“Dikilen İnsan”ın ardından “O tutmuş, şu toplamış, bu pişirmiş, biri yemiş, öbürü de gelip ‘Hani bana, hani bana?’ demiş” nizamını bozmadan günümüze uzanan Medeniyet Tarihi’nde her şeyi “İçen İnsan”ın yeri ayrıdır.
Böylesine dobra analizleri, denetimsiz hayal gücüyle her zaman “çocuk kafası”na borçluyuz. Reha Mağden de o emsalsiz tarihî saptamasını öyle, o kafayla yapar: “Dünyada çok önemli icatlar yapılmadı mı? Buharlı lokomotifi buldular, sonra fezaya kadar gittiler. Ama en önemli iki icat vardır: Biri şarap, diğeri sepet. İlkinde hayal gücünü üretiyorsun, ikincisinde ilkini saklıyorsun.”
Gazoza dair yazı dizimin altıncı bölümünde, resmi tarihte gereken gayri resmi düzeltmeleri yapmanın zamanı geldi de çattı(k) artık. Tarihi de kurgubilime kaptıramam bu tez ömrümde. Sağ elimde Resimli Keşifler, İcatlar Tarihi Mecmuası, sol elimde sepet… Sereserpe, sersemsepet dolaşarak, çağlar boyunca “İçen İnsanın Tarihi”ni biraz açmalıyım (“İnsan içer” ana varsayımına dayalı bilimsel analizlerim “Aynıyle Vâki Metodu”yla yapılmıştır).
Maalesef en baştan başlamam gerekiyor. Evvel zaman içinde ben çocukken… Açıkhava Sineması’nda çekimine bizzat tanık olduğum belgesele göre ilk insanlar tarımı, çitleyip kabuklarını yere attıkları ayçekirdekleri Günebakan olunca keşfederler. Develerin tellâllığıyla toplaşıp birlikte çitlemeye, yemeye başlarlar o ilâhî geri dönüşümde… Giderek her yer tarla, her yer “bağ bana, bahçe sana bağ bana” olur. Konu komşuyla “Topluluk”lar da büyür tabii… O Primat kuyruğu gibi duran “luk”u da zamanla dumura uğrayarak “Toplum”a dönüşür.
İç sıkıntısı ve şarap tanrısı
Toplum olunca bir rehavet çöker insanlara… Tahıllar her yeri sarıp, üzümler çürümeye başlar o bollukta. Tek zevki, fantezi koltuğuna (tantral koltuğun atası) tıngır mıngır uzanıp, kızların elinden ağzına üzüm salkımlamak olan Sezaryen bünyeler bunalır normal olarak. Blaise Pascal’ın şakacı deyişiyle “Sezar gidip dünyayı fethederek eğlenmek için fazla yaşlıdır” zaten. Senatus (Roma İhtiyar Heyeti) sıkılınca da, her çağdaki gibi yine ateşin, mangalın başında toplanıp sızlanırlar: “Bir şey eksik…”
Tam o anda Pantheon’un merdivenlerinden yuvarlanarak inen Tanrı Bacchus (İç sıkıntısı ve şarap tanrısı) iki genç tanrıçanın kolunda zorlukla doğrulur ve o tarihi çağrıyı yapar: “Romalılar, dostlar, yurttaşlar… Haydin çürüyen üzümleri şarap yapalım…” Tarihte -Bacchus yazdığı için biraz okunaksız da olsa- kayda geçen İlk Devrim ve “ilk peltek devrim nutku” odur.
Yunan mitolojisindeki muadili Dionysos da (kendisini Jim Morrison’a benzetirler) o sırada Aydın Sultanhisar’daki Nysa Dağı’nda Dimitrakopulo Şarabı üzerinde çalışmaktır. Öyle bir reçeteye ulaşır ki, o ilk şarap aynen, hiçbir değişiklik geçirmeden gençliğimize kadar gelir. Beş bin yıllıkları, bakkalda beş liraya filan satılır o zamanlar… Galonu elden ele dolaştırır, dibinde kalanı da sarımsak ilâvesiyle İşkembe Çorbası’na koyarsın.
Aynı Orta(lama) Çağ’da İskandinavya’da Vikingler, yağmurda ıslanan arpa, buğdayla yaptığı birasını, arıdan sağdığı bal şarabını içip “Valla bize her gün, her yer Valhalla” diye nara atarken, Çinliler her zamanki gibi pandemik icat çıkarır. Pirinçten yaptıkları rakı dünyaya, tâ buralara kadar yayılır (Covid 18).
Yeni bir kavgaya yol açmaması için Türkiyeli “İçen İnsan”ın tarihinin kısrak sütünden kımızla başladığını söylemek daha uygun, daha barışçı olacaktır. Kısrakların rahvan yürüyüşü o tarihte, sağıla sağıla öğrendiği rivayet edilir. Bizim icadımız “Aslan Sütü”ne ise daha çağlar vardır. İnsanlar bile sağılmış ama aslanlar henüz sağılmaya ikna edilememiştir.
Önsevişme ve kahkahanın keşfi
Roma İmparatorluğu yıkılınca, salon salomanje aşk-meşk de “Duraklama Dönemi”ne girer. Ardından “Gerileme Dönemi”yle “dar alanda kısa paslaşmalar” başlar. (Bkz yani “bekleyiniz”: “Facebook Sohbet Odaları’nın Tarihi”ne dair -henüz taslak hâlinde- makalem.)
İçki fıçıda, ahşap maşrapada, boynuzdan kupada durduğu gibi durmuyor elbet. Tarihi öyle. Hele dünyayı sarsan o “aşk-meşk” krizinde… Tarihin seyriyle bir kısım “İçen İnsan” da elindeki içkilerin hammaddesine ithafen “Arpa buğday daneler, aman dar geliyor düğmeler, yavrum dar geliyor düğmeler” türküsü-marşıyla uçan kuşa, kaçan dinozora yürümeye başlar.
“Doğrudan alâkalı” bir parantez açarak… Jean-Jacques Annaud’nun “Quest for Fire (Ateşi Aramak)” filminden öğrendiğim gerçekleri vurgulamalıyım. Cesar En İyi Film-En iyi Yönetmen ödüllü filmde, gelişmişlik dereceleri ateşe göre konumlandırılan üç ilkel topluluk vardır. Ateş yakmayı bilenler, ateşi saklayabilenler, ateşi çalanlar…
Ağaca yıldırım düşünce elde ettikleri ateşi gece gündüz söndürmeden, çalı çırpıyla besleyerek saklayan kabilenin gençleri, barbarlar ateşlerini çalınca yollara düşer. Ateş yakmayı, tütün tüttürmeyi filan henüz bilmiyordur garibanlar. Delikanlılar ateşi ararken, ateş yakmayı bilen kadınlardan oluşan kabileyle karşılaşırlar. Dalı dala sürterek yakılabilen ateşin yanısıra, benzer yöntemlerle onlardan “daha” neler neler (bu her yerde, her durumda, her zaman genelgeçer kalıp aklınızda kalsın) öğrenirler. İşte öpüşmenin, önsevişmenin, aşkın ve kahkahanın keşfi de, beş bin yıl aşağı, beş bin yıl yukarı o tarihlere rastlar.
Gerçekler sizi rahatsız etmiyorsa, filmi internetten seyredebilirsiniz. Annaud’nun 1986 yapımı “Gülün (Aşkın) Adı”nı sinemaya uyarlamasındaki itici güç, fikrimce “Ateşi (Aşkı) Aramak”la (1981) filizlenen o sürgündür. İlk filminde “kahkahanın keşfi”ne değinen Annaud, “Gülün Adı”nda gülmenin, kahkahanın yasak (günah) olduğu dönemlere gider. “Gülmek tehlikelidir, zira korkuyu öldürür”.
Arpa, buğday da(ha) neler…
İnsanoğlunun böyle keşifleriyle Medeniyet Tarihi hızla “Esriklik Tarihi”ne dönüşünce, şarap maşrapayı taşırır. Yeşil bir aya inanan muhalifler, Tarihi İstanbul Yerel Seçimleri’nde “Her şey güzel olacak” sloganını sadece “Daha” ekiyle kendine mâletmeye çalışan Tarihi İktidar misali sokaklara dökülür. Başka şeyler içen insanlar, yukarıda değindiğim “İçen İnsan”ın türküsüne aynen o yolla, “Daha” metoduyla yeşillenerek (Rötuşlu intihalin keşfi) agorada toplanırlar: “Arpa buğday da(ha) neler, aman yıkılsın meyhaneler…”
Ortam “fena halde leman (parlama)”dır. “Köküne kibrit suyu” diyenlerden biri kibrit çaksa, karşı taraf zaten tutuşacaktır. İşte, Amerika Birleşmiş Milletleri’nin köpüren Medeniyetler Çatışması’nı yatıştırmak için gazlı içecekleri, Helâl Cola’yı filan icat etmesi o tarihlere rastlar. Yaşanan İkinci Devrim’le adı Medeniyet Tarihi olan tedrisat da yerini, o tarihi tecrübeye sahip muallimlerle Devrim Tarihi’ne bırakır. Fışkıran gazın kapağı o zaman kapatılır. Ve gazlı meşrubatlarla “İçen İnsan”, yeni derinlikler kazanır.
