Uzun yıllar çalışıp ailesinin geçimini sağladıktan sonra emekliliğin tadını çıkarmaya başlayan Ahmet Efendi boğazın sularını yara yara ilerleyen Ertuğrul firkateynine gururla baktı. 231 yıl önce atalarının dostluk adına Güneş İmparatorluğuna yelken açmasından sonra bu gidiş bir başkaydı. Japonya limanlarını ziyaret edip Osmanlı sancağını dalgalandıran firkateyn dönüş yolunda batıp, 550 Türk yiğidinin canına mal olsa da bu günlere dek süren dostluğun temellerini atmıştı.
Her sabah sektirmeden uğradığı çaycı Hasan’dan bir demli çay istedi. Tek şekerli çayını yudumlarken içi ısındı. Çaydan mıydı, yoksa ambarları ağzına kadar salgın aşısıyla dolu Japonya’ya doğru yardıma koşan firkateyne bakmaktan mıydı, o an için ayırt edemedi.
Ahmet Efendi Japonya’nın darda olduğunu Tokyo’da kafe işleten Nagatomo’nun isyanından öğrendi. Japonya’da duyulmayan bu isyan devletin ajansı sayesinde okyanusları aşıp, Ahmet Efendi dahil herkesin duyduğu bir haber haline gelmişti. Atalarının açtığı yoldan ilerleyen ülkesinin bu imdat çığlığına icabet etmesi ne yüce bir davranıştı. Bir kez daha içi gururla ısındı…
Aslında Japon ekonomisinin alarm çanları pandemiden önce çalmaya başlamıştı. Uzun süre üretimden çok inşaatla yürüyen ekonomi tükenme noktasına gelmişti. Şehirleri saran binalar göğü deldikçe halkın alım gücü azalmaya başladı. Japonya Başkanının atadığı damat ekonomi bakanı, ekonomistlerin ve rakamların aksine ülke ekonomisinin şaha kalktığını, hatta yükselişe geçip uçmaya başladığını açıkladı. Ekonomi uçarken, ani irtifa kaybına uğrayıp Fuji Dağına çakıldı. Her koşulda damadının yanında olan Japon Başkan damadın hazineyi sıfırladığını, sıra imparatorluktan kalma altınlara gelince anladı. Damadın istifa edip sırra kadem bastığını ülkenin büyük bölümü ancak 27 saat sonra öğrenebildi.
Dünyayı saran pandemiyi ülke ilk başlarda en azından halkla ilişkiler anlamında iyi yönetti. Komşu ülkeler Kuzey ve Güney Kore’den gelen görüntüler hiç de iç açıcı değildi. İnsanlar hastane koridorlarında ölüme terk ediliyordu. Ne var ki başlarda iyi yönetiliyor gibi gösterilen sürecin zaman ilerledikçe hiç de öyle olmadığı görüldü. Halktan rakamlar gizlenmeye başladı. Başlangıçta halkın güvenini kazanan sağlık bakanı aynı hızla o güveni yitirdi. Gerçekleri söylemeye çalışan bilim insanları anında hain ilan edildi. Zaten ülkede uzun süredir karşı görüşünü söyleyen herkes potansiyel hain mertebesine ulaşmıştı. İnsanlar işlerini aşlarını kaybetmeye başlayınca halkın karşısına çıkan başkan, ilk müjdesini verdi. Ev alımlarında banka faizleri indirildi. Bundan memnun olan bir kısım müteahhit oldu elbette ama halkın büyük bir bölümü kendine “Şimdi biz tuğla mı yiyeceğiz” sorusunu soramadan edemedi. İşleri bozulan esnaftan ucuz banka kredileriyle borçlanarak süreci atlatmaları istendi. Bankalardan kredi alarak kısa süreli rahatlayan esnaf, ödeme zamanı gelince daha da dara düştü. Bankaların ödeme takvimleri kısa, pandeminin ömrü beklenenden uzundu.
Gıda fiyatları yükselmeye başladı. Tarım ürünlerinde bir zamanlar kendi kendine yetebilen ender ülkelerden olan Japonya, dışarıdan tarım ürünleri ithal etmeye başladı. İthal ürünlerde bir gecede vergi indirimlerine gidildi. Bakliyatla dolu ambarlarıyla Nagazaki ve Osaka limanlarında bekletilen gemiler bir anda bu vergilerden muaf oldu. Bundan kimin vurgun yaptığını Japonya’da kimse bilemedi.
Japonya imparatorları geçmişte, şehirlerin etrafında bulunan bereketli topraklarda bostanlar oluşturarak halkın gıda ürünlerine en kısa sürede ve -ulaşım maliyeti az olduğu için- ucuz bir şekilde ulaşmasını sağlamıştı. Yüzyıllarca bu şekilde sürüp giden üretim işleyişi giderek bozuldu. Şehirlerin etrafındaki bereketli arazilere evler, fabrikalar yapıldı. Bu araziler bina yapma hırsı ve rantına yenik düştü. Çiftçinin ürettiği tarım ürünleri giderek uzak mesafelerden getirilmeye başlayınca fiyatları da arttı. Diğer yandan çiftçinin ürettiği ürünler maliyetini bile karşılamamaya başladı. Hayvanları, tarlada yetiştirdiği ürünleri kredi aldığı bankalar tarafından haczedilmeye başladı. Çiftçi maliyetini karşılamayan patatesi hayvanlarına yedirdi. İnekler de hacizliydi, böylece çiftçi, onları besleyerek daha az hayvanını hacze verme hesapları yapmaya başladı.
