Tekrarlamaktan hoşlandığımız, kimliğimizi değerli kıldığını düşündüğümüz sözler vardır. Bunlardan biri yüzyıllar önce söylendiği rivayet edilen ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ lafı. Devleti yaşatmak için uğraşan muktedire verilmiş bir tavsiye… Hatırlanıp tekrarlanması da ‘tavsiye’ olma niteliğinden kaynaklanıyor. Nitekim bu tavsiyenin kıymeti hiç bitmedi, çünkü tavsiye hiçbir zaman tutulmadı…
Muktedirler doğrudan devleti yaşatmanın peşinde oldular. ‘Devleti yaşat ki insan yaşasın’ düsturuna bağlı gözüküp aslında kendi ve başka ‘bazı’ insanların geleceklerini kolladılar. Diğer deyişle devlet yaşadığında bundan hep sadece ‘bazı’ insanlar yararlandı… Devlet hiçbir zaman tüm kullarının (ve şimdilerde vatandaşlarının) isteklerini, çıkarlarını, ideallerini temsil etmedi. Sadece bazılarının etti ve o bazıları da doğal olarak kendilerini devletle özdeşleştirmeye yatkın oldu.
Söz konusu anlayışın İmparatorluğun yıkıma yakın çalkantılı döneminde daha da güçlenmesi şaşırtıcı değil. Toprak ve nüfus kayıplarının, uluslararası ortamda aşağılanmanın yanında, kendi halkınızın da envai çeşit kimlikten oluştuğunu düşünün. Yirminci yüzyıl başında çare ‘kimliksel ve kültürel temizlikte’ arandı ama bu da yeterli güvence oluşturmadı. Çünkü Anadolu toplumu yüzyıllar içinde iradi veya zor altında yaşanmış ihtida (din değiştirme) dalgalarına sahne olmuştu. Türklük zaten çiçeği burnunda bir kimlikken kimin ne kadar ‘sahih’ Müslüman olduğu da belirsizdi.
Bu ortamda dönemin muktedirleri ne pahasına olursa olsun devleti yaşatma hedefine daha da sarıldı. Devletin ayakta kalmasına, tüm gücü elinde toplamasına ve insanı (vatandaşı) nicel ve nitel olarak tanımlamasına ihtiyaç olduğuna inanıldı. Sonraki doğal adım bu ihtiyacı meşrulaştıran ideolojinin zihinlere hâkim olması ve ahaliye zerk edilmesiydi.
Kemalizmin devlet anlayışı ve vatandaşlık tahayyülü bu çizginin devamıdır. Nitekim Cumhuriyet Kemalistlerle İttihatçılar arasında bir koalisyondu. İtfaiye, Posta gibi kurumlar İttihatçıların kontrolünde kalırken, ticari şirketlerin yönetim kurullarında da üçte bir civarında İttihatçı bulunmaktaydı.
Ayrıca Cumhuriyet Osmanlı bürokrasisini insan, kurum ve ideoloji olarak aynen miras alıp kullandı ve tüm eski kadrolar yeni rejimde kendilerine yeni alanlar açtı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın hapisteki üyelerinin serbest bırakılarak kendilerine maaş bağlanması, bu denklem içinde anlam kazanır.
Ne var ki iktidarın Mustafa Kemal’in şahsında bütünleşmesi devlet içindeki alan paylaşımını gizledi. Resmî ideoloji de lider (rehber) etrafında yeknesak ve bütüncül bir millet anlatısı ile bu gizlemeyi pekiştirdi.
Öte yandan sürekliliğin sağlanması resmî ideolojinin koruyuculuğunu yapacak kalıcı bir kurumu gerektiriyordu. Ordu hem ‘milletin’ bilincini, hem de aynı ‘milletin’ korkularının cisimleşmiş halini temsil etti. Bir ideolojik rehber, bir ‘ayar verici’ olarak öne çıktı. İttihatçılar bu kurumun içinde belki istedikleri kadar yer alamadılar, ama İttihatçılık zaman içinde Kemalizm’den çok daha güçlü bir ideolojik damar olduğunu kanıtladı. Bugün Avrasyacılık ne Cumhuriyet ordusunun generallerine ne de halkın kendisine yadırgatıcı geliyor…
Arada kalan dönem Kemalist vesayet sisteminin ürettiği müdahale ve darbelerle dolu. 1980 sonrası darbe yapmak fiziksel açıdan zorlaşınca hukuk rehin alındı. Ancak küreselleşme ve post modern ortamla birlikte hukukun aşırı zorlanmasının bu kurumu yıpratıp meşruiyet kaybına yol açtığı görüldü. Dolayısıyla 28 Şubat’ta artık medya ve akademia da rehin alınmıştı…
AKP iktidarı vesayet rejiminin eldeki bütün imkânları kullanması ve bu rejim tahayyülünün iflas etmesi sonrasında oluştu. Dolayısıyla orduda panik yaratması doğaldı. Hükümet kurulduktan henüz birkaç ay geçmeden Ergenekon ve Balyoz girişimleri başlatıldı. Bu süreçte hukuk ve medya dışında Meclis bile kullanıldı. Rejim demokratik mekanizmaya mahkûmiyetin ima ettiği bir çaresizlik içindeydi…
İlk kez rejimin halkın çoğunluğunun desteğine ihtiyacı vardı ama çoğunluk muhafazakârdı. Devşirilmeleri gerekiyordu. Böylece milliyetçiliğe ve devletçiliğe davet için sadece ideolojik değil, yaşamsal bir gerekçe de ortaya çıktı. Bu daveti işlevsel kılacak olan şey Erdoğan’ın devletleştirilmesiydi. Karşılığında ödenecek bedel ise devletin bir miktar Erdoğanlaşmasına izin verilmesi…
Erdoğan 2016 yılı başında parti içi tasfiye ile kendisini tek adam haline getirdi, o yılın Temmuz ayında Gülencilerin başarısız darbe girişimi ile hem iktidarın meşruiyeti, hem de etrafındaki ‘birlik beraberlik’ havası pekişti ve nihayet aynı yılın sonbaharında MHP ‘Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ ile çıkageldi.
Bu olayların tek bir odak tarafından yönetildiği tezi ne denli komplocu ise, ‘Devletin’ bu gelişmeleri kendi çıkar ve değerlendirmeleri doğrultusunda yönlendirmiş ve kullanmış olmadığını düşünmek de o denli naif olur. Cumhurbaşkanlığı sistemi, vesayet imkânlarını yitirmiş olan devletin tek bir kişi üzerinden rejimi yeniden kontrol altına almasını ifade ediyor.
Geçenlerde MHP’nin ortaya attığı yüz maddelik yeni anayasa teklifi söz konusu resmin bir kez daha doğrulanmasından ibaret. Düşünün ki zımnen koalisyon ortağı olan, ideolojik bazda bu denli dirsek teması içinde olan iki partiden birinde bir anayasa taslağı hazırlanıyor ve diğer partinin bundan haberi olmuyor. Ayrıca AKP’nin anayasa hazırlama fikri bilindiği halde ‘her nedense’ MHP önce davranma ve ‘ayar verme’ ihtiyacı hissediyor.
Bu anayasa teklifinin kimler tarafından yazıldığını kamuoyu bilmiyor. Ama şundan emin olabiliriz: Cumhurbaşkanlığı sistemini kimler düşündüyse, bu anayasa taslağını da onlar hazırladı. Kısacası devletin bir siyasi aktör olarak sistemin içine yerleşmesine, daha görünür hale gelmesine, isteklerinin açıkça duyulmasına, her konuda tavır almasına tanık oluyoruz.
Devlet siyasi sistemin içine yerleşirken, kimlerin devlet içine yerleştiği ve bu ‘kimlerin’ nasıl bir ideolojik bakışa sahip oldukları Türkiye’nin geleceğinde hayati rol oynayacak gibi gözüküyor.
İki yerli ve milli ideolojinin, yani Kemalizm ve İslamcılığın Türkiye’nin geleceğini yönetmede ve dünyaya adapte olmada yetersiz kalacağının belli olduğu bir tarihsel momentte, kendilerini ‘Devlet’ olarak tanımlayanların önünde ilginç bir bahis var.
Demokrasilerin insan hakları temelli baskıları artarken, popülist otokrasilerin varlığı normalleşiyor. Öte yandan devlettekilerin algısına göre durum şöyle: Hukuk devleti olmak bize Batı dünyasının sıradan bir üyeliği dışında avantaj getirmediği gibi, egemenlik alanımızı da kısıtlayabilir; gereksiz bir bağımlılık ilişkisi yaşamanın yanında, Kürt meselesinde ‘istenmeyen’ çözümlere yanaşmak durumunda kalınabilir; Türkiye bu mesele bağlamında küçülme ya da eşitlenme tercihine zorlanabilir…
Dolayısıyla Kemalist ordunun adım adım Avrasyacı bakışa yöneldiğini görüyoruz. Laiklik sadece sembolik dilde (Atatürk kültüne sarılma şeklinde) devam ederken, muhafazakârlarla milliyetçi zeminde buluşuyor. Öte yandan milliyetçiliğin ideolojik temeli değil, dış dünyaya karşı ‘antiemperyalist’ (yerli ve milli) duruşu öne çıkıyor. Kızıl elma işlevi gören ‘bağımsızlık’ fikri ihtiraslı bir dış politikayı davet ediyor. Öyle ki kendine gerçekte sahip olduğundan çok daha büyük güç vehmeden, dünya güçleri arasında denge unsuru olabileceğini sanan (böylece S-400 alımına kadar giden) bir ‘vizyon’ ürüyor. Batı’nın ‘gizli emellerinden’ duyulan korkuyu atlatamamış, ancak devlet üzerinden kimlik oluşturabilen bir ülkenin hazin hali…
Kemalizm’den Avrasyacılık’a geçiş sert bir viraj değil, aksine kendiliğinden ve yumuşak bir geçiş. Türkiye’nin kurucu fikriyatı bir anlamda kendi temellerine, İttihatçılığa geri dönüyor ve onu günün şartlarına göre ihya ediyor… Mustafa Kemal daha geniş bir ideolojik duruşun, bir tarihsel sürekliliğin içine yerleşiyor. Söz konusu sürekliliğin temel unsurları ise tarihe, Gayrımüslimlere ve Batı’ya olan yaklaşımda somutlaşıyor.
Diğer deyişle Cumhuriyet öncