Basın tarihimizin önemli ismi Ahmet İhsan, Bâbıâli Yokuşundan Portreler’de, Şemsettin Sami’den bahsederken fazlasıyla saygılıdır. Zaten genel olarak kadir kıymet bilen, üstatlar önünde eğilebilen, vefalı biridir. Hele ki bu üstatlar, ilme irfana ve memleketin büyük meselelerine kafa yormuş, bu uğurda hayatlarını geride tutabilmiş serdengeçtilerse büsbütün bir minnettarlık hissiyle kaleme alır yazdıklarını. Bu isimleri bulup ulaşmak, sohbetlerinde bulunmak, isimlerini duyurmak, toplumun geniş kesimlerine onları tanıtmak ister. Tam anlamıyla bir yayıncıdır! İçinde, güzel olan ne varsa karşı koyamadığı bir yayma ve aydınlatma baskısı taşır.
Şemsettin Sami de bu “çok muhterem” isimlerdendir. Lisanla uğraşmıştır, dilimiz için çabalamıştır. Malum olduğu üzere ilk Türkçe lügat onun sabırlı ve azimli çalışmalarının eseridir. Şemsettin Sami, hayatını bu uğurda okumakla, çalışmakla ve yazmakla geçirmiştir. Ahmet İhsan için pek çok benzerlerinde olduğu gibi tanışılması ve bütün memlekete ismi duyurulması gereken bir zat-ı muhteremdir. Fakat ilginç -ve de Ahmet İhsan’ı tanımamız için önemli- olan, hiç tanımadığı ve ortak bir dosta da sahip olmadığı bu kişinin kendisinden çok nerede nasıl çalıştığını merak etmesidir. Çalışan ve çalışkan insanlara hayrandır. Şöyle yazar: “1896’da Caddebostanı’nda kirayla bir evde oturuyordum. O ev, Şemsettin Sami merhumun yeni yaptırdığı ve Caddebostanı vapur iskelesi yanındaki kârgir köşküne yakındı. Bu komşuluktan istifade ederek kıymetli alimin çalışma odasını görmek istedim ve kendisine mektup yazdım.” (s.29).
Ahmet İhsan Cumhuriyet sonrası dönemde dil inkîlabı çalışmalarında yer alır. Bu süreçte Şemsettin Sami’nin çalışmaları oldukça yol gösterici olmuştur. Bu vesileyle onu sık sık hatırlar ve yâd eder: “İşte şimdi Türk dil inkılabının hazırlıklarında dahi Şemsettin Sami adı yeniden canlandı.” der ve ekler: “Çünkü ilim ve irfan için çalışanların adı asla ölmez.” (s.29). Öyle mi gerçekten?
Adını pek bilmesek de bu satırların yazarı Ahmet İhsan da aslına bakılırsa matbuat tarihimizin Şemsettin Sami’sidir. Mekteb-i Mülkiye’den mezun olmuş ama kolaylıkla açılacak devlet kapılarını çalmaktansa yayıncılığa soyunmuştur. Hem de henüz resimli baskı yapılamayan bir devirde, matbaa makineleri doğru dürüst yokken ve çalışanlarını bütünüyle kendisi yetiştirmek durumundayken. Ahmet İhsan gibi insanlar için böyle şeyler ne olursa olsun caydırıcı olamazlar çünkü bu tür kişiler emri bilemedikleri bir kaynaktan, iç hayatlarının ta derinliklerinden alırlar. İşin sonunu da çok düşünmezler belki, nereye varacağını ya da nerede duracağını…atılmak, hamle yapmak ve ileriye doğru var gücüyle gitmektir bütün arzu. Yaşanmaya değer bir hayat ancak böyle mümkündür çünkü!
