Geçmişte yaşananların bugün ürettiği sonuçlara bakmak, zihnimizde bir sürü soruyla birlikte yaşamaya devam eden “geçmiş” hakkındaki kavrayışımızı berraklaştırmaya yardımcı olabilir.
Bu yöntem, “geçmiş” yaşanırken ortada olmayan bazı somut-nesnel bilgilerin zamanla ortaya çıkmasıyla elde edilecek “geçmiş” kavrayışı kadar sağlam olmayabilir. Çünkü olgulardan çok akıl yürütmeye, spekülasyona dayanır; fakat yine de iş görür.
Ben de bugünkü yazıma, kullanacağım yöntemin zaaflarının farkında olduğumu belirtmek üzere “biraz spekülasyondan bir şey olmaz” diyerek başlamak istiyorum.
Başka bir politik özne?
İki eski iktidar ortağına (AK Parti ve Gülen Cemaati) dair, bugünden bakıldığında onlara ait olduğuna inanmanın güç göründüğü iki kararı ele alacağım bugün. İki karara dair iki soru var zihnimde:
Birinci soru: Mademki devleti sızma yöntemiyle ele geçirmesine ramak kalmıştı, Gülen Cemaati başarısızlık durumunda kadrolarının devletten kazınması anlamına gelecek darbe girişimine hangi akla hizmetle başvurmuştu? (Bu soruya verilen joker cevabı biliyorum: “Büyük bir kazıma hareketi başlatılacaktı, Cemaat onu istihbar ettiği için darbe girişiminde bulundu…” Bu cevabı tatmin edici bulmuyorum. Hiçbir hukukla sınırlı olmayan Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarıyla bile üç yıla yakın bir süredir devletten kazınamadığı söylenen Cemaat kadroları bir sürü hukuki sınır ortadayken nasıl kazınacaktı?)
İkinci soru: Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), eski sistemle ve eski hükümet modeliyle ülkeyi tek başına yönetmeye devam edebilecekken, neden ancak koalisyonla yönetebileceği bir hükümet modelini zorladı? (Bu soruyu, AK Parti’nin muhtemelen başına gelecekleri sezmesinden itibaren telaffuz etmediği, o nedenle gündemden rafa kaldırdığı ve dolayısıyla hepimizin unuttuğu yeni sistem önerisini hiç hesapta yokken Devlet Bahçeli’nin bir salı toplantısında pimi çekilmiş bomba gibi ortaya bırakıverdiğini hatırlayarak sormak çok daha anlamlı olacak.)
Yukarıda, “bugünden bakıldığında onlara ait olduğuna inanmanın güç göründüğü iki karar” dedim… Bu noktada bana yöneltilecek soru şöyle şekilleniyor: O kararların Gülen Cemaati’nin ve AK Parti’nin öz kararları olmayabileceğini imâ ediyorsanız, onları buna teşvik eden (isterseniz zorlayan ya da kışkırtan da diyebilirsiniz) başka bir öznenin varlığından mı şüpheleniyorsunuz?
Özgür Özel “bir güç” derken neyi kast etti?
Bu sorular çok uzun bir zamandır zihnimdeydi, fakat beni bu spekülatif yazıyı yazmaya sevk eden şey, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Meclis Grup Başkanvekili Özgür Özel’in Gazeteduvar’dan Özlem Akarsu Çelik’e verdiği söyleşi oldu. Özgür Özel, “başka bir özne”den söz ediyordu o söyleşide:
“Ben ne siyasetin belirleyicisinin Devlet Bahçeli olduğuna inanıyorum ne de Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın veya Erdoğan’ın Bahçeli’nin güdümüne girdiğine inanıyorum. Bir başka mekanizma, bir başka dinamik var, hepsini birden yönetiyor. Bir başka mekanizma devreye giriyor ve birbirine en ağır hakaret edenleri birbirine dost, ahbap yapabiliyor. Son olarak “Andımız” polemiğinde de görülen, birbirine taban tabana zıt iki hareket var, bakış açılarıyla, geçmiş pratikleriyle ve Kürt meselesine yaklaşımlarıyla… Birinin millet tanımıyla diğerinin ümmet tanımı birbiriyle çelişmesine rağmen bunları aynı potada eritmeye çalışan ve tabanlarını da buna zorlayan, bunu ellerindeki büyük propaganda makinesiyle yapan bu akılda bir başka güç var. Bir yerden birileri düğmeye basıyor. Devlet Bahçeli, kritik kavşaklarda kritik kararlar vermiştir, U dönüşleri yapmıştır ama Türkiye siyasetini ne Bahçeli ne de Recep Tayyip Erdoğan yönetiyor; onların içinde aktör oldukları ancak senaryosu bir başka yerden yazılan daha derin ve daha güçlü bir akıl yönetiyor.”
