[4-5-6.6.2019] Gerçekçi olalım. Adına “devlet” dediğimiz kurum — ya da uzantısı veya eklentisinde, devlet iktidarının tecessüm ettiği başka kurumlar — kendilerini her yerde ve her zaman tehdit altında hisseder. Kâh iç, kâh dış düşmanlar söz konusudur. Bu, devlet olmanın kaçınılmaz soncucudur. Ama bu başkadır, bir “beka” ideolojisi başka. Her coğrafyada ve zaman diliminde, her devlet illâ “beka” diye basmıyor feryadı. Basıyorsa, bu çok özel bir anlama geliyor. (Sanırım Serbestiyet’te Gürkan Zengin’in, Alper Görmüş’le birkaç hafta önceki tartışmasında atladığı bir nokta varsa, işte bu. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu çeşitli tehlikeleri sayıp döküyor. Ama “beka” sloganı ve ideolojisi, bunların aritmetik toplamı değil. Zira bu tür tehdit ve tehlikelerle, “beka sorunuyla yüz yüzeyiz” demeden baş etmek de mümkün. En basiti, İstanbul seçimleri üzerinde kopan gürültüyü ve illâ yenilensin feryadını, objektif koşullar değil sübjektif bir “beka” mantalitesi belirliyor.)
Bunları şunun için yazdım: 15. yüzyılda Avrupa’nın Ortaçağ düzeni sosyal, ekonomik, siyasî, inançsal, her bakımdan ve her alanda çatırdarken, bu düzenin (feodal monarşi ile birlikte) en temel iki direğinden biri olan Kilise de kendince bir “beka” sorunuyla yüzyüze. Bu hem bir realite, hem bir algı meselesi. Ve öyle de algılanıyor. Katolik Kilisesi’nin (Avrupa’nın batısı üzerindeki) inanç ve ibadet tekeli çeşitli meydan okumalarla karşı karşıya. Avignon Sürgünü sırasında iki, hattâ bir ara üç papa türemiş; acaba hangisi Tanrının gerçek temsilcisi? Nereden, nasıl bilebiliriz? Kime inanalım? Konsiller Hareketi, “Papalığın Yanılmazlığı” doktrinine (yani Kilisenin bir mutlak monarşi gibi yönetilmesine) tosluyor ve kollektif bir önderlik oluşturamadan dağılıyor. Oysa Rönesans Papalarının sefahati ayyuka çıkmış. Dahası, Papalık İtalya Savaşlarına da bulaşmış. Bir yandan, bütün Hıristiyan âlemi üzerinde ruhanî üstünlük iddiasında. Diğer yandan, son derece dünyevî, zira kendisi de (küçük) bir devlet olarak İtalya içinde devlet çıkarları peşinde koşuyor ve toprak kazanmaya çalışıyor. Bu uğurda kimileriyle ittifak yapıyor, kimilerine düşman kesiliyor. Başta zehir, her türlü suikast yöntemine de başvuruyor. Bunlar üstesinden kolay gelinir çelişkiler değil. Dahası, Gutenberg’in bastığı İncil’den beri (1455) matbaa da artık devrede. Dolayısıyla yeni fikirler çok yüksek bir dolaşım hızına kavuşmakta. İçerdeki ciddî çürüme, dışarıdan (Johann Reuchlin, Ulrich von Hutten, Rudolph Agricola, nihayet Desiderius Erasmus gibi) Kuzey Hümanistlerince topa tutuluyor. “Erasmus’un yumurtasından civcivi [Martin] Luther çıkarttı” sözü boşuna değil. Protestan Reformasyonu henüz başlamamış ama işte bu fermentasyondan fışkıracak.
Bu koşullarda Kilise kendine yeni bir düşman, daha doğrusu tek ve büyük bir baş düşman belirliyor: Satan (Şeytan). O zamana kadar, Hıristiyan inancında o kadar vurgulanmıyor. Ancak 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çok büyük bir önem kazanıyor. Tanrının alternatifi olarak teorileştiriliyor. Şeytan her yerde; binbir kılığa girebiliyor; hayatın her ânı ve alanında sürekli bizi ayartmaya, doğru yoldan çıkarmaya çalışıyor (o doğru yolun ne olduğunu da büyüklerimiz, tepedekiler, yönetenler biliyor, her nasılsa). Olası bütün kötülükler Şeytanın hesabına yazılmaya başlıyor (1945-90 arasında Amerikan emperyalizminin ve CIA’nin, bugün ise iktidar medyasında Üst Akıl diye müphem bir mefhumun hesabına yazıldığı gibi). Dolayısıyla cadılık ve büyücülük de inkâr edilmek yerine Şeytanın etki ve nüfuzunun bir tezahürü olarak tanımlanıyor. Sapkınlık (heresy) ile arasında geçmişte gözetilen sınır iyice bulandırılıyor; her türlü cadılık ve büyücülük son tahlilde Şeytandan kaynaklanıyor ve dinden sapmaya yol açıyor. Ortaçağda eğitimsiz kırsal halkın folk kültürüne giren cadılık inancı, Yeniçağda kentsel elitleri de kapsamına alıyor. Cadı yargılamaları artık Kilisenin onayı ve desteğine sahip. Dalga dalga yükseliyor, bazen duruluyor ve sonra tekrar yükseliyor. Geçmişte bazı kişiler her nasılsa (ve kendi başlarına) doğaüstü güçlere sahipken, şimdi, bu doğaüstü güçleri Şeytanla işbirliği sayesinde ediniyor ve gene Şeytanın hizmetine koşuyorlar. Cadılık çılgın Şeytana tapma âyinleriyle özdeşleştirilmeye başlıyor.
Belki en kritik nokta şu: Şeytana tapma ve Şeytanla işbirliği sadece açıkta, ortalıkta, günlük hayatta cereyan ve tezahür etmiyor. Daha da önemlisi, çoğu zaman insanların bilinçaltında, gizli düşüncelerinde, rüyaları ve hayalleri aracılığıyla gerçekleşiyor. Öte yandan, bu tür saklı sapkınlıkları bulup ortaya çıkarmak, özel bir beceri gerektiriyor. Bu da bir ölçüde İspanyol Engizisyonu’nun 14. yüzyıl uygulamalarından başlayıp, asıl 16. yüzyıl Papalık Engizisyonu’nun doktrin uzmanı sorgucuları tarafından gerçekleştiriliyor. 20. yüzyıl totalitarizmlerinin, Gestapo’ların ya da Çeka-OGPU-NKVD-KGB’lerin, George Orwell’in “düşünce polisi” adını vereceği en karanlık uygulamaların başlangıç noktası, işbu 16. yüzyıl. Carlo Ginzburg’un The Cheese and the Worms’u Türkçeye çevrildi (Peynir ve Kurtlar); Emmanuel Le Roy Ladurie’nin Montaillou’su ve gene Carlo Ginzburg’un The Night Battles’ı çevrilmedi. Bunları ve son otuz kırk yılın diğer Engizisyon çalışmalarını dikkatle okumak lâzım. Yepyeni bir prosedür söz konusu. En küçük sapkınlık belirtisini teşhis edecek şekilde eğitilmiş Engizitörler seni çağırıp o zamana kadar kimsenin sormadığı sorular soruyor. Rüyalarını anlatır mısın diyorlar; masum masum anlatıyorsun. Geceleri uçup gökyüzüne yükseldiğin ve orada meleklerle dansettiğin de olur mu diyorlar; eh, bazen evet diye cevap veriyorsun. Kılık değiştirir misin, ya da rüyalarındaki başka şahsiyetler kılık değiştirir mi diyorlar; rüya bu ya, zaten bulanık hatırlıyorsun ama eh, o da oldu galiba diye bir şeyler geveliyorsun. Ve derken (bkz yukarıdaki başlık resmi), kendini, ellerin arkadan bağlanıp vücudunun bütün ağırlığını taşıyacak şekilde yukarı çekilmiş biçimde, strappado’da veya 12 Mart – 12 Eylül dönemlerinde Türkiye’de kullanılan adıyla Filistin askısı’nda asılı buluyorsun. Bazen sadece sallandırmakla yetiniyorlar. Bazen çekip çekip ansızın boşluğa bırakıyorlar. Bazen ayaklarına artan ağırlıklar bağlıyorlar, bütün kas ve eklemlerini büsbütün germek için. Dayanamayıp işlemediğin ve hattâ hiç anlamadığın bir suçu: Şeytanla işbirliğini itiraf ediyorsun. Büyük ödül seni bekliyor: kazığa bağlanıp diri diri yakılıyorsun.
Az buz değil; Yeniçağın ilk 300 yılı boyunca, idamla sonuçlandığını bildiğimiz 12,000 kadar cadı yargılaması var. Ama cadıdır diye şu veya bu şekilde (yargısız infazlar dahil) idam edillen insan sayısı muhtemelen 40-50,000’i buluyor. Sanıkların ezici çoğunluğu yoksul sınıflardan ve kadın. Bazı araştırmalara göre, “tipik cadı, bir tarım işçisinin veya küçük kiracı çiftçinin eşi veya dul karısı; çevresinde huysuz, kavgacı bir tip olarak tanınıyor.” En korkunç dönem 1561-1670 arası. Belki en kötü ülke veya bölge de orta ve güney Almanya. Hızla yayılıyor ve Norveç, Danimarka ve İskoçya gibi kuzey ülkeleri dahil bütün Avrupa bu insanî felâketten nasibini alıyor. Kendi azgınlarını, fanatiklerini, zıvanadan çıkmışlarını üretiyor. Bu tipleri frenlemek zor oluyor. İngiltere’de, kendini Baş veya Genel Cadıavcısı (Witchfinder General) diye niteleyen, (Senatör McCarthy’nin önceli) Matthew Hopkins diye biri, 1644-1647 arasında 300 kişinin kanına giriyor. Bu konuda yazdığı The Discovery of Witches (Cadılar Nasıl Teşhis Edilir) kitabı, yayınlandığı 1647’den itibaren kanun metinlerini dahi etkiliyor. Hattâ aynı yıl, Atlantik ötesindeki Amerikan kolonilerinde dahi kullanılmaya başlıyor. Massachusetts’da hemen bir ve ardından 1663’e kadar 17 idamı beraberinde getiriyor. Eşler birbirini cadılıkla suçlamaya ve karşılıklı yargılanmaya başlıyor (genellikle kaybeden kadın oluyor). 1692-1693’te gene Massachusetts kolonisi bu sefer Salem cadı yargılamalarıyla çalkalanıyor. Sanıkların sayısı 200’ü aşıyor; 19’u asılıyor; biri ifade etmeyi reddettiği için ezilerek öldürülüyor; en az beşi de hapiste can veriyor.
Bu ve benzeri birçok cadı avının ortak özelliği şu: Belirli bir anda iktidarların şu veya bu kısmî , geçici ihtiyacına cevap verebilir. Öte yandan, büyük tehlikeleri de içeriyor. Bir kere başladığında, durdurmak çok zor oluyor. Tam bir kitle isterisi yaşanıyor. Bir deli kuyuya bir taş atıyor; kırk akıllı çıkaramıyor. Halk korku ve öfke krizleri içinde nereye saldıracağını bilemiyor (çünkü gerçekten inanıyorlar, ormanı bunların yaktığı, ekinleri bunların çürüttüğü, salgın hastalığı bunların çıkardığına — ya da casuslara, Türkiye’yi paylaşmak için haritalar çizenlere, Kızıl Sorosçulara). Normal zamanlarda aklı başında sanabileceğiniz hâkim ve savcılar âdetâ bir metamorfoz geçiriyor, tuhaf yaratıklara dönüşüyor. Hiçbiri diğerlerinden geri kalmak istemiyor; kendini zulüm yarışıyla güvenceye almaya çalışıyor. İlk suçlananlarla yetinilmiyor; soruşturma, suç ortaklarını bulup çıkarmaya yöneliyor (bkz Osman Kavala vakası). Dolayısıyla habire genişliyor. Kanun ve nizam diye bir şey kalmıyor.
Dolayısıyla cadı avlarında modern devletin gelişmesine çok aykırı bir yan da var. Meşru şiddet tekelinin merkezîleşmesine ters düşüyor; (haydutlar, korsanlar, Celâlîler ve sair âsîler, çeteler, efeler ve zeybekler, eşkiya gibi) devlete rakip toplumsal şiddet odakları veya faaliyet türlerinden birinin varlık koşullarının habire uzamasına yol açıyor. Tersten söyleyecek olursak, Avrupa’da (i) hukuk devletinin giderek yerleşmesi; (ii) bilimin ve bilimselliğin yayılması, cadı avlarının sonunu getiriyor. Örneğin İngiltere’de çıkarılan 1735 Yasası, bu tür sanıkların cadılıktan değil sahtekârlıktan yargılanmasını öngörüyor — zira bireylerin doğaüstü güçlere sahip olduğunu da, Şeytanla ilişkiye girebildiklerini de, artık kabul edilemez sayıyor. Bilinen son cadı idamları, Hollanda’da 1613, İngiltere’de 1682, Danimarka’da 1693, İskoçya’da 1727, Fransa’da 1745; Almanya’da (uygulanmamakla birlikte) son idam hükmü 1775. İsviçre’deki 1783, Polonya’daki 1793 ve Prusya’daki 1811 idamları, cadı avlarının hesabına yazılabilecek son olayları meydana getiriyor.