Ana SayfaManşetPeki manipüle eden kimdi?

Peki manipüle eden kimdi?

İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasından yıllar sonra önyargılar, aşırı yorumlar, komplo teorilerinden ibaret itirazlarla sözleşmeyi manipüle edenler malum. Onların “eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim” olmadığı da açık. O yüzden devletin “Manipüle ettiler güzelim sözleşmeyi” açıklamasından daha ikna edici bir açıklama bulmasında fayda var.

Türkiye’nin imzalamasından 10 yıl sonra İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinin üzerinden bir hafta geçti.

Türkiye’nin adını verdiği bu sözleşmeden çekilmesi, sosyal medyada yazıldığı gibi “eve misafir çağırıp, salonda onlar otururken yatmaya gitmeye” benziyor.

Paris İklim Anlaşması’ndan Fransa’nın çekilmesine benzetenler de var.

Ama bu benzetme bile eksik kalıyor.

Çünkü küresel ısınmaya karşı bir sözleşme hazırlama fikri Fransızların çok parfüm kullanması üzerine başlamadı.

İstanbul Sözleşmesi fikrinin doğmasının bizzat sebebi ise Türkiye’de bir kadının başına gelenlerdi.

Diyarbakırlı Nahide Opuz’un, 36 kez şikayetçi olduğu, kendisini bıçaklayan, üzerine araba süren ve en son da bu cehennemden kızını kurtarmak isteyen annesini öldüren eşini hukuken durduramayan Türkiye devletini 2009’da AİHM’de mahkum ettirmesi, sözleşme fikrinin doğmasına neden oldu.

Çünkü ilk kez AİHM tarihinde bir devlet kadına karşı şiddeti engelleyemediği için mahkum edilmişti.

Sözleşmenin maalesef bu kötü sicille ‘ilham’ kaynağı olan Türkiye, sözleşmenin yazılmasında da önemli bir rol oynadı.

Sözleşmeyi hazırlayan yedi kişilik kurulun en aktif üyesi Türkiye Dışişleri’nin konseye önerdiği Prof. Feride Acar’dı. Sözleşme hazırlanırken ve onaylanırken Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu’ydu. Konseyin Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu başkanı CHP milletvekili Gülsün Bilgehan’dı. Sözleşme 2011’de Türkiye’nin Avrupa Konseyi dönem başkanlığına yine Türkiyeli siyasetçilerin girişimiyle yetiştirildi. Avrupa Konseyi’ndeki Türk Parlamenter heyetinin başkanı şimdi Washington büyükelçisi olan Murat Mercan ve konseydeki AK Partili milletvekilleri bunun için ısrarla bastırmışlardı. Nihayet sözleşme Mayıs 2011’de İstanbul’daki Avrupa Konseyi Dışişleri Bakanları zirvesine yetiştirildi ve imzaya açıldı. Bu yüzden adı İstanbul Sözleşmesi oldu. Toplantıda sözleşmeyi ilk imzalayan da Türkiye adına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ydu. İmzaladıktan 7 ay sonra sözleşmeyi meclisinden geçiren ilk ülke de Türkiye oldu. Başbakan’ın Türkiye’nin öncü rolüne atıf yapan gerekçe yazısıyla Meclis’e gönderdiği sözleşme, oy birliğiyle Meclis’te alkışlarla kabul edildi.

Türkiye’nin buradaki öncü rolünü anlamak için şu bilgileri hatırlamak yeterli.

2011’de Türkiye’den sonra sözleşmeyi imzalayan İspanya, Fransa, Danimarka üç yıl, Finlandiya dört yıl, Almanya ve Norveç ancak 6 yıl sonra meclislerinde onaylattılar.

Medeni Kanunu aldığımız İsviçre bile sözleşmeyi ancak Türkiye’den iki yıl sonra imzalayıp, altı yıl sonra meclisinden geçirdi.

Türkiye’nin öncü rolü burada da bitmedi. Sözleşmeye uygun ilk yasayı çıkaran (6284) ülke de Türkiye oldu. Hatta Türkiye diğer ülkelere sözleşmeyle ilgili eğitimler bile verdi.