Henüz Mülkiye sıralarındayken Jules Verne’in kitaplarını tercüme ederek atılır yayın hayatına. Jules Verne çevirmesinin özel bir nedeni yoktur. Fransızca öğrendiği, hocası Agâh Efendi bu kitaplardan okuyarak dersler yapmakta ve ona da okuması için vermektedir. Ahmet İhsan okurken tercüme etmeyi koyar kafasına. Yapar da! (Bu tür insanlar genellikle söylediklerini ya da düşünüp karar verdiklerini yaparlar çünkü!) Bunlar Türkçe’deki ilk Jules Verne çevirileri olacaktır. Geniş bir ilgi görür ve bu sayede Ahmet İhsan adının da duyulmasını sağlamış olur.
Kendi çevirilerini kendisi bastırmaktadır fakat devir, sansürler, ifade ve “kalem özgürlüğü”nün yerlerde gezdiği, fikrin ceza gördüğü, her farklı görüşün devleti yıkacağının düşünüldüğü Abdulhamid devridir. Devir, korkular, hafiyeler, jurnaller ve jurnalciler devridir. İnsanların kolaylıkla “sadakatsizler” listesine konulduğu, ihanetle suçlandığı, akla zarar sebeplerden emniyette “istintak” olunduğu kasvetli bir dönemdir. Her türlü yazı ve yayının görülmemiş derecede sansüre uğradığı, bunun için görevli “sansör”lerin “başsansörler”in yüksek saygı gördüğü bir zamandır aynı zamanda. Her kalem sahibi gibi Ahmet İhsan da payına düşeni fazlasıyla alır. Yine her devirde çokça -ve belki bugünlerde biraz daha fazla!- görülen bir işgüzâr ve haset jurnalcinin kıt zekasıyla yaptığı bir analize dayalı olarak Emniyet’e ilk götürülüşünü şöyle anlatır:
“Şehadetname alıp ilk roman tercümesine başladığım sırada Karabet Matbaası’nda bastırıp eve getirdiğim Seksen Günde Devr-i Alem romanımın formalarını ev halkıyla beraber hanımninem de bükerdi; beher bin formanın kırılmasını evdekiler bir saatte başardıkları için her gece eğlenerek üçer kuruş kazanırlardı ve hanımnine bu işi bez dokumaktan tatlı bulurdu. Hayıf ki o formaların intişarı hengamında Sultanzade Salahi Efendi’nin bir jurnal yıldırımına uğradık. Evi basıp beni aldılar; hanımninem aklını kaybetti. Zaptiye Nezareti’nde istintaktan kurtulup eve geldiğim zaman onu sofada, yere hasır üstüne mumlar dikmiş ve yakmış buldum. Bana bakıyor ve beni tanımıyordu: Hanımnine ne yapıyorsun? dediğim zaman, fersiz gözlerini bana çevirip şu cevabı vermişti: İhsan’ım evde yok. Sofada dediler. Arıyorum!” (s.48).
Evet evet, bu istintakın, polis sorgularının nedeni şimdilerde Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser listesinde yer alan ve hemen her çocuğun okuyup bildiği Jules Verne’in Seksen Günde Devr-i Alem kitabıdır (Bizim tarihimiz sayısız çelişkinin tarihidir bana göre!) Ve aynı kitap yüzünden istintak olan yalnızca o da değildir üstelik. Yazı hayatımızın bir başka büyük üstadı da nasipsiz kalmaz: “Seksen Günde Devr-i Alem çıkarken bizim ev basıldığı zaman aynı jurnalin yüzünden Ahmet Rasim Bey kardeşim de Zaptiye’ye takılmıştı, meğer o başka odada istintak olunuyormuş!” (s.48).
Ahmet İhsan, her şeye rağmen Servet-i Fünun’u çıkarır ve 40 yıl boyunca yayın hayatını sürdürmesinin başlıca yaratıcısı olur. O bildiğimiz, üniversite sınav sorularının vazgeçilmezi gizemli dergi aslında Ahmet İhsan’ın, kendi başına müstakil gazete çıkaramadığı için yeni bir yol bularak çıkmakta olan Servet gazetesine para vermek suretiyle yayınladığı bir bilim-teknik ekidir. Elbette, sonradan ne maceralarla birlikte edebiyat ve fikir hayatımıza damgasını vuran bambaşka bir mecraya dönüşecek, Recaizadeler, Tevfik Fikretler, Ahmet Mithatlar, Hüseyin Cahitler, Halit Ziyalar ve daha nicelerinin doğup büyüdüğü entelektüel bir mahfil olacaktır.
