[17 Ekim 2020] Yaklaşık üç haftadır yazmıyordum. İçimden gelmiyordu. Yeteri kadar yazmamış mıydım 13 yıldır (2007 sonbaharında Taraf çıkmaya başladıktan bu yana)? Bu ülkede artık ne yazılabilirdi ki? Ayrıca, yazmanın ne faydası vardı? Zaten son derece açık değil miydi? Böyle karamsarlıklar çökmüştü üzerime. Masama oturuyor, bilgisayarımı açıyor, derken yaşlanan ellerime bakıyor, hayatımın çeşitli faydasızlıklarını gözden geçiriyor; yetmiş küsur yılımın sadece 2002-2012 arası diliminde biraz olsun demokrasi gördüğümü, bir nebze ferahlayabildiğimi, ama onun da çok kısa sürdüğünü düşünüyordum.
Gene de bu havadayım; değişen çok bir şey yok. Ama bir yandan Anayasa Mahkemesi, diğer yandan Sağlık Bakanlığı, belki hâlâ söyleyecek iki çift sözüm olabileceğini hatırlattı. Dünkü yazımı tekrar okudum. Fazla erken bir noktada kestiğimi farkettim. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 14. Ağır Ceza Mahkemesi hakkında dört yıl önce söyledikleriyle başlamışım da, üç gün önce söyledikleriyle tamamlamamışım.
Zira henüz görmemişim o cümleleri. 14 Ekim’de gazetecilerin sorularını cevaplarken “demek ki yerel mahkemeler böyle adımlar atabiliyor” demiş Cumhurbaşkanı Erdoğan: “O tamamen yargının kendi içinde sürdürdüğü bir süreçtir. Geçmişte de bunun örneği Şahin Alpay ile ilgili vardı. Yerel mahkeme karar vermek suretiyle böyle bir adımı atmıştı, demek ki atabiliyor böyle bir adımı, yerel mahkeme bu kararı vermek suretiyle atabileceği bir adımı atmıştır.” Matematik ispatlarının sonuna yazıldığı gibi: QED. Quod Erat Demonstrandum. Kabaca “gösterilmek istenmiş olduğu gibi” anlamına gelir.
Fakat acaba öyle mi? Âşikâr ki bu sözler, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin AYM kararına uymamasını normalleştirmeye, kabul edilir kılmaya yönelik. Bakın gördünüz mü, yapmışlar, demek ki yapılabiliyormuş. Dün gece okuduğumda, iki şey geçti aklımdan. Birincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan bir bakıma kendi kafasında, kendi kendisiyle de konuşuyor gibi geldi. Dört yıl önceki sorusu veya tavsiyesine şimdi kendisi cevap veriyor. 2016 Şubat sonlarında (yukarıdaki başlık resminde, sol taraftaki haliyle)“Onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Direnseydi AYM’nin verdiği karar boşa çıkabilirdi” demişti. 14 Ekim 2020’de (yukarıda sağda gördüğünüz, şimdiki halinden gelen) yankısı “demek ki [yerel mahkeme] atabiliyor böyle bir adımı” şeklini alıyor.
Ancak ikincisi, burada büyük bir mantık sorunu yatıyor. Hukukta, siyasette, toplum hayatının her alanında, herhangi bir şeyin yapılmış, şu veya bu fiilin gerçekleşmiş olması, o fiilin kanun ve kurallar anlamında yapılabilir, yani caiz, yani meşru olması anlamına mı gelir? Bu açıdan, doğa yasaları ile insan yapımı yasalar arasında çok temel bir fark var kuşkusuz. Doğa yasaları nötrdür, objektiftir, bizim irademizden bağımsız olarak mevcuttur — ve ihlâl edilemez. Yerçekimi yasası, örneğin, uçağa binip uçtuğumuzda dahi mutlak surette geçerlidir. Yasayı ortadan kaldırmamış; sadece yerçekimi gücünü aşan bir gücü zıt yönde harekete geçirip yerçekimini bir süre altedebilmişizdir. Üstelik, bunu roket, uçak, helikopter gibi araçlar olmadan yapmaya kalkarsak, faraza bir gökdelenin tepesinden kendimizi boşluğa bıraktığımızda, derhal yere çakılırız. Bu, kollarımızı çırpıp uçmaya çalışma yasağını ihlâl edip cezasını çektiğimiz demek değildir. Yerçekimi yasasını ihlâl edemediğimiz anlamına gelir. İhlâl edebilseydik, işte bu noktada, bak, yapılabiliyormuş demek anlamlı olurdu. Ama pratikte hiç gelemeyiz oraya. Bak, yapılabiliyormuş diyemeyiz.
İnsanların koyduğu yasalar, yani hukuk, farklıdır bu açıdan. İnsan iradesinden bağımsız, nötr ve doğal bir ihlâl edilemezlik değildir söz konusu olan. Tersine, insanların koyduğu yasaklardan ibarettir. Yasa ve yasag aynı şeydir Orta Asya’da; yasa’nın işlevi yasag getirmektir. Peki bu yasaklar neden konur? Tam da, yasaklanan fiil kişi ve toplum hayatında pekâlâ yapılabilir olduğu için. Hırsızlık yasaklanır, çünkü pratikte mümkündür. Cinayet yasaklanır, çünkü pratikte mümkündür. Yolsuzluk yasaklanır, çünkü pratikte mümkündür. İşkence yasaklanır, çünkü pratikte mümkündür. Politikacıların mahkemeleri etkilemeye kalkışması yasaklanır, çünkü pratikte mümkündür. Anayasa ihlâl edilemez denir, çünkü ihlâli mümkündür. AYM kararlarına mutlak surette uyulacak denir, çünkü uyulmaması mümkündür (Şekil 1’de, yani yaşadıklarımızda görüldüğü gibi).
Tersten söyleyecek olursak, günümüzde hırsızlık, yolsuzluk, işkence, cinayet, cinsel tâciz ve kadına şiddet vb suçları için, nasıl bakın oluyor işte deyip bunların normalleştirilmesi (meşrulaştırılması, yasallaştırılması) yoluna gidilemezse, herhangi bir derece mahkemesinin AYM kararına uymayı reddetmesine de aynı şekilde, bakın yerel mahkeme bu adımı atmış, demek ki atılabiliyormuş… denemez. Yapılanın bu yolla normalize ve lejitimize edilmesi mümkün değildir.
Ortada bir kural, kanun, yasak vardır. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi uçmaya kalkıp da yere çakılmış değildir. Bu kural ve yasağa uymamıştır. Yaptığını bu şekilde yapabilmiştir. Yasal değildir. Açık bir yasa ve Anayasa ihlâli teşkil etmektedir. Müeyyidesi olmalı, cezası çekilebilmelidir.