ABD televizyon tarihinin hala kırılamayan en çok izlenme rekoru, 1977 yılında yayınlanan Roots (Kökler) dizisinin finaline ait.
1767’de köle tüccarları tarafından Afrika’dan kaçırılıp, Amerika’da satılan Kunta Kinte’nin kölelikten özgürlüğe uzanan hikayesinin finalini izlemek için o akşam ABD’deki her iki evden birinde televizyon açılmış, 130 milyon izleyici ekran başına oturmuş.
Dört yıl sonra Türkiye’de gösterildiğinde de büyük ilgi görecek dizi, Alex Haley’in kendi ailesini anlattığı aynı adı taşıyan 6 milyon satmış kitabından uyarlanmıştı.
Aslında 1977 yılına gelindiğinde artık ABD’de siyahlara yönelik ırkçı ayrımcılıklar hukuken bitirilmiş, kölelik ise çoktan tarih olmuştu.
Ama Kunta Kinte’nin hikayesi, gözyaşları içinde diziyi izleyen milyonlarca beyaz Amerikalı’ya şöyle dedirtmişti: “Bunlar gerçekten de Amerika’da yaşanmış, kahretsin.”
Dizi yarattığı bu duyguyla bir aydınlanmaya, yüzleşmeye neden olmuş, hukuken biten ayrımcılıkların, ahlaken de bitirilmesine katkı yapmıştı. Kökler’in açtığı kapıdan hemen orta sınıf sevimli Cosby Ailesi girmişti.
Kökler’in yönetmeni Marvin Chomsky (Noam Chomsky’nin kuzeni), bir yıl sonra o yıllarda üzerine bu kadar çok film yapılmamış olan Yahudi Soykırımı üzerine Holocaust adlı dört bölümlük mini bir dizi daha yaptı.
Meryl Streep’in başrolünde oynadığı dizi ABD’de geniş bir izleyici kitlesine ulaştı.
Ama esas büyük yankı yarattığı yer bir yıl sonra gösterildiği Almanya oldu.
Dizi, Berlinli başarılı bir Yahudi doktor olan Josef Weiss ve ailesinin mutlu burjuva hayatlarından gaz odalarına giden hikayesini anlatıyordu. Dizideki diğer hikaye ise tam tersi yöndeydi. İşsiz ve apolitik avukat Erik Dorf da aynı sırada SS teşkilatında bulduğu işle yavaş yavaş bir Nazi ölüm makinesine dönüşmüştü.
Dört bölümlük dizi, 1979 yılında Almanya’da 20 milyon insanı yani ülke nüfusunun üçte birini ekran başına kilitledi. O ana kadar Almanlar, Nazi döneminde işlenen suçları Hitler ve Nurnberg Mahkemesi’nde yargılanan bir grup Nazi’nin üzerine yıkmış ve o defteri kapatmıştı.
Ama dizi bir uyanışa neden oldu. Yeni nesiller anne ve babalarına o soruyu sordular: “Bütün bunlar olurken sen neredeydin?”
Büyük tartışmalar yapıldı, bir moda olarak gençler ailelerinin ve yaşadıkları şehirlerin utanç tarihlerini araştırmaya başladılar. Yeni Alman nesli bir diziyle, savaş yıllarında Nazi heyecanına kapılmış anne ve babalarının kendilerine hiç anlatmadıkları gerçek hikayeleriyle yüzleşti.
Aslında Almanya, 1979’a gelindiğinde Nazi suçlarının hesabını çoktan vermiş, Başbakan Willy Brandt 10 yıl önce Polonya’daki soykırım anıtı önünde diz çökmüştü.
Ama Holocaust ile Alman toplumun yüzleşmesinde, kanunen suç olan NAZİ savunuculuğunun, ahlaken de büyük bir ayıp haline gelmesinde bu dört bölümlük mini dizi önemli bir rol oynamıştı.
Bu kadar travmatik olaylar hakkında olmasa da ve bu kadar açık politik, tarihi bir epiklik içinde derdini anlatmasa da “Bir Başkadır” da aslında benzer bir iş görüyor.
Bu kadar ilgi görmesi ve insanların üzerinde bu kadar çok konuşmak istemesinin sebebi hem sert bir yüzleşmeye çağırarak yarattığı rahatsızlık hem de mevcut siyasi ve sosyal tıkanıklığın aşılabileceğiyle ilgili verdiği ümit.
Üstelik bunu ülkedeki dertten tasadan kaçan eğitimli, şehirli insanların sığındığı elit bir dijital platformda yapıyor.
Zaten tam da dizinin mesajının muhatabı bu elit Netflix izleyicisi.
Yoksa derdini ‘total’e anlatabilmesi mümkün değil.
Total izleyiciye izletilseydi muhtemelen sekülerlere yönelik eleştirileri anlaşılmaz, muhafazakarlarla ilgili dedikleri de Akit’in yaptığı gibi yanlış anlaşılırdı.
Dizinin kısa sürede yarattığı bu rahatsızlık, huzursuzluk hissi, üzerine konuşma ve yazma isteği yüzünden müthiş oyunculuklara rağmen başrol unvanını bir kişi hak ediyor: Yönetmeni ve senaryo yazarı Berkun Oya.
Koç Lisesi mezunu, Türkiye’nin en yaratıcı, zeki tiyatro yönetmeni olarak dizide Robert Kolejli Peri’ye yaptırdığı şeyi bu diziyle aslında kendisi yapıyor. Bu kariyeri için riskli, damgalanmaya neden olabilecek bir cesaret.
Genel toplum ve devlet katında olmasa da sanat dünyasında Kürt meselesiyle ilgili tabular uzun süre önce kırıldı, yüzleşmeler başladı. Film festivallerinde Kürt meselesini gören çok sayıda film ödüller aldı. Bunu yapmak artık en azından o camiada o kadar cesaret istemiyor hatta siyaseten takdir görüyor.
Takva, Ahlat Ağacı gibi çeşitli filmlerde de İslam ve Müslümanlar seküler sanatın içinde ustalıkla görünür oldular.
Ama ilk defa bir filmde kamera sekülerlerin yüzüne çevriliyor, üstelik onların bir defosuna…
Başörtülülere ayrımcılıkla ilgili bugüne kadar seküler camiada görülmemiş ölçüde açık ve acımasız bir yüzleşmeye şahit oluyor izleyici.
Bunu İslamcı bir yönetmen veya senarist ATV’de ya da Kanal7’de yayınlanacak bir hidayet filminde yapmıyor.
O yüzden Berkun Oya’nın yaptığı cesurca bir iş.
Bu dizinin 2008’de, 2009’da yapılması Türkiye’nin iklimini değiştirebilirdi. O yüzden bazılarına göre bu geç kalmış klişe bir çaba, ayrıca bugün için cesaret de gerektirmiyor. Çünkü başörtüsü meselesi zaten aşıldı, hatta tam tersine ayrımcılıklar yaşanıyor bugün.
Evet belki, başörtülülere ayrımcılık siyaseten ve hukuken aşıldı ama aslında bu bir toplumsal uzlaşmanın, zihniyet dönüşümün sonucu olmadı, seküler kesim iktidarın mutlak gücü nedeniyle bunu kabul etmek zorunda kaldı ve zamanla buna alıştı. Ama uzun yıllar çok büyük bir heyecanla desteklediği bu ayrımcılıkla bugüne kadar yüzleşmedi.
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun özeleştirisi dışında bu konuda edilmiş bir özeleştirel bir söz dahi duymadık.
O yüzden bu bir norm haline gelemedi, dizinin İngilizce adıyla bir ‘ethos’a dönmedi. O yüzden de hala muhafazakar kesimde seküler alternatiflere karşı güvensizlik sürüyor.
O yüzden asla geç ve klişe değil.
Berkun Oya, bilerek ya da bilmeyerek siyasi bir açılım yapıyor.
Kürt açılımı, Alevi açılımı gibi bu da sekülerlerin muhafazakar açılımı.
Bugün CHP’nin, solun, laik kesimin en çok ihtiyacı olan şeyi bir diziyle başarıyor.
Sekülerlere büyük ittifakların üzerine inşa edilebileceği kurucu ve kapsayıcı bir anlayışın nasıl olabileceğini gösteriyor.
Ve bunu 2020 yılında yapması, 2008’de yapmasından daha büyük bir cesaret istiyor.
Çünkü arada yaşananlar yüzünden, uzun süreli aşırı güçlü ve baskıcı bir iktidar yüzünden artık seküler kesimde yüzleşme, kendini sorgulama itibar görmüyor. Hele başörtüsü konusundaki duygu; “Tamam işte daha niye ağlıyorsunuz”, “Yetti sizin mağduriyetiniz.”
Ayrıca jeep içindeki ya da yoksul kadınların başörtüsü, muhalifler için çok güçlü ve otoriter bir iktidarı ne pahasına olsun destekleyen hazır kıta kitleleri de temsil ediyor ve yeniden öfkeye neden oluyor.
Böyle bir konjonktürde karşısındakine öfke yerine hatayı kendinde aramayı teklif ediyor dizi. O yüzden de cesur.
Hatta bunu yapabilmek için Nurettin Yıldız’dan plastik çiçek- gerçek çiçek nasihatini copy-paste ederken, dizideki hocayı Nurettin Yıldız’a benzetmiyor, sekülerlerin hacı-hoca tiplemesinin dışında pastoral, naif, insana dokunan bir hoca tiplemesi yaratıyor, her an hocadan bir falso bekleyen izleyiciyi önyargısıyla yüzleştiriyor.
Muhafazakarlığı İstanbul’un etrafta atların, koyunların gezdiği uzak ve fakir taşrasına taşıması fazla klişe, belki bu sadece çekim kolaylığı ve güzel manzaralar için yapılmıştır.
Ama o taşraya yine seyirciyi şaşırtmak için, Jung tartışan İslamcı gençler yerleştiriyor.
Artık kimse başörtüsü altına beyaz bone takmadığı gibi, yoksul ve uzak İstanbul’da da öyle gençler yok.
Ama Jung’ın muhafazakar dünyadaki anlamını bilmek bu hataları örten bir detaycılık.
Jung, muhafazakar entelektüeller için her şeyi cinsellikle açıklayan, dinsiz Freud’un, bir papazın oğlu olan, dine değer veren ve onu anlamaya çalışan, her şeyin cinsellikle açıklanmasından hoşlanmayan, İslam’la ilgili güzel sözleri de olan, tasavvufa, metafiziğe kapıları açık zıddı.
O yüzden pek çok kitabını muhafazakar yayınevlerinin yayınları arasında bulmak mümkün.
Ama anlaşılması çok zor metinler bırakmış olan Jung ile ilgili daha derinlemesine bir kavrayış yok. Sadece muhafazakarlarda değil, bütün kesimlerde.
Anlaşılmasının zor olması bunun nedenlerinden tabii biri. Ama esas neden ona hiç ihtiyacımız olmaması.
Çünkü Jung okumak iyi ve kötü arasında bir varoluşu kabul etmeyi gerektiriyor. Aydınlanma ve gerilik arasında bir pozisyon almayı.
“Kimse tarihi iyi veya kötü olarak yargılayamaz. Çünkü insanoğlunun yarısı kötüdür ve her insanın da yarısı kötüdür” diyen birinin tarihin ululaştırıldığı bir ülkeye söyleyecek çok sözünün olmaması normal.
Ama ‘Bir Başkadır’ın kendisine referans olarak Jung’u seçmesi tam isabet.
Jung’un şu sözü dizinin girişinde karşımızda çıksaydı kimse yadırgamazdı:
“Düşünmek zordur, o yüzden çoğu insan yargılar”
Düşünmek yerine yargılamak üzere bir kültür içinde yetişmiş ama bunun duvara çarptığını gören Türkiye’nin okumuş, şehirli insanları da herhalde günlerdir Meryem gibi Google’a soruyor: “Jung diye bir bilim adamı var mı abla?”
Dizi Peri ile birlikte izleyenlerini Jung’un terapi koltuğuna oturtuyor.
Boğaz kenarında oturan bir ailenin, çocukluğunda, gençliğinde her yazı Avrupa’da tatilde geçirmiş, Robert mezunu psikiyatr kızı Peri’yi kardeşi başörtülü bir Kürt psikoloğun karşısına oturtup, başörtülü hastasına karşı içinde oluşan, engelleyemediği ama utandığı öfkenin sebebi olarak şu cümleyi kurdurmak için mevcut Türkiye ile epey mesafe almış olmak gerekir:
“Bunlar hep anne ve babamın b.k yemesi.”
Bir insanın çok sevdiği sadece iyiliklerini istediği ve şefkat duyduğu anne ve babasının ayrımcılığı ve kötülüğüyle yüzleşmesi kolay değil.
Sürekli Halk Tv’nin açık olduğu, Facebook’tan gelen her şeye inanılan ev tasvirinde çok insan kendi ailesini görüp, iyice ürkmüş olabilir.
Dindarlar 80’lerde ve 90’larda daha az eğitimli olan, taşralı anne ve babalarının dünyasından, ‘atalarının dini’nden daha kolay sıyrılıp yeni dünyalara açılabilmişti.
Şehirli, seküler ailelerde daha eğitimli anne ve babaların evlatları için ‘ataların dini’nden kopmak daha da zor. Hele anne ve babasının ayrımcı fikirleri olduğunu kabul etmek…
Peri bu defosunun üzerine cesaretle ve gönüllü olarak gidiyor. Belki de bir psikiyatr olduğu için bunu yapabiliyor.
Ama bunun bir defo olduğunu tespit etmesi, bununla mücadele etmeye çalışması bile tek başına cesur bir mesaj, bir iyi niyet adımı.
Evinden kurtulmaya, anne ve babasını aşmaya çalışıyor Peri. Toplumların ilerlemesi aslında bunun da hikayesi. Ancak yeni nesilleri anne ve babalarını aşan toplumlar ilerler.
Ama Berkun Oya’nın biraz torpil geçtiği imamın kızının Konya’daki üniversitesine gitmek için evden başörtüsüz olarak çıkarken söylediği söz evlerinden çıkmak isteyenlerin sadece seküler mahallelerde oturmadığını söylüyor:
“Evden çıkmaya hazırım baba!”
Dizideki hem sekülerler hem de muhafazakarlar mutsuz. Ülke ve toplum herkesin üzerine çökmüş gibi.
Zenginlik, şöhret mutsuzluğu değiştirmiyor.
Çarpık şehirlerde yalnız kalmış insanların haz merkezli hayatlarından, komando travmasını atamamış sinirli kocaya, köyde üzeri örtülen tecavüzden, karnına asker tekmesi yediği için engelli doğan çocuğa, onu sakinleştiren Kürtçe şarkının Dersim Katliamı için bestelenmiş bir ağıt olmasına kadar bu memleketi mutsuz edenler ince ince işlenmiş.
Ama dizi, bölüm sonunda olayların geçtiği 2019’un mutsuzluğundan 80’lerin tanıdık bildik mutluluğuna, şehirli orta sınıf eğlencesine çıkarıyor bizi.
Beyaz pianosu, bağrı açık altın zinciri ile 80’lerdeki bir konser kaydından Ferdi Özbeğen’le yıllar sonra karşılaştırıyor bizi.
Özbeğen ne elitlerin gözbebeği ne de halkın sanatçısıydı. Ama ortak bir zevke hitap ediyordu.
Belki de bu tercihin sebebi bu ortak, ulaşılabilir mutluluk hissini tattırmaktı.
Mutlu finalde çalan Melih Kibar’ın Çoban Yıldızı da 80’lerde herkesin aynı kanalı izlediği, Eurovision günlerine götürüyor izleyiciyi. O şarkı Eurovision’da Türkiye’nin resmi müziğiydi. Eurovision izlemek bizi bir toplum yapan ender zamanlardan biriydi.
Dizinin müzikleri 70’lerin, 80’lerin Türk filmlerindeki müzikleri hatırlatıyor. Yeşilçam melodramlarından tanıdık yaylılar, yavaş akan filmin, entel filmi hissi verip snobize olmasını engellediği gibi sonunun da diğer Türk filmlerinde olduğu gibi mutlu sona çıkacağının da habercisi.
Ama beklentilerin aksine dizinin hiçbir yerinde “Bir başkadır benim memleketim” şarkısı çalmıyor.
Çünkü memleketin mevcut haline herhangi bir övgü yok.
Herhalde bu yüzden dizinin adı “Bir başkadır benim memleketim” değil, “Bir Başkadır”.
Ama diziyi bitirince bir başka Türkiye mümkün hissine kapılıyor insan.
Böyle bir yüzleşmeye ve yeniden başlamaya açık olanlar için ümit vesilesi…
Ama henüz buna hazır olmayanları, kendi mutlak hakikatlerinden taviz vermek istemeyenleri de rahatsız edeceği de açık.
Günlerdir diziyi fazla klişe bulanlar, “Cihangir kafası”, “gizli yetmez ama evetçilik”, “2008’lerde bitmedi mi bu işler” diyenler, dizinin meselesinin asla laiklik-muhafazakarlık çatışması olmadığına yemin billah edenler, topu oradan çıkarmak için zorlama sınıfsal analizler yapanlar var.
Dizinin oyuncularından biri verdiği röportajda “Bir Başkadır”ı sadece laik-muhafazakar tartışmasına indirgemek, diziye ve emek veren herkese haksızlık olur” dedi.
Dizideki laik anne ve babanın evlerinde açık olan Halk Tv yayınında görünen gazeteci Gürkan Hacır, “Başörtülüleri “uzaylı gibi gördüğünü” söyleyen anne-babayı, benim ve Yılmaz abi üzerinden karakterize etmesi saçmalıktır. Önyargıdır” diye tepki gösterdi.
Dizinin ne kadar cız yerlere dokunduğunu gösteren tepkiler bunlar.
O cız yeri görmek, konuşmak ve aşmanın da mümkün olduğunu gösteriyor “Bir Başkadır.”
Televizyon tartışmalarında, sosyal medyada ortaya çıkmayan kamusal alanın evlerimizde sessizce bir diziyi izleyerek ortaya çıkması büyük bir imkan.
Beğenenlerin çoğunlukta olması da evlerinden çıkmak isteyenlerin sayısının, evlerinde kalmak isteyenlere yaklaştığının işareti.
Asla yıkılmaz denen önyargıların fark edildiğini, üzerinde açıkça konuşulduğunu görmek film icabı bile olsa insana iyi geliyor.
“Bir Başkadır” mutsuz ve huzursuz evlerinden çıkmaya hazır olan ama bunu bir türlü yapamayanlar, karşı mahallede nasıl karşılanacağından endişe duyanlar için terapi niteliğinde bir dizi.
Ancak evlerimizden çıkıp konuşmaya başlarsak bir toplum olabilir ve “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını da ancak o zaman inanarak söylemeye başlayabiliriz çünkü…