“Kendine ait” boş mezar
Erkeğin “sanat”ının kadını ezmesi, öldükten sonra da Claudel’in peşini bırakmıyor. Claudel’in eserleri üç yıl öncesine kadar Rodin Müzesi’nde ona ayrılan bir odada sergileniyor. Buyurun Rodin’in evinde, onun bodrumunda kendine ait bir oda! İyi ki şimdi o heykellerin yarısına yakını Paris’in güneydoğusunda küçük bir kasabada da olsa kendine ait bir müzede. Yazıktır ki o müze anca 2017 yılında, küçük bir kasabada kendine yer bulabiliyor.
Mezarı da hâlâ sürgünde, semti belli kendi kayıp… Zira öldüğünde üzerinde sadece bir haçla Montfavet Mezarlığı’nın akıl hastanesine ayrılan bölümüne gömülüyor. Cenazesine ne annesi, ne de kardeşleri, ne de bir “tanıdık” katılıyor. Bir rahip, iki rahibe… O kadar. Yine kimsesiz… Yıllar sonra mezarının nakledilmesi talebine Mezarlıklar Müdürlüğü şu karşılığı veriyor: “Sanatçı 21 Ekim 1943’de hastaneye ayrılan bölüme gömülmüştür ancak arazi istimlak edildiğinden mezarın kaybolduğunu size üzüntüyle bildiririz.” O kadar… Bedeni bulunamadığı için temsili, boş mezarında “Heykeltraş Camile Claudel Montdevergues’de 30 yıl alıkonduğu tutsaklığından sonra 21 Ekim 1943’de buraya gömüldü” yazıyor.
En büyük, en bencil, en hayal hayallerimden birisi, bahçemizde bir dolu insan figürlü heykelin olması. Bire bir boyutta, taş heykeller… Mutluluğu, hüznü, acıları, duygularıyla o “an”da donup kalmış ama zamanını, hayatını bugüne de taşıyan usta işi heykeller. Mevsimleri, gündüzü-geceyi, yağmur damlalarını onların yüzünden, siluetlerinden izlemeyi istiyorum. “Yıllar bir gözyaşı olup da kaymış /Bu eski heykelin yanaklarında. /Yapraktan saçını yerlere yaymış, /Sonbahar ağlıyor ayaklarında. /Süzüyor ufukta bir kızıl yeri /İçi karanlıkla dolu gözleri. /Alnında akşamın ince kederi, /Sessizliğin sırrı dudaklarında. (…) Bir ıssız bahçenin uzaklarında…” (²)
Hangisi hangisinin nedeni-sonucu bilemiyorum ama karşılaştığım heykellere, birebir insan figürlerine selam veresim gelir bazen. Çalıp bahçeye götüresim, “kaidesinden” azat edesim gelir. İlâhî hırsız gönül!
(¹) Camille Claudel’in mektuplarından aktarılan bölümler, Anne Delbee’nin “Bir Kadın” kitabından alınmıştır.
(²) Necip Fazıl Kısakürek, “Heykel”.
YAZI FOTOĞRAFI: Fotoğrafta sağ üstte Camille Claudel’in 1902’de yaptığı “Ateşin yanında rüya” heykeli. Sağ altta Rodin’in 1889’da yaptığı “Acı heykeli” olarak da tanınan “La Danaid” eseri. Yüzünü taşa gömen, omuzlarının, çıplak sırtının kaslarında sanki çektiği acının, gerginliğin, altına girdiği yükün ağırlığı hissedilen bir kadın.