Hangi “akıl?”
Özgür Özel hangi “akıl”dan söz ediyor? Türkiye’de, kendisine ister sağcı, ister solcu, isten başka bir şey desin, devletin “hikmet”ini her şeyin üzerinde gören, içinde askerlerin ve sivillerin yer aldığı bir “akıl”dan mı? İyi de bu akıl parçalanmamış mıydı?
Doğrusu, olan bitene, asla gerçekleşmeyecekmiş gibi görünen kimi nevzuhur ittifaklara bakıp da Özgür Özel’e “O Türkiye çok geride kaldı” demek hiç kolay görünmüyor.
Eski Türkiye’nin “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”yle birlikte gömüldüğünü her gün tekrar eden iktidara ve iktidar medyasına inanabilmek keşke mümkün olsaydı… Vesayete karşı mücadele döneminde AK Parti’nin kanını içmeye ant içen kimi çevrelerin şimdi “beka tehdidi” ortak paydasında AK Parti’yle kolkola yürümeye başlamalarını nasıl açıklayacağız? Samimiler mi, yoksa Özgür Özel’in işaret ettiği “akıl”ın taktiğinin bir gereği olarak mı oradalar?
O kadar da bilinmeyen bir “güç” değildir belki
Acaba bu “güç” o kadar da bilinmeyen bir güç olmayabilir mi? Bir zamanlar çok iyi bildiğimiz, tanıdığımız ve yenilmiş sandığımız “akıl” yeni yüzü ve yeni taktikleriyle tekrar devrede olamaz mı?
Ben, 15 Temmuz darbesinden de (2016), 17-25 Aralık’tan da (2014) önce bu güçlerin AK Parti’yle ittifak aradıklarını ve bunun mümkün olabileceğini düşünüp yazmış biri olarak, bu soruya tabii ki olumlu cevap veriyorum. (Sözünü ettiğim yazı: “Cemaat ile hesaplaşmada hükümet-Ergenekon işbirliği muhtemel”, Al Jazeera Turk, 20 Nisan 2014).
Bu potansiyel ittifaktan söz ederken, yazdıklarımın çok âfâkî bulunacağı düşücesiyle, süreçleri izlemediği için sonuç ortaya çıktığında afallayan medya tavrına dair bir eleştiriyle başlamışım yazıya:
“Ülkemizde medya, süreçleri ancak nihai noktalarına yaklaşırken, hatta çoğu kez 'patlama' anından itibaren izlemeye başlıyor. Sonuç: Bazı çok önemli gelişmeleri ıskalamak ve süreç işbâ noktasına ulaşıp da patladığında afallamak! (…) Türkiye, süreçleri izlemeyip, süreç işbâ noktasına varıp da patladığında şaşkınlıklar içinde kalan 'patlama ânı gazeteciliğinin' kendisini hazırlaması gereken yeni bir durumla karşı karşıya. (…) Şimdilik bölük pörçük bir görüntü arz ettiği için kamuoyunun dikkatini çekmeyen gelişme yakın bir zamanda sistemli bir biçime bürünebilir ve bu fazla şaşırtıcı olmaz.”
“Türkiye’nin mecburiyetleri” ve Erdoğan
Sonrasını hep birlikte izledik: Sözünü ettiğim ittifak, Gülen örgütünün devlet içindeki gücünü kazımak amacıyla kuvveden fiile geçti. O kadar ki, Cemaat’in günahlarını maksimize edebilmek için “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarının da tümüyle kumpas, tümüyle Cemaat kurgusu olduğu noktasına kadar götürüldü iş.
Bitirirken, yazının girişinde işaret ettiğim, biri Cemaat’e öbürü AK Parti’ye aitmiş gibi görünseler de akıllarda bir yığın müphem nokta bırakan iki kararla ilgili olarak, tekrar pahasına bir daha soralım: Cemaat’i darbeye, AK Parti’yi de ancak koalisyonla yönetebileceği bir sisteme teşvik ederek ve bunu başararak kendisini iktidarın ortağı haline getiren bir güç mü var devrede?
Ya da şöyle soralım: Doğu Perinçek’in “Türkiye, BOP Eşbaşkanını da alır, önüne katar ve kendi mecburiyetlerinin görevlisi yapar” sözündeki gerçek payı ne?