Babam 1932’de Çekoslovakya’nın Brno şehrinde doğmuş. Babası Otto Schick, annesi Maria Kleinerova, adlarından anlaşılacağı üzere Alman kültürüyle yoğrulmuş, tamamen seküler Yahudi Çeklerdi. Tıpkı Franz Kafka, Gustav Mahler, Edmund Husserl gibi. Ancak bu kimlik Naziler ülkeyi istila ettiğinde ailelerini kurtaramadı: Evimizin duvarına asılmış bir çerçevede, iki yanı doldurulmuş bir dosya kâğıdı dolusu soykırıma kurban gitmiş aile efradının adları yazılıydı. İnanılmaz bir tesadüf sonucunda babamla annesi ve babası savaş başladığında İstanbul’da imişler. Savaş boyunca hangi akrabanın hangi toplama kampına götürüldüğü haberleri geledurmuş. Zaman zaman ulaşabildiklerine Sirkeci’deki Büyük Postane’den tütün, şeker vs. gönderirlermiş. Bu işleri de henüz 10–11 yaşında olan babam yaparmış, çünki aralarında Türkçeyi tek kıvırabilmiş olanı oymuş.
Yetiştiğim evin en belirgin özelliği babamın kocaman kütüphanesiydi. Kitaplarının belki yarısı, belki yarıdan fazlası İkinci Dünya Savaşı ve özgül olarak da Nazi Soykırımı hakkındaydı. Yaşadığı travmayı, olay hakkında öğrenebileceği her şeyi öğrenerek atlatmağa çalışıyordu babam. Çok genç yaşta soykırım kavramına vâkıf oldum yani. Bir halk olarak Almanlardan nefret etmemem, ama Nazilerin yaptığını da asla unutmamam gerektiğini daha çocukken öğrendim. Ama soykırımın dayanılmaz ağırlığının her an hissedildiği evimizde Ermeni soykırımından bir kere olsun bahsedildiğini hatırlamıyorum. Babam olup bitenleri bilmiyor muydu, yoksa kendisini Nazilerin pençesinden kurtarmış olan Türkiye’ye bağlılığı yüzünden bildiklerini bilmezden mi geliyordu, o konuda hiçbir fikrim yok. Ama yıllar sonra “soykırım oldu mu, olmadı mı?” tartışmaları başladığında inkârcıların yanında yer aldığını üzüntüyle müşahede ettim.
İşin ilginç yanı, gayrımüslimlerin yoğun olduğu bir çevrede büyümeme rağmen ne çevremdeki Ermenilerin bu konuyu açtığını hatırlıyorum, ne de başkalarının. Yalnız onlar mı? Rumlar Pontus’un boşaltılmasından söz etmezdi, Yahudiler Trakya’nın. Böyle konular tabuydu demek, kimse ağzına almazdı.
Bu arada ben 1972 yılında, yani 17 yaşımda, üniversite tahsili görmek üzere yurtdışına çıktım. Bir yıl İsviçre’de kaldıktan sonra Massachusetts Institute of Technology’ye kabul edildim ve ABD’ye gittim. MIT’nin öğrencileri bizde “inek” tabir edilen cinstendir, zaten olmayanlar baskıya bir ay dayanamazlar. Student Center Library adında, günde 24 saat, senede 365 gün açık olan bir kütüphanesi vardı okulun, ben de orada epey vakit geçirirdim. Kütüphaneye girer girmez sağ tarafta gazete ve dergilerin teşhir edildiği raflar vardı. 1973 yılının sonbaharında olmalı, günün birinde bu raflarda Armenian Weekly diye bir gazeteye rastladım, kocaman puntolu manşetteki iki kelime beni hayretler içinde bıraktı: “Ottoman” ve “Genocide”, yani “Osmanlı” ve “Soykırım”. Derhal gazeteyi aldım, okudum. Ve ilk tepkim şu oldu: “Böyle bir şey olmuş olamaz, olmuş olsaydı mutlaka haberim olurdu. O halde bunlar yalan söylüyor.”
Gerçi 1973 Ocağında Los Angeles’ta Gourgen Yanikian adında Erzurum doğumlu bir Ermeni iki Türk hariciyecisini öldürmüştü, ama o olayı münferit sanmış, 77 yaşını aşmış birinin aklını yitirmesine yormuştum. O nedenle de Osmanlı döneminde Ermenilere soykırım uygulanmış olduğu bilgisine hiç hazırlıklı değildim. Nitekim bunu kabullenmem birkaç yıl aldı. Türkiye’de birçok kişi gibi önce “olmadı”, sonra “olduysa da soykırım değildi”, “onlar da bizi kesti” gibi düşüncelerle mücadele ettim. Sonra bir gün annemin, Osmanlı ordusuyla Doğu Cephesi’nde savaşmış olan dayısının hazırlayıp kendisine hediye ettiği fotoğraf albümünü gördüm. İçinde bir tanecik fotoğraf vardı bütün şüphelerimi gideren: İyice solmuştu ama 7-8 yaşında bir kız çocuğunun cesedi olduğu çok belliydi. Anneme “İşte bu Ermeni kızı gelip bizden yardım istemişti ama yardım edemedik, ertesi gün de böyle cesedini bulduk” diye anlatmış.
Benim hikâyem bu.
O zamanlar soykırım olduğuna inanmamam, hiç duymamış olduğum bir olayın yaşanmış olamayacağını düşünen bir kibir abidesi olmamdan ileri geliyordu. Şimdiki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının böyle bir ‘mazeret’i yok.
Türkiye’de “isimlendirme fetişizmi” diyebileceğimiz bir hastalık var. Sanılıyor ki, bir şeyin adı değişince doğası da değişir. Türkiye Cumhuriyeti devleti uzun yıllar 1915’te hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sonra savaş hali nedeniyle 300.000 kişinin öldüğü kabul edildi. Sonra gıdım gıdım ölü sayısı arttı, bir sürü başka ifşaatta bulunuldu. Gelip dayanılan yer, yani günümüzün “kırmızı çizgi”si, “soykırım” kelimesi oldu. Sözün kısası evet, Doğu Anadolu’daki tarihi Ermeni varlığı yok edildi, topraklarına mallarına el kondu, yüzbinlerce insan telef oldu ama “Biz buna soykırım demiyoruz.”
Bu durumda her sene milletçe kriz geçiriyoruz. “Amerikalılar ‘soykırım’ diyecek mi?” “Fransızlar ‘soykırım’ diyecek mi?” “Almanlar ‘soykırım’ diyecek mi?” Ve giderek daha da iğrençleşiyor her şey. Almanya’da “Evet, bu soykırımdır” anlamına gelen yasayı destekleyen Türk kökenli milletvekillerinin kanı sorgulanıyor Cumhurbaşkanı tarafından. Ne değişti bu arada? Hiç! Sadece adı kondu. Birtakım insanlar “Biz buna soykırım diyoruz” dedi. Krizin çıkma sebebi bu.
Yaşanan krizlerin birçok nedeni var: milliyetçilik de var, “Ya tazminat vermeye mahkûm olursak?” korkusu da var, hattâ “Ya toprak talebinde bulunurlarsa?” paniği var. Ama sebepleri bırakıp şu soykırım kelimesi üzerinde duralım biraz.
Soykırım nedir? Bu kavramı tanımlamak bize mi kalmış? Hayır, bize kalmamış, çünki Türkiye Cumhuriyeti’nin 31 Temmuz 1950’de imzalayıp taraf olduğu Soykırım Antlaşması bu işi zaten yapmış. Tanımı önce asıl metindeki gibi İngilizce olarak vereyim, sonra da kendi çevirimi. Soykırım Antlaşmasının 2. maddesine göre soykırım şöyle tanımlanıyor:
…any of the following acts committed with intent to destroy, in whole or in part, a national, ethnical, racial or religious group, as such:
(a) Killing members of the group;
(b) Causing serious bodily or mental harm to members of the group;
(c) Deliberately inflicting on the group conditions of life calculated to bring about its physical destruction in whole or in part;
(d) Imposing measures intended to prevent births within the group;
(e) Forcibly transferring children of the group to another group.
Bu sözleri şöyle çevirdim:
…millet, etnisite, ırk yahut din [esasına göre tanımlanmış] bir grubu, grup olarak, topyekûn yahut kısmen imha etmeye yönelik aşağıdaki eylemlerden herhangi biri:
(a) Grup üyelerini öldürmek;
(b) Grup üyelerine ciddi bedensel veya ruhsal zarar vermek;
(c) Kasıtlı olarak gruba, topyekûn veya kısmen maddî varlığını imha edeceği hesaplanmış olan hayat şartları dayatmak;
(d) Grup üyelerinin çocuk doğurmasını önleyecek önlemler almak;
(e) Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba geçirmek.
Bu tanıma bakıldığında, hem 1915’te işlenenlerin soykırım olduğu görüşünü desteklediği, hem de soykırım olmadığına dair iddiaları çürüttüğü anlaşılır. Biraz ayrıntıya inelim.
Soykırım modelini Nazi Almanyası’nın Yahudilere yaptığı olarak anlamak isteyenler, şöyle mantık yürütürler:
(1) “Naziler’in Yahudileri imha politikasının ırkçı bir felsefî temeli vardı; Osmanlılarda ise böyle bir ırkçı temel yoktu.” Bu doğrudur. Ancak yukarıdaki tanımda görüldüğü gibi, ırkçı felsefî bir temel olup olmaması, soykırım tanımında herhangi bir rol oynamamaktadır.
(2) “Naziler buldukları bütün Yahudileri öldürmeye teşebbüs ettiler, işgal ettikleri topraklardaki Yahudileri de hedef aldılar; oysa Osmanlılar stratejik bölgeler dışındaki Ermenileri imha etmeye çalışmadılar, örneğin İstanbul ve diğer Batı şehirlerindeki Ermeniler kıyıma uğramadı.” Bu da doğrudur. Ama bir kere daha, grubun bütün üyelerini öldürmeye azmetmek gibi bir şart yukarıdaki tanımda yoktur.
Dolayısıyla bu iki sav da olayın soykırım olmadığına delalet etmiyor.
Söz konusu olayların soykırım olmadığına dair öne sürülen başka bir sav da kasıt konusuyla ilgilidir:
(3) “Osmanlı liderleri soykırım gayesi gütmemiştir, yani burada soykırım için tanım icabı gerekli olan kasıt bulunmamaktadır.” Bu iddia en azından sorgulanabilir, zira döneme ait olan bazı yazışma ve demeçlerden pekâlâ kasıt olduğu anlaşılmaktadır. Ama bunu bir kenara bırakalım. Yukarıdaki tanımın (c) bendine bakılırsa, günümüzde kullanılan “tehcir” hüsn-i tabirinin aslında soykırımla eş anlamlı olduğu anlaşılır. Çünki yüzbinlerce insanı köylerinden, kasabalarından, şehirlerinden çıkartır, yollara düşürürseniz, dağ bayır yürütür, çöllere sürerseniz; bu arada sağlık hizmetleri, beslenme, eşkiyadan korunma gibi ihtiyaçlarını karşılamazsanız ve o insanların birçoğu neticede yolda telef olursa… Bu soykırımdır. Soykırım Antlaşması’nın (c) bendine bir daha bakalım: “Kasıtlı olarak gruba, topyekûn veya kısmen maddî varlığını imha edeceği hesaplanmış olan hayat şartları dayatmak.” Tehcir, bu tanımı aynen karşılamaktadır.
Bir başka iddia da olanların “savaş durumu” içinde cereyan eden bir (İlber Ortaylı’nın deyimiyle) “mukatele” olarak nitelendirilmesi gerektiğidir:
(4) “Birinci Dünya Savaşı patlamıştı, Osmanlı İmparatorluğu hayat memat mücadelesi veriyordu, Ermeniler düşmanlarla işbirliği yaptı ama savaşı kaybetti; kendi düşen ağlamaz.” Olmadı, hayır. Katliamı 24 Nisan 1915 tarihinde İstanbullu Ermeni aydınlarının tevkifatıyla başlatmak aslında keyfi bir karardır, 1880’li ve 1890’lı yıllardan beri Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Ermenilere karşı katliamlar cereyan ediyordu. Adana katliamı 1909’da vukubulmuştur örneğin, henüz Birinci Dünya Savaşı çıkmadan beş yıl önce. Yani 1915 olayın zirveye ulaşmasıdır sadece.
(5) “Savaş hali vardı, herkes birbirini öldürdü, Ermeniler de çekti, biz de çektik.” Doğrudur. Ama bu, devletin yüzbinlerce insanı yerlerinden yurtlarından ederek ölüme mahkûm ettiği gerçeğini değiştirmez.
(6) “Onlar da bizi kesti.” Doğrudur. Ama bir devletin yaptıklarıyla şu veya bu komite veya çetenin yaptıkları aynı kefeye konamaz. Eğer çetelerin yaptıklarını devletlerin de yapmasını kabul edersek, bir devletle bir çete arasında ne fark kalır? Devletler için çıta her zaman daha yüksek tutulmalıdır. Kaldı ki, insanlığa karşı işlenen suçların başlıca özelliği, hiçbir mazeret kabul edilmemesidir. Yani Rwanda’da olsun, Bosna’da olsun, yahut Anadolu’da olsun, “Kitlesel katliam yaptık çünki…” gibi bir cümle kurulamaz, zira soykırım gibi insanlığa karşı işlenen suçların “çünki”si olamaz.
Sonuç olarak Ermenilerin soykırıma uğrayıp uğramadığının cevabı çok basit. Anadolu’da bir zamanlar zengin, hareketli, nitelikli bir Ermeni varlığı vardı. Bugün Kayseri’ye, Erzurum’a, Van’a gittiğinizde “Ermeni mahallesi”, “Ermeni evi”, “Ermeni kilisesinden bozma cami” gibi izlerle sürekli karşılaşırsınız. Bunlar vardır ama Ermeni yoktur oralarda. Ne oldu o Ermeniler? Soykırım Antlaşması’nın tanımında “grubu, bir grup olarak” (group, as such) imha etmekten söz edilir. Yani o grubu oluşturan insanların her birinin teker teker öldürülmesi gerekmez, o grubun bir grup olarak varlığını sürdürmemesi söz konusudur. “Anadolu Ermenileri” dediğimiz grup artık yoktur. Ölenlerin miktarı toplamın %10’u da olsa, %100’ü de olsa, grup bir grup olarak yok olmuştur. Beyrut’ta, Marsilya’da, Los Angeles’ta sağ Ermeniler olabilir, ama onlar kendi topraklarından kopartılmış, bir grup olarak yaşamak imkânı ellerinden alınmıştır. Bunun adı soykırımdır.
Şimdi, bazıları diyebilir ki,
(7) “Bu olayların adı ne olursa olsun, onları Osmanlı Devleti işlemiştir, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni bağlamaz.” Bu sava iki şekilde cevap vermek mümkündür, biri hukukî, diğeri mantıksal. İkincisiyle başlayalım. Sabah akşam, yatıp kalkıp Osmanlı geçmişiyle övünen bir milletin “O katliamı biz işlemedik, Osmanlılar işledi” diye sorumluluktan kaçması mümkün değildir. Beş buçuk asır sonra İstanbul’un fethini kutlayan bir devlet, bir asır önceki Ermeni soykırımı “bizi ilgilendirmez” diyemez.
Hatasıyla, savabıyla Osmanlı geçmişi bu ülkenin geçmişidir. Yalnız Kanûnî Sultan Süleyman değil, Deli İbrahim de var bu ülkenin tarihinde; yalnız İstanbul’un fethi değil, Viyana bozgunu da var; yalnız 1492’de İspanya Yahudileri’nin himaye edilmesi değil, 1915 Ermeni kıyımı da. Bunların sadece iyilerini, güzellerini seçip diğerlerini inkâr etmeyi ciddiye almak mümkün değildir.
Gelelim olayın hukukî boyutuna. Türkiye Cumhuriyeti uzak bir gezegende yalnız başına kurulmadı, dünyanın, insanlık topluluğunun bir ferdi olarak buracıkta kuruldu. Bu nedenle de bazı çok da cazip olmayan yükümlülüklerin altına girmek zorunda kaldı. Örneğin Osmanlı borçlarının ödenmesi 1954’e kadar sürdü. Türkiye Cumhuriyeti, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lausanne Antlaşması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olarak tanındı. Kısacası bugün “Osmanlılar da kimmiş?” sorusunu sormak mümkün değildir. Osmanlı Devleti, Türkiye Cumhuriyeti’nin selefidir ve bunun sorumluluğunu Türkiye Cumhuriyeti taşımayı resmen kabul etmiştir.
Bir de şöyle denebilir:
(8) “Hukukta ‘makable şamil’ (geriye dönük) kanun kabul edilmez. Osmanlı Ermenilerinin imha edildiği dönemde henüz ‘soykırım’ kavramı icat bile edilmemişti. O halde Osmanlılar soykırım işlemiş olmakla itham edilmemelidir.” Evet, böyle bir sav ileri sürülebilir. Nasıl “insan hakları” gibi bir kavramın var olmadığı eski Yunan’da kölelik olduğu için “insan haklarını ihlâl ettikleri” söylenemezse, “soykırım” diye bir kavramın var olmadığı bir dönemde soykırım işlenmiş olamayacağı tartışılabilir.
İnsanlık bu konuda zımnen de olsa şöyle bir karar vermiştir. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar söz konusu olduğunda geriye dönük kanunlar işler. Buna itiraz edilebilir, ama itiraz etmenin getireceği sonuçları gözardı etmemelidir. Şöyle ki, eğer bu ilkeden feragat edilirse, gelecekte işlenen ve bugüne kadar hayal bile etmemiş olduğumuz korkunç suçlara karşı savunmasız kalacağız. Bunu göze almaya değer mi?
Örneğin Yugoslavya’nın dağılması sürecinde Sırp milliyetçileri Boşnak kadınları kamplara hapsedip sistematik tecavüze maruz bırakmış, hattâ kasıtlı olarak hamile bırakarak “damarlarında Sırp kanı akan” çocuklar doğurmaya zorlamıştı. O zamana kadar “bir savaş aracı olarak toplu tecavüz” diye bir suç tanımlanmamıştı. Savaştan sonraki duruşmalarda bu bir suç sayıldı ve birçok insan hüküm giydi. Bu yapılmamalıydı diyen kaç kişi çıkar acaba?
Doğrudur, 1915’te henüz “soykırım” kelimesi icad edilmemişti, o kelimenin karşılığı olan “genocide” kelimesinin Raphael Lemkin tarafından icadı 1944 yılındadır. Ama Lemkin bu kavramı bizatihi 1915 Ermeni katliamını örnek alarak üretmişti. Yani 1915 kıyımının soykırım olduğuna hiç şüphe yoktur, çünki o kavram zaten 1915 kıyımını tavsif etmek içinyaratılmıştır. Belki “Hukukî bir sorumluluğumuz yoktur” denebilir, ama “Ahlâkî bir sorumluluğumuz yoktur” demenin hiçbir şekilde imkânı yoktur.
Peki, o halde “soykırım” sözcüğünden neden bucak bucak kaçılıyor? Biraz “tarihsel namus” kaygısı var tabii, ne de olsa atalarımız Zemzemle yıkanmıştır. Ama onun yanı sıra en önemli neden tazminat korkusudur. Ki bu aslında halledilmesi en kolay meseledir, çünki ahlâk ile para arasında bir seçim yapmayı gerektirmektedir ve umulur ki bu seçim Türkiye halkı için fazla zorluk çıkartmayacaktır.
Bugün Türkiye’de yaşayan her insan, ırgatından milyarderine kadar, kul hakkı yemektedir. Çünki Türkiye’nin mal varlığının önemli bir kısmı sürülmüş yahut öldürülmüş olan Ermenilerin mal varlığı üzerine bina edilmiştir. Adı emvâl-i metrûke (yani “terk edilmiş mallar”) olan, ama gerçekte asıl sahipleri sürülerek gasp edilmiş, çalınmış olan bu mal varlığının eski sahiplerinin (yahut çocuklarının, torunlarının) tazmin edilmesi asgarî bir ahlâk meselesi olduğu gibi, Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkmak istemeyen her Müslümanın ısrarla talep etmesi gereken bir husustur. Yeni hava alanları, köprüler, deniz altında tüneller inşa etmekten geri kalmayan Türkiye Cumhuriyeti, birkaç milyar dolar da tutsa soykırım kurbanlarına tazminat ödemekten âciz midir?