Çiftçinin hali ve ahvali böyle giderken bütün bu çarpıklıkların kabağı esnafın başına patladı. Her fırsatta parmak sallamayı adet edinen Japon başkan bu kez esnafa aynı şeyi yaptı. Bu da çare olmayınca Japon Posta İdaresi devreye sokuldu. Gıda ürünlerinin dağıtımının posta idaresi tarafından yapılması gibi dahiyane bir fikir bulundu!
İşçileri işten çıkarmak pandemi sürecinde yasaklanmıştı ama işverenler ‘ahlaksızlık’ maddesini kullanarak sendikalı işçilerden kurtulmayı akıl etti; çünkü bu bir istisnaydı, işçi ‘ahlaksızlık’ ederse işten çıkartılabilirdi.
Bu maddeden işten atılanlardan biri de posta idaresinde çalışan üç çocuk babası kanser hastası Yutuyama idi. Onun gözyaşlarını ülkenin çok az insanı gördüğü gibi, kimsenin de umurunda olmadı.
Dünyanın pandemiden kurtuluşu aşıdaydı. İlgiyle bu haberleri izlemeye başladı Japon halkı. Ülkeyi yönetenler başka ülkelerde yapılan aşılardan aslan payını alacaklarını halkına söylemeye başladı. 50 milyon doz aşının geleceği söylendi. Ha bugün ha yarın derken uzak bir ülkeden 3 milyon doz aşı gecikmeyle olsa da geldi. Ülkede hiçbir şey şeffaf olmadığı için, bundan sonra ne kadar geleceği belli olmasa da umutlanıldı. Zaten ülkede umut etmekten başka seçeneği kalmamıştı insanların…
Bütün bunlar olup biterken ülkenin en önemli üniversitelerinden biri olan, öğrencilerin girebilmek için gecesini gündüzüne katarak çalıştığı Tokyo Üniversitesi’ne bir gece yarısı tepeden inme bir rektör atandı. Atanan rektörün üniversite ile uzaktan yakından alakası olmadığı gibi, bilimsel yeterliliği de tartışmalıydı. Öğrenciler, öğretim üyeleri ile birlikte şiddetten uzak protesto eylemlerine başladı. Şimdiye kadar aldığı kararların sorgulanmasına öfkelenen başbakan buna da çok öfke duydu. Bir gecede bu öğrenciler ‘terörist’ ilan edildi. Başkanın öfkesiyle karşılaşıp buna rağmen protestolarına devam eden öğrenciler, bir yandan da okuyabilecekleri bilimsel özgürlükleri olan üniversiteleri araştırmaya başladı. Bunlar arasında ilim ve irfanda ileriye gitmiş olan Türkiye de vardı. Türkiye’deki üniversitelere Tokyo Üniversitesi öğrencileri tarafından büyük bir talep oldu.
Ertuğrul Firkateyni Marmara Denizi’nde gözden kaybolurken Ahmet Efendi iyi ki Japonya’da değil Türkiye’de yaşıyorum diyerek ülkesiyle bir kez daha gurur duydu. Kendi ülkesi öyle miydi? Pandeminin başlamasıyla birlikte iktidar 1 trilyon dolarlık yardım paketi açıklamış, bunu gerekirse 3 trilyon dolara çıkarabileceğini söylemişti. Pandeminin yayılmaması için başlangıçta en katı kurallar uygulanmış, tam kapanma dahil her şey yapılmıştı. Bu sayede ülkesi pandemiyi en az hasarla atlatmayı başarmıştı. Zaten aşı konusunda da sıkıntısı yoktu memleketinin. 15 gün sonra doğacak torununu bu güven duygusuyla kucağına alabilecekti. Bütün bunlar olurken yine de çatlak seslerin olması normaldi. Dünya üzerinde memnun olmayacak tek canlının insan olduğunu Ahmet Efendi çok iyi biliyordu..
Ahmet Efendi’yi rüyasından çaycı Hasan’ın sesi çıkardı. “Biliyor musun yakında Ay’a gidiyoruz, uzay programını açıkladı başkan..” Ahmet Efendi, eline iki bardak çay alıp yanındaki sandalyeye oturan Hasan’a gülümseyerek baktıktan sonra cevap verdi. “Öyle ya bu günleri de gördük çok şükür. Sabah bizim alt kat komşumuz Münevver hanımla karşılaştım. 80’ini çoktan geçmesine karşın yaşama sevincinden hiçbir şey kaybetmemiş bir kadındır. Bana, senin tanıdıkların çoktur, söyle onlara beni göndersinler. Ahir ömrümde uzaydan memleketime son bir kez bakayım dedi.”
Çaycı Hasan elini Ahmet Efendinin omzuna attı, “Bakarsın şans bize güler ikimiz birlikte gideriz…”