Bugünlerde Trump’a 74 milyon Amerikalının oy verdiğini unutup, Trump destekçiliğinin Kongre’yi basan ‘baldırı çıplak’ profilinden ibaret olduğu izlenimini yaymanın doğru bir siyasi çizgi olduğuna dair yaygın bir inanış ve propaganda var. Oysa popülizmin güçlenmesinin en önemli nedenlerinden biri işte bu küçümseme ve horlama.
Uğradıkları adaletsizliğin, horlanmanın intikamını alsın diye otoriter-popülist liderlerin peşinden giden kitlelerin demokrasi için bir tehlike yaratmadığını söylüyor değilim. Geçtiğimiz günlerde Serbestiyet’te yayımlanan “Popülizmin yükselişi ve panik duygusu” başlıklı yazımın girişinde belirttiğim gibi:
“Panik duygusunun baskın hale geldiği anlarda hep olduğu gibi, ‘popülist liderler ve onların ‘baldırı çıplak’ destekçileri demokrasiyi öldürüyor’ paniği de zecri tedbirleri onaylayan bir siyasi ortam yarattı. Demokrasinin faşizmin yükselişini seyrettiğinde neler olduğunu tarihten biliyoruz, böyle dönemlerde panik yararlı bir duygu ve tedbirler kaçınılmaz; savrulmamak kaydıyla…”
Böylece bu yazıda neye odaklanacağım da ortaya çıkmış oluyor: Vasıflı ve vasıfsız emek sahipleri (isterseniz: fikir ve kol işçileri, isterseniz: toplumun ‘elitleri’ ve ‘sıradan insanları) arasında iki yüzyıl süren ittifakın bozulması ve ‘sıradan’ların demokrasi için yarattığı tehlike karşısında demokrasiyi savunma adına ortaya çıkabilecek ‘savrulma’ halleri.
‘Sıradan’lar ‘aydın’ların partilerini sevmiyor
Trump destekçilerinin çoğunluğunun klasik anlamdaki işçi sınıfından oluşması, buna karşılık eğitimli elitlerin ‘solcu’ Demokrat Parti’yi desteklemelerinin anlamı ve buraya nasıl gelindiği üzerinde durmak önemli. Çünkü benzer eğilimler bütün dünyada gözleniyor ve popülist liderler bütün dünyada benzer toplumsal desteğe sahip.
Oysa bundan 60-70 yıl önce böyle bir şey düşünülemezdi bile. Fikrî emek sahipleri (aydınlar) ve işçi sınıfı, her iki emeği de sömüren sermaye sahiplerine karşı aynı kaderi paylaşırdı. Yani aydınlar da soldu, işçi sınıfı da.
Ne var ki bu sanayi çağı çıktısı, teknolojinin üretim biçimini ve üretim ilişkilerini değiştirmesiyle birlikte yavaş yavaş sönümlenmeye başladı. Bu süreçte hep işçi sınıfının önemsizleşmesi vurgulandı, ama ittifakın öbür parçasını oluşturan eğitimli elitlerin sermayeyle boy ölçüşecek bir güce sahip olmaya başlaması gerçeği üzerinde fazla durulmadı. (Fakat geldiğimiz noktada, bir fikri, bir buluşu harekete geçirerek üç-beş yılda sanayi devlerinin servetiyle boy ölçüşecek servetler kazanan bireyler ortaya çıkmaya başlayınca, artık onları görmezden gelmek mümkün olmuyor.)
‘Sıradan’larla ‘aydın’ların ittifakı ne zaman çözülmeye başladı?
‘Sıradan’larla ‘aydın’ların ittifakı,kol emeğinin önemsizleşmeye başladığı 1900’lerin ortalarından itibaren çözülmeye başladı. Ayrışma ilerledikçe tarafların talepleri de ayrışmaya başladı.
Popülist liderler üzerine yazdığım yazıların ilkinde (Ocak 2019), bu yol ayrımının taleplere yansımasına ve böylece aydınlarla halk arasındaki makasın giderek açılmasına dair şöyle bir soru sormuştum:
“Acaba, diyorum, liberaller, demokratlar ve hattâ hiçbir talebin işçi sınıfının taleplerinden üstün olmadığını savunan solcuların 1960’lardan itibaren öne çıkardığı taleplerde (ve o talepleri savunurken baş vurdukları dilde) bir sorun olabilir mi? Ve bu sorun, kendilerini, o taleplerin eğitimli taşıyıcılarının kullandığı imkânlardan mahrum sayan daha az eğitimli ve daha yoksul kesimlerde, son evresinde öfke patlamasına yol açan bir tepki birikimine yol açmış olabilir mi?