O günlerde Başbakan Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi’ne öncülük etmekle övünen açıklamalar yapmış, tweetler atmış hatta 2011 seçim kampanyasında bu sözleşme kullanılmış, seçim beyannamesinde yer almıştı.

2013’de AK Parti iktidarının başarılarının anlatıldığı Sessiz Devrim kitabında da İstanbul Sözleşmesi övücü cümlelerle geçmişti.

İşte Türkiye böyle bir sözleşmeden bir hafta önce bir gece yarısı hiçbir açıklama yapılmadan Resmi Gazete’de çıkan bir Cumhurbaşkanı kararıyla çıktı.

Neden çıkıldığıyla ilgili doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından şu ana kadar hiçbir şey duymadık.

AK Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmada duyabilirdik. Çünkü yazılı metinde 8 paragraflık bir kısım sözleşme üzerineydi ama konuşmanın o paragraflarını da ilginç bir şekilde atladı ve okumadı.

Nihayet dün artık rutinleşen Cuma namazı çıkışı açıklamasında bir gazetecinin sorusu üzerine şöyle dedi:

“Meclis’in alacağı bir karar filan değildir. Biz bu kararımızı aldık. Olay bu kadar basittir. Bu bizimle alakalı değil, yine Meclisle alakalıdır diye herhangi bir şey söz konusu değil. Biz kararımızı verdik. Gireriz ve girdiğimiz gibi de çıkarız. Bunun kimse de ne önünü ne arkasını karıştırmasın. Çıkma kararını verdik, kendilerine de durumu bildirdik ve bu işte böylece bitmiştir.”

“Gireriz ve girdiğimiz gibi de çıkarız,” olay bu kadar basit.

Bu açıklama üzerine söylenecek çok şey var ama o söylenecekler Türkiye’deki demokrasi, cumhurbaşkanlığı sistemi tartışmalarına girer.

Sözleşme içinde kalalım.

Bir haftadır elimizde bu kararın neden alındığıyla ilgili en somut  açıklama Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından yapılanı.

Açıklamanın Biden’dan AB liderlerine kadar Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi üzerine gelen dış tepkilere karşı hazırlandığını dilinden, üslubundan anlamak mümkün.

Zaten İngilizcesinden Türkçe’ye çevrilmiş gibi duruyor.

Çekilmenin nedeni şu paragrafta açıklanmış:

“Başlangıçta kadın haklarının güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir. Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararı alması da bu nedene dayanmaktadır.”

Aslında sözleşme aleyhine hiç bir şey denmiyor. Hatta sözleşmenin “Başlangıçta kadın haklarının güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçladığı” bile söyleniyor.

Ama imzalarken güzel ve masum olan sözleşmeye sonra ne olmuş: “Eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiş.”

Yani özetle ‘sözleşme aslında iyiydi de birileri manipüle etti’ diyor.

Sözleşmenin 81 maddesi 2011’den beri değişmediğine göre bu içerikle ilgili bir manipülasyon olmasa gerek.

Açıklamanın İngilizcesinde “manipüle etti” yerine daha sert bir ifade seçilmiş: “Hijack.” Yani birileri gasp etmiş, alıp kaçırmış.

Bu açıklamadan şunu anlıyoruz: Bir devlet bir sözleşmenin hazırlanmasına ön ayak olmuş, adını vermiş, ilk imzacısı olmuş, meclisinden oy birliğiyle geçirmiş, Başbakan sözleşmeye öncülük yapmakla övünmüş, seçim bildirgelerine konmuş, sözleşmeyi hayata geçirmek için özel kanun çıkarılmış, yıllarca savunulmuş, sonra 10 yıl sonra fark edilmiş ki sözleşmeyi birileri alıp kaçmış.

Devlet de bu manipülasyonla mücadele etmek, imzasının arkasına durmak, sözleşmenin manipüle edilmesini engellemek gibi daha basit tedbirler almak yerine sözleşmeyi alıp çöpe atmış.

Koskoca bir devlet, kendi adını taşıyan, meclisinde onayladığı sözleşmenin adını vermediği bir kesim tarafından gasp edilmesini engelleyememiş yani!

Bir nevi Truva atı gibi sözleşmenin içinden maddeler çıkıp son kalemiz olan ailemizi ifsad etmişler!

Peki bu çok etkili oldukları anlaşılan, devleti dize getiren ‘kesim’, sözleşmeyi nasıl manipüle etmiş, ne yaparak gasp etmiş?

Bu 10 yılda somut olarak ne yaşanmış da devlet bu manipülasyon karşısında çaresiz kalmış?

Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ne dayanarak eşcinsel evlilikler mi yasallaşmış? Yoksa dış güçler Türkiye’ye eşcinsel haklarını bu sözleşme üzerinden mi dayatmış? Netflix dizilerindeki eşcinsel karakterler bu sözleşmeden mi cesaret alıyor? Bülent Ersoy bu sözleşmeye dayanarak mı Cumhurbaşkanlığı resepsiyonlarında, iftarlarında Cumhurbaşkanı’nın masasında oturuyor?

Halbuki durum tam tersine.

Türkiye’de eşcinsel haklarında bırakın ilerlemeyi gerileme var. Sözleşmeden sekiz yıl önce başlayan onur yürüyüşleri, sözleşmenin imzalanmasından dört yıl sonra artık yapılamaz hale geldi. Gökkuşağı bayrağı sallamak bile suç oldu. Bu yüzden dün onlarca Boğaziçili öğrenci gözaltına alındı.

Ayrıca Türkiye’deki eşcinseller de haklarını İstanbul Sözleşmesi üzerinden savunmuyorlar.

Çünkü sözleşme buna imkan vermiyor.

Tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan İstanbul Sözleşmesi’nin 12 bölüm, 81 maddesinin ana karakteri kadınlar. Yan rollerde de erkekler var. Sözleşmede başka bir cinsiyete atıf yok.

Bu 81 maddenin sadece tek bir maddesinde “cinsel yönelim” kavramı geçiyor.

Dördüncü maddenin üçüncü bendinde:

“Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.”

Yani sözleşme hükümleri uygulanırken, bir mağdur, ki bu sözleşmenin mağdurları kadınlar, haklarını korumaya yönelik tedbirlerden yararlanırken, sıralanan pek çok özellik, kimlik veya statüsüyle birlikte “cinsel yönelimi” yüzünden de, yani eşcinsel olması nedeniyle de ayrımcılığa uğratılamaz diyor.

Ama okuyunca vicdan sahibi kimsenin “uğratılmalı” diyemeyeceği bu açık hükmü, eşcinsellere yasal güvence, bu kimliği resmen tanıma olarak anlayan bir tek Türkiye’deki sözleşme karşıtları değil.

Slovakya’da, Hırvatistan’da, Bulgaristan’da, Polonya’da, Macaristan’da ve Ermenistan’da bizim haberlerde “göçmen karşıtı”, “ırkçı”, “aşırı sağcı”, “İslamofobik” diye geçen partiler ve hareketler de bu maddeyi öyle anlayıp sözleşmeye karşı çıkıyor.

Bulgaristan’da yine aşırı sağcılar ve Jivkov’un partisinin devamı olan sosyalist partinin itirazlarıyla sözleşme Meclis’te onaylanmadan önce Bulgar Anayasa Mahkemesi’ne gönderildi. Onlar da böyle anladı ve “onaylamayın” dedi.

Ama bu konuda elimizde Bulgar AYM’si dışında daha güvenilir bir referans var.

Bizzat Avrupa Konseyi’nin hukuki danışma komisyonu Venedik Komisyonu’nun iki yıl önceki raporu.

Ermeni Kilisesi’nin yüksek sesle karşı çıkmasına rağmen sözleşmeyi 2018’de imzalayan Ermenistan hükümeti, sözleşmenin meclisten onaylanmasına karşı artan itirazlar üzerine Avrupa Konseyi’nin hukuki danışma mekanizması olan Venedik Komisyonu’na “gerçekten de bu anlama mı geliyor” diye sordu.

Venedik Komisyonu Ekim 2019’da sözleşmeyle ilgili raporunu açıkladı.

Raporda madde madde şöyle deniyor:

“Sözleşme  herhangi bir devlete  bazı maddelerde geçen  kategorilerdeki kişileri tanıma veya özel bir statü tanıma  yükümlülüğü getirmemektedir.   Sadece ayrımcılığa tabi tutulmamaları  gereken gruplar olarak saymaktadır. Medeni durum, etnik kimlik, renk, dil, inanç vb. gibi. Şiddete karşı herkes korunacaktır.

Sözleşme tanım olarak farklı hukuki sistemlere uygulanabilecek tarzda öngörülmüştür. Örneğin aynı cins evliliği tanıyanlara veya tanımayanlara. Dolayısıyla Sözleşme‘nin  bu hukuki tanımları kabul etmeyen devletlerden bunları   iç hukuklarına yansıtma  gibi bir talebi yoktur.

Bazı devletler  Sözleşmenin onayının aynı cins evliliğin meşrulaştırılacağını düşünüyorlar. Örneğin Slovakya’nın onaylamama nedenleri arasında bu da rol oynamıştır. Ancak Sözleşme’de böyle  bir husus bulunmamaktadır.

Sözleşme  cinsel  eğilim ifadesini  sadece ayrımcılık yapılmaması gerekli gruplar bağlamında kullanmıştır. Devletlerin iç hukukunda bunun olması veya olmaması Sözleşme’yi ilgilendirmemekte, bir beklentisi de bulunmamaktadır.

Nihayet; onaylama kararı şüphesiz  Ermenistan devletine  ait bulunmakla birlikte, Venedik Komisyonu  Sözleşme‘nin Ermeni Anayasasıyla çeliştiğini düşünmemektedir. Bilakis Sözleşme kadına karşı  ve aile içi şiddetin önlenmesi hususunda Anayasa’sıyla ve   bu ülkenin imzalamış olduğu  diğer anlaşmalarla da uyumludur.”

https://www.venice.coe.int/webforms/documents/?pdf=CDL-AD(2019)018-e

Özetle Venedik Komisyonu, “bu sözleşmeyi imzalamak sizi cinsel yönelimi tanımış yapmaz, bunun için adım atmak üzere sizi bağlamaz, bunlar tamamen sizin kararınızdır” dedi.

Peki, devletin elinde bizzat Avrupa Konseyi’nin Venedik Komisyonu’na ait böyle kapı gibi bir içtihat varken, bu sözleşmeyi kim manipüle etmiş olabilir?

Bir haftadır isim verilmediği için bilmiyoruz.

Bir tek geçen hafta AK Parti MKYK’ya giren Metin Külünk, “Satanistler”in adını verdi. Anadolu’yu yeniden Anatolia yapmaya çalışan Satanistler…

Ama daha iyi bir tahminimiz var.

Bu sözleşmenin diğer maddelerini de manipüle edenler olabilir mi?

Sözleşmenin altında tanımdan ne kastedildiği açıkça yazılmışken “İngilizce “Domestic violence”ı bize ‘aile içi şiddet’ diye tercüme ettirdiler” diyenler, basmakalıp kadın ve erkek rollerine (Kadınlar evde ütü yapar, erkekler siyasetle uğraşır gibi) atıf yapan ‘gender stereotype’i ‘cinsiyetsizlik’ olarak lanse edenler, namus cinayetlerini eleştirmek için yazılmış ‘sözde namus’ sözünden ‘namussuzluk’ çıkaranlar…

https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/ya-toplumsal-sozlesme-ne-olacak-1578170

İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasından yıllar sonra önyargılar, aşırı yorumlar, komplo teorilerinden ibaret itirazlarla sözleşmeyi manipüle edenler malum.

Onların “eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim” olmadığı da açık.

O yüzden devletin “Manipüle ettiler güzelim sözleşmeyi” açıklamasından daha ikna edici bir açıklama bulmasında fayda var.

Belki, dört yıl önce “Güçlü Meclis, güçlü Türkiye” vaatlerine kanıp bir referandumla Cumhurbaşkanı’na Montrö Anlaşması’ndan çıkma hakkını bile verdiğinin farkında olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı fanilere “Gireriz ve girdiğimiz gibi de çıkarız, olay bu kadar basit”tan daha fazla açıklamayı layık görmüyor olabilirsiniz ama dünyaya İstanbul adını taşıyan sözleşmeden çekilmeyi, yani evde misafirler salonda otururken yatmaya gitmeyi, böyle açıklayamazsınız..

- Advertisment -