Bir keresinde Hüseyin Cahit’in bir makalesi bahane edilerek Servet-i Fünun kapatılır ve Ahmet İhsan yeniden mahkeme karşısına çıkarılır. Bu kez iş daha ciddidir, Fizan’a sürülmek üzeredir (Bu cezanın yalnızca devlet memurları için olmanın ötesinde istenen herkese ve özellik de yazar-çizer takımına karşı kolayca verilebilir oluşu da son derece enteresandır. “Gözüm görmesin” lafı tarih çalışmalarımız için epey yararlı bir kavramsal araçtır!) “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı oldukça siyaset-dışı içerikteki bu yazıyla ilgili okuldan arkadaşı ve Saray’da mebeyinci Arif Bey bu konuyu aktarırken şöyle der: “Senin aleyhine verilen jurnal pek müthiştir! Fizan’a gönderiliyordunuz; işi Adliye’ye verdirmeye muvaffak oldum [Neyse ki!] Sabırlı ve metin ol. Adliye’ye yazılan tezkere de müthiştir, amma Adliye Nazırı’ndan ümidim çok.” (s.133).
Aynı konuyla ilgili bir gün Saray’ın mabeyinciler odasında görüşürken içeri Abdülhamid’in “en parlak bendelerinden”, Paris sefiri paşa girer. “İhsan Bey, gel şu gazeteciliğe tövbe et” dedikten sonra mabeyincilere dönerek: “Arif Bey, İhsan Bey’e bir mutasarrıflık almalısınız, çekilip gitsin!..Canım, gazetenizi kapatan makaleyi ben daha görmedim. Nasıl şey?” deyince Ahmet İhsan derhal cebinden gazeteyi çıkarır ve sefire uzatır. Yazıyı baştan başa okuyan sefir şöyle der: “Burada o denilen şeyler yok, ama çok derin bahislere girmişsiniz” (Derin bahislere girmek belli ki her zaman tekinsiz bir iştir!). Bunun üzerine odadaki Ragıp Paşa: “Gazetelere yazı yazanların akıllarına ve cesaretlerine şaşarım” der (s.141). Bu hadise üzerine gazetenin tekrar basılması için epey bir çaba gerekir. Neden sonra, gazetenin “tekrar intişarına müsaade ihsan buyrulur”.
Gazete yayın hayatına dönse de Hüseyin Cahit gibi bir kalem erbabı isim kendisine başka iş aramak durumunda kalır. Servet-i Fünun, çareyi adına yakışır şekilde, ziraatten, fenden, nafia [bayındırlık] işlerinden, tıptan ve sanayiden bahsetmekte bulur. Matbuat müdiriyeti de sık sık Hicaz şimendiferi resimleri verir ve basılmasını ister. Resimleri kaliteli basabilen yegâne matbaa Ahmet İhsan’ına aittir ve bu da başına çeşitli işler açacaktır.
Bunlardan birinin hikâyesi de oldukça hazindir. Fazlasıyla ibretliktir! Bir gün nedenini bilmediği bir biçimde apar topar Babıali’ye, Memurin-i Mülkiye Komisyon-u Alisi’ne çağrılır. Zihni Paşa bir kağıt uzatır ve bu kağıda ilişkin Matbaa-i Amire’de [Devlet Matbaası] “pek üzücü bir hata” olduğunu söyler ve Ahmet İhsan’dan bir an önce doğru şekilde basmasını istirham eder. Paşa, büyük bir korku ve tedirginlik içerisindedir, çünkü; “Zihni Paşa’nın uzattığı kağıt, devlet salnamesinin [resmi yıllık bilgilendirme neşriyatı] içine ilave olunmak adet olan bir yaldızlı levhaydı. Bu levha, etrafı çerçeveli ve ortası eski divani-celi [divani yazı], yazıdan ibarettir. Yazı padişahın cülusunu [tahta çıkışını] hikâye eder; bir Türk için anlamak kabil olmayan son derece ıstılahlı ve tumturaklı [ağır ve ağdalı] kelimelerle doludur…Ben derhal işi anlamıştım. Bir haftadır bu mesele dışarıda ağızdan ağıza dolaşıyordu. Yeni çıkan salnamede olan bir yanlışlıktan dolayı Abdülhamid’in bir gece Matbaa-i Amire’yi bastırmış ve kapattırmış, kapısını mühürletmiş, memurlarını dağıtmış olduğunu duymuştuk! Demek mesele bu yaldızlı kağıtttan çıkıyormuş…işin tehlikeli ve nazik oluşundan ürkmeye başladım. Çok belalı bir işti!” (s.160).
Bu “çok belalı” işin nedeni söz konusu yaldızlı levhaların yanlışlıkla matbaada baş aşağı basılmasıdır. Bu durumu gören açıkgöz jurnalciler derhal durumu padişaha arz ederek “bundan maksat, baş aşağı gelmenizdir,” demişler ve o da gazaba gelerek matbaayı kapattırmıştır. Bu durum karşısında kimse işin gerçeğini cesaret edip padişaha açıklayamaz. Önce salnameler yakılmaya kalkışılır sonra sadece levhalarda sorun olduğu anlaşılır ve Ahmet İhsan pek çok memuru başı yanmaktan kurtarır. Buna dair düşündüklerini de yıllar sonra anlatır: “Koca memleketi bu gibi vehimlerle, zulümlerle idare eden Abdulhamid, kendine ait sahifenin salnameye baş aşağı yapışmış olmasından öfkelenerek Matbaa-i Amire’yi tarumar etmiş ve kapatmıştı.” (s.161).
Bütün bu şartlar altında İttihat ev Terakki -elbette ki- bir kurtuluş gibi görülmekte; Meşrutiyet, onca zamanın özgürlük açlığının ve her derdin çaresi sayılmaktadır. Oysa günü geldiğinde bunlardan da büyük bir sükut-u hayale uğraması uzun sürmez Ahmet İhsan’ın (Bu gibi adamlar kimseye yaranamamakla marufturlar!). İttihat ve Terakkicilerin sadece ittihatçı olduklarını, hiçbir şekilde terakki gibi bir dertlerinin olmadığını söyler. Özgürlüklerse anlar ki sanılanın aksine siyasi devrimlerle gelmez. Bunun ardından yaşadığı Cumhuriyet dönemi onun için adeta bir kurtuluş olur. İçindeki terakki coşkusu ilk kez anlamını bu denli bulmuştur.
Yazıyı daha fazla uzatmamak adına, Ahmet İhsan’ın Çolpan Yayınlarından yakın zamanda çıkan Matbuat Hatıralarım ve Bâbıâli Yokuşu’ndan Portreler kitaplarının bugünün tarihi olarak önemle okunması gerektiğini belirterek yine onun şu fazla iyimser ve “tarihten ders almadığı” hissi veren satırlarıyla bitirmek istiyorum:
“Gençler bugünkü saadetin ve önlerinde açık duran çalışma kapılarının kıymetini bilmelidir. Bizim karşımıza çıkan engeller ve belalar çalışmayla kalkar şeyler değildi; şimdiki gençliğin karşısında kurun-ı vustadan [Orta Çağ’dan] kalma engeller ve istibdat belaları yoktur; onlara yalnız çalışmak borç oluyor; çalışınca herkes iktidarına göre rahat rahat kazanır ve yaşar.” (s.157)
Ah be büyük usta!