Hard Rock’la Slow Dans çağı
“Gazoz” yazı dizimin geçen hafta (20 Aralık) beşinci bölümünde sözünü ettiğim “Gençlik Çayları”nın ruhu, özetlediğim bu arkaplan kavranmadan anlaşılamaz. Önceki yazımdan devamla… Ankara’da Gençlik Çayları’nın düzenlendiği o heyecanlı buluşmaların gözde mekânları, Maltepe’de Şato Yazar, Köşk, Güneypark, Tandoğan’da Mor Clup’dır. MET’de de (¹) var mıydı “gündüz Çay’ı”? Tam hatırlayamıyorum ama başlangıçta orası zaten harbi diskodur.
Gençlik Çayı deyince… Aklınıza Bahçeli mekânlarda çaya bandırılmış “püskevit” yerken fonda çırpınan aranje Türk Hafif Müziği gelmesin. Hard Rock’la Slow Dans çağıdır o günler… Deep Purple’dan “Soldier of Fortune”, Led Zeppelin’den “Stairway to Heaven”, The Eagles’dan “Hotel California”, The Rolling Stones’dan “Angie”, Jethro Tull’dan “You’re a Woman”, King Crimson’dan “Epitaph”… Tanrılar neler yaratıyor!
O kültlerle “Çay”, o mekân dışında başlangıçta el ele tutuşmayı bile ölçüp/biçen sevgilileri baş başa, yanak yanağa, sarmaş dolaş piste, o salınıma taşır artık. Hotel California’nın eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprakla merdivenleri ağır ağır çıkartan na(ğ)mesi hâline tercüman olur: “Nasıl da dans ediyorlar, tatlı bir yaz teri içinde / Bazı danslar hatırlamak, bazısı unutmak için… / Lütfen şarabımı getirin bana.”
“Atları da Vururlar”ın sıradanlığı
Hele Deep Purple’ın, “Epitaph”ın dokuz dakikalık Slow Dans rekorunu bir yıl sonra (1970) kıran ve 10 dakika 20 saniye süren “Child in Time”ı… (Huşûyla Slow yaparken -Behçet- Nacar saat tutmuşumdur da, ondan biliyormuşumdur muhtemelen.) “Zamanın tatlı, güzel çocuğu, çizgiyi göreceksin / İyiyi ve kötüyü ayıran çizgiyi / (…) / Gözlerini kapatman daha iyi olurdu / Başını eğmen daha iyi olurdu /Sekerek uzaklaşmadan bekle / İçinde olmak, şarkını duymak istiyorum.” Öyle uzun uzun, sallanmalı Slow danslara oranla, aynı dönemin “They Shoot Horses, Don’t They? (Atları da Vururlar)” filmi bile sıradan kalır.
“Child in Time”ı şu an, bu yaşımda çalsalar… İçimdeki o “zamane” çocuğu, beş aşağı 35 yukarı yaşıtım Kraliçe İkinci Elizabeth’i bile dansa kaldırır. Dans ederken, sanıyorum ikinciden önce fotoğraf makinesi bile icat edilmediği için sadece tablolarından -görücü usulü- tanıdığım ilk Elizabeth’i hayal ederim, o ayrı.
Sonra da Kraliçe’yle “Beş çayı”na oturur, yazı dizimin ilk bölümünde (22 Kasım) sözünü ettiğim milli meşrubat reklâmındaki gibi tiril tiril porselen çay fincanlarında gazozumuzu içer, o tarihi Gençlik Çayları’ndan filan konuşurduk, ne güzel. “Olmaz, olmaz…” demeyin. Kraliçenin, prensesin filan yanında kendini kraliyet şövalyesi (First Knight) hissetmek/hissettirmek, uzun, ağır ağır bir dansa, iki gazoza bakar. Böyle buyurdu Zerdüşt.
Tosbağa tavşanı nasıl geçti?
Gazozumu içtim, dibini -child in time- köpürtüyorum ama… Slow dans, en hususi danstır o zamanlar. Salyangoz hızında Cittaslow temasın ilk kamusal tezahürü, belki ilk sahne alışıdır. Cittaslow, yavaşlatılmış şehirler filan deyince benim hâlâ aklıma, kent meydanında toplanan cümle nüfusun sakin, bir o yana, bir bu yana sallandığı sarmaş dolaş danslar ve hiperaktif salyangozlar geliyorsa ondandır. “Yavaş dans”ın ana figürü o hoş hüsnükabulle sarılmadır zira.
Bıkmadan-usanmadan-yorulmadan yerinde sayan ama belli belirsiz dans adımlarıyla hedefine ulaşan kaplumbağa, aşk koşusunda o hovarda, arsız Bugs Bunny’yi o dans sayesinde madara eder. Erkekler o aydınlanmaya Lale Devri’nde üzerine mum diktikleri tosbağalarla ulaşmaya çalışsalar da başaramamışlardır. (Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan sonuna kadar yürümek, başka bir devrimin andı mıydı yoksa?)
Tek diğerkâm (diğergâm) tanrı Eros’un ok harcamasına bile gerek kalmaz Slow Dans’ta, o yavaşlatılmış filmde. Bir de solcuysan Kozmonot Yuri Gagarin misali kollarını açar uçarsın val(hal)la, o havası uzay kabinde. Mevzu aşka, diğerkâmlığa gidince Titan Kronos’un kanatlarını kestiği garibim Eros da “Sen beni gençken görecektin” bakışıyla melül melül iç çeker -uçarak dans eden- sana.
Teldeki Kuş ve diz çöken şövalye
Sonra yıllar yıllar geçer, kanatların kesilir yahut dumura uğrar, bir bakarsın sen de emekli Eros olmuşsun. Murathan Mungan’ın “Kuşlar dalları sever, kanatlarsa uçmayı…” kehaneti gerçekleşir… Konar, kuş -kadar- kalırsın. “Dinleyici İstekleri” programında Münir Nurettin’in yorgun sesiyle, “Ben bir garip kuşum / Kanadım kırıldı yollarda kaldım / Bağrıma saplandı zehirli bir ok (genç Eros) / Acısı dinmeyen bir yara aldım” olur şarkın.
Leonard Cohen’in “Bird on the Wire” şarkısındaki “Teldeki Kuş” da sana, o Kraliçe’yle bile dans eden İlk Şövalye’ye bakıp hüzünlü, anlayışlı tebessümüyle mırıldanır: “Sahaftaki bir kitapta kalan diz çökmüş şövalye gibi / Aşkın suretiydi iki büklüm eden beni…”
Yazım yine uzun oldu -umarım- biraz. Çoğu Matematikçi gibi çarpım tablosunu felsefeye, aritmetik düşünceye filan da uyarlayan şakacı Pascal’ın denklemiyle, “Eğer daha fazla vaktim olsaydı, daha kısa yazardım” belki. Matematik bilseydim tabii…
O daracık yerlerde ağız tadıyla oynayıp, nutuk müellifleri gibi geniş geniş, gönlümce yaz(a)mıyorum. (Bu öyle yazmamış hâlim.) Gazozdaki vâhim tehlikelere, dans yoluyla “yürüme”nin temel adımlarına bile giremedim henüz. Haftaya olsun…
BİR FİLM/BİR REPLİK
TANRILAR ARKADAŞ OLSA…
Viking Kralı Ragnar Lothbrok ile Hıristiyan Rahip Athelstan biralarını koyup sohbeti koyulaştırırlar. Ragnar Hıristiyanların tanrısını, Athelstan Odin’i, Thor’u, Vikinglerin tanrılarını merak etmektedir. Karşılıklı konuşurlar, güzelce tartışırlar; o dönemde de gücün, gazabın, savaşların arka planına yerleştirilen tanrıları… Ragnar bir an susar, boynuzdan kupasını “Skoll (Şerefe)” diyerek Rahip’e kaldırır:
“Ne kendi tanrından saklanabilirsin, ne de bizimkinden… Tanrılar adalete pek önem vermiyormuş gibi duruyor. Hepimiz aynıyız ama değilmişiz gibi yapıyoruz. Ben de aynı tanrısal ikilemden dolayı acı çekiyorum. İkimizden birisinin tanrısının galip gelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Umarım bir gün tanrılarımız da arkadaş olur…” (Vikings, Kanada-İrlanda yapımı TV dizisi)
(¹) Sazlı-sözlü tarihin loş ama biraz da öyle hoş koridorlarında Çankaya’daki MET’e değinmemek olmaz. İsmini CHP’li Kemal Satır’ın oğlu Mustafa’nın, 1959’da Adnan Menderes’in kurtulduğu uçak kazasında hayatını kaybeden DP’li Bayındırlık Bakanı Kemal Zeytinoğlu’nun oğlu Tolga’nın ve menajer, organizatör Erkan Özerman’ın baş harflerinden alan MET, Ankara’nın ilk modern diskotekleri arasında sayılır.
KAPAK RESMİ: 1883’de üretilen Dimitrakopulo şarabının ilanı ve Edvard Munch’un “The Dance of Life” tablosu (1899). Öyle içenler böyle dans ediyormuş demek, o yıllarda.