Tarkovski’de güzel olan, yaptığı işin bilindik yol ve yöntemlerini bütünüyle bir tarafa bırakıp kendi yolunu içinden geldiği gibi bulmaya kalkışma cüretini gösterebilmesidir. Yaptığı filmler, kimlerin ne kadar izleyeceğinden ya da ne anlayıp ne anlamayacağından bağımsız bir kendini sanatına teslim etme dürtüsü, bir tür mistik kendinden geçiş hali gibidir. Kendisi yaptığı işi “şiirsel sinema” olarak ifade etse de pekâla “mistik sinema” da denilebilir. Yaptığı işlerde matematiksel bir mantık yoktur. Mühürlenmiş Zaman’da (agorakitaplığı) onunla Ayna filmine dair yapılan söyleşilerden birinde söyler bunu: “yıldızları, denizi seyreder gibi, nefis bir manzaraya dalıp gider gibi. Matematiksel mantık yok bu filmde; [hangisinde var ki!] insanın ve hayatın anlamının ne olduğu sorularına cevap falan da vermiyor.” (s.xii).
Eski geçilen yolları adeta hiçe sayma cüreti, önünde yepyeni, hiç ayak basılmamış ve tam da bu yüzden insanın kendi kaderiyle baş başa kalmaktan kaynaklı bir korku ve ümit karışımı gizemli bir dünyaya yönünü çevirmiştir. Bu bize bir şey söyler; özellikle yaratıcılık isteyen mesleklerde tarihsel birikim aynı zamanda büyük bir ayak bağıdır. Birikim aynı zamanda bir yön kaybıdır. Burada hiçe sayma, geçmişten çok gelecekte geçileceği belli olandır. Tarkovski de bunu yapmıştır, hem de büyük bir başarıyla: “Mesleğimin temel ilkelerini kavrama ve temel yasaları üzerine kendi görüşlerimi dile getirme arzum, daha çok, bildiğim sinema teorilerini elimin tersiyle itmemle gerçekleşti.” (s.ix).
Fakat, buradaki yaklaşımı kolayca anlaşılabilecek bir hiçe sayma ya da reddediş değildir. Bu durumu şöyle anlatır ki üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir görüştür bu: “Sanatçı olabilmek için konuya ilişkin bir şeyler öğrenmek, profesyonel birtakım alışkanlıklar ya da tavırlar edinmek yeterli değildi. Tıpkı bir zamanlar birinin dediği gibi: İyi yazabilmek için önce dilbilgisi kurallarını unutmak gerekir. Unutmak için de önce bilmek gerektiği de doğrudur tabii…” (s.85).
Tarkovski filmlerini pek çok kişi anlamsız bulur. Çünkü aslına bakılırsa onun işi her iyi sanatçıda olduğu gibi anlaşılır olmak değildir. Onun için anlaşılır olma kaygısı en az anlaşılmaz olmak kadar saçma ve gereksizdir. O daha çok anlaşılmaz duygularla ilgilenir. Gerçekliği duygularla kurma arayışındadır: “Benim gözümde gerçeğe benzerlik ve iç gerçeklik, olayların olduğu haliyle yansıtılmasından ziyade, duyguların olduğu gibi aktarılmasıyla sağlanır.” (s.11). Fakat bu, düşünceyi dışarıda bırakan bir duygusallık değildir. Tam aksine, düşüncenin duygu olarak kendini göstermesidir ki bu onun için hayati bir öneme sahiptir: “Gerçek sanat, her zaman düşünceyle biçim arasında organik birliğin var olmasını gerektirir. Düşünce olmayıp da biçim varsa ya da biçim olmayıp da düşünce varsa, bunlar ancak sanatın sınırları dışında gerçekleşmiş birtakım çeşitlemelerdir.” (s.15).
Sanatın gücü düşünceyle duyguyu iç içe geçiren bir yeni biçim üretmesinden gelir. Bu yüzden fazlasıyla anlaşılmazdır ama her filminden sonra üstünüzden bir daha hiç gitmeyecek güçlü bir duygu kalır. Bu nedenle sanat, satılabilir bir mal olmaktan bütünüyle uzaktadır: “Satışa çıkarılmış bir mal gibi ‘tüketici’ye yönelik bir sanat değilse eğer söz konusu olan, her sanatın amacı, insanın kendisine ve çevresindekilere bu gezegende ne aradıklarını, neden yaşadıklarını, varlık sebeplerinin ne olduğunu açıklamaktır. İsterseniz açıklamak yerine, insanlara bu soruyu sormak, onları bu soruyla yüzleştirmek de diyebiliriz.” (s.30).
Ingmar Bergman’ın, bu kimselerin izinden gitmeyen, her yaptığı işle kendi hayatının sisli perdesini biraz daha sıyıran Andrey Rublev yönetmeni esrarengiz adamın gücünü kabul ettiği fakat filmlerinin çok azını beğenebildiği, çoğunu ipe sapa gelmez bulduğu söylenir. Oysa Tarkovski bütün bu taşlamalar karşısında Gandivari bir eminlik içerisindedir: “Filmlerime kimsenin ihtiyaç duymadığı, anlaşılmaz şeyler oldukları öyle çok söylendi ki, bu türden itirafların ruhumu ısıttığını, yapmakta olduğum işe anlam kattığını ve doğru yolda yürüdüğüme inancımı pekiştirdiğini söylemeliyim.” (s.xiv).
Kendi zevklerine ve estetik duygusuna yeterince güvenmeyen hiç kimse sanatçı olamaz ona göre çünkü sanat bilimden çok farklıdır. Bilimsel çalışmalardaki kendine güvenmeme ve hep var olan birikimden hareketle tutarlı ve nesnellik içerisinde ilerleme tedirginliği sanatta yerini eminliğe ve biricikliğe bırakır: “Bilimde, insanın dünyaya dair bilgisi, sonsuz bir merdivenin basamaklarını tırmanmak zorundadır; bu tırmanış sürecinde dünyaya dair edinilmiş bir önceki bilgi sürekli yenisiyle yer değiştirir, nesnel gerçekliğe ulaşma adına mantıksal bir tutarlılıkla sonraki bilgi önceki bilgiyi yadsır. Sanatsal buluş ise her seferinde dünyanın yeni ve biricik imgesi, dünyaya dair yeni ve biricik tasavvur ve mutlak gerçekliğin hiyeroglifi olarak doğar.” (s.31).
Onun filmleri modern sanata bir baş kaldırıdır. Kendini kendine referansla doğrulayan bir hayatın kaçınılmaz bunalımından çıkış çabasıdır. Onun sanatı, maddi gerçekliğin ötesine geçemeyen sınırlandırılmış insanın kendine dönen amacından doğan acının ideale duyduğu özlemin yansımasıdır: “Bitmez tükenmez bir hasret, insanların çevresinde toplandığı bir büyük ideal özleminin olduğu yerde ortaya çıkar sanat; orada tutunur, gelişir. Kendini doğrulama, onaylama adına hayatın anlamını aramaktan vazgeçen modern sanatın tuttuğu yol yanlıştır. Sanat diye anılan bu türden etkinlikler, bireysel olarak yapıp eyledikleri şeylerin ne denli sıra dışı, üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan kuşku verici kişilerin tuhaf, eksantrik meşguliyetleri olarak görülüyor.” (s.32). Ne doğru bir tespit!
Mühürlemiş Zaman, bana göre tek başına bir sanat okulu sanki…işte bir başka dersi: “Sanatçının konusunu ‘aradığı’nı söylemek yanlıştır. Konu sanatçının içinde bir meyve gibi yetişir, sonra da gösterilmeyi (ifadeyi, izharı) talep etmeye başlar. Doğuma benzer bir durumdur bu…Ozanın gururlanacağı bir şey yoktur; çünkü o durumun hakimi değil, hizmetçisidir. Yaratıcılık onun tek varoluş biçimidir ve var ettiği her eser, gönül rızasıyla vazgeçemeyeceği, geri duramayacağı bir eylemi belirler.” (s.37).
Sanat bizde olmayanı hissetmemizi, tamamlanmamızı sağlar. İçimizdeki boşluğu doldurur. Sonsuz genişlikte bir dünyanın ferahlığını duyurur. Filmleri izlemeye giderken biraz da kendimizi izlemek isteriz bu yüzden. Yitirdiklerimizi bulmaya gideriz: “Seyirci sinema bileti alarak sanki kendi deneyimlerindeki boşlukları doldurmaya çalışır, adeta, ‘yitirilmiş bir zaman’ın ardına düşer; iletişimsizlik, tekdüzelik ve tedirginliklerle dolu bugünkü hayatının onda yarattığı manevi boşluğu doldurmak arzusuyla yanar tutuşur.” (s.80). Çünkü aslına bakılırsa insan anlaşılmazdır, çok zor anlaşılır ve ancak kendi kendini anlayabilir: “Hiç çaba harcamadan, tutkulu bir arzu duymadan bir insanın bir başkasını anlayabilmesi imkânsızdır.” (s.102). Sanat insanın kendine giden yolu aydınlatıcıdır ve bunu da sanatçı ancak kendinden yola çıkarak yapabilir.
Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz ki böylesi bir sanat, iç özgürlüğü arttırıcıdır fakat Tarkovski’nin özgürlük tanımını kabul etmek şartıyla: “Özgürlük, çevremizdekilerden, hayattan hiçbir şey istememeyi öğrenmekte…önce kendinden isteyecek ve kolayca verebileceksin. Özgürlük, sevgi adına yapılan özveridedir!” (s.188). Böylesi bir özgürlük insanın dış dünyadaki ve toplumdaki konumuyla çoğu zaman tersinedir ve Tarkovski de büyük bir hazla işte tam olarak bunu işlemektedir: “Bugüne dek yaptığım filmlere baktığımda fark ettim ki, ben hep içlerinde özgür olan insanları anlatmışım. Yani, kendilerini çevreleyen insanlara bağımlı olmaları dolayısıyla özgür olmayan, ama iç özgürlüklerini koruyan insanları. Zayıf görünen insanları…Ama ben asıl, bu zayıflıktaki gücü anlattım; bu insanların ahlaki inançlarından aldıkları gücü.” (s.188).
İşte bunu anladığımızda ne çok şeyi anlamış olacağız!