“Bu soruyu biraz daha açarak şöyle sorayım: Acaba, dünya çapında aydınların 1960’lardan sonra yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik gibi sorunlardan çok özgürlük, çevre, cinsellik, feminizm gibi kavramları öne çıkarmaları, toplumun bunlarla çok da ilgili olmayan kesimlerinde, aydınların ve onların yön verdiği siyasetçilerin kendi asli sorunlarından uzaklaştıkları gibi bir algıya yol açmış ve onları otoriter-popülist siyasetçilere itmiş olabilir mi?”
Bugün ABD’de Trump destekçilerinin çevre, cinsellik, feminizm, iklim değişikliği, ırk ayrımcılığı, göçmenlik vb konuları açıldığında takındıkları “kırmızı görmüş boğa” hallerine bakıp da bu soruya olumsuz cevap vermek mümkün değil.
Fransız aydınlar mazot zammına karşı çıkan Sarı Yelekliler’i neden ayıplamışlardı?
Halkla aydınların talepleri ve temel ihtiyaçları arasındaki ayrışma, iki yıl önce Fransa’da başlayan Sarı Yelekliler ayaklanmasında çok net bir görünüme bürünmüştü.
Hatırlayacaksınız, Fransa’daki Sarı Yelekliler’in, en tepesine mazot ve benzin zamlarının geri alınmasını koydukları talepler listesinin bazı maddelerine bir kısım Fransız liberalleriyle solcular itiraz etmişti.
Bu liberal ve solcu aydınlara göre, “itiraz edecek o kadar şey varken” hükümetin küresel ısınmayı önleme programı çerçevesinde fosil yakıtların tüketimini azaltmak hedefiyle attığı olumlu adıma köstek olmak yanlıştı; Sarı Yelekliler’i ayıpladılar, onları dar görüşlülük ve vizyonsuzlukla suçladılar.
(Fransa’da, mazot ve benzin üzerinde yüklü bir karbon vergisi var. 2014’te, François Hollande döneminde ton başına 7 Euro ile başlayan karbon vergisinin sonraki düzeyleri şöyle oldu: 2015’te 14, 2016’da 22, 2017’de 30, 2018’de 44 Euro… Sarı Yeleklilerin direnişi neticesinde değiştirilmeseydi, bu rakam 2019’da 55, 2020’de 65, 2021’de 75 ve 2022’de 86 Euro olacak, bu da Fransızların arabalarında kullandıkları benzin ve mazotun fiyatını önemli oranda artıracaktı.)
Sarı Yelekliler ne hissetmişlerdir?
Sarı Yelekliler, kendilerini vizyonsuzlukla suçlayan aydınlarla ilgili olarak acaba ne hissetmişlerdir?
Onları, uzun onyıllardır özgürlük, çevre, cinsellik, feminizm vb daha “soylu” talepler peşinde koşarken kendi hayati taleplerini “sıradan”, “bencilce” ve “süflî” bulan okumuş yazmışlar olarak görmüş olabilirler mi acaba?
Ben, sadece onların değil, dünya çapında otoriter liderlerin peşinden giden kitlelerin de öyle hissettiklerini düşünüyorum.
Tabii bu tepki, kendilerini daha “soylu”, daha “şık” taleplere adayıp onları unutan aydınların yanı sıra, onlara yakın siyasi iktidarlara da yönelik; tepkiden onlar da nasipleniyor ve sonuçta bütün bu süreç popülist liderlere yarıyor.
Bu da tarihin bir ironisi işte: 1789’da Fransa’da başlayan halk-aydınlar ittifakının bozulmasının en net görünümlü tezahürlerinden biri, iki yüzyıl sonra yine Fransa’da ortaya çıktı.
Fransız İhtilalini izleyen kabaca iki yüzyıl boyunca vasıflı ve vasıfsız emek sahipleri önce Kilise’ye ve aristokrasiye, sonra da burjuvaziye karşı olmak üzere hep ittifak ettiler. Artık öyle değil. Önce Fransa’daki Sarı Yelekliler hadisesi, ardından ABD’deki kutuplaşma gösterdi ki vasıfsız emek sahipleri, günümüzde okumuş-yazmışları Fransız İhtilali’nde ‘baldırı çıplaklar’ın aristokrasiyi gördüğü gibi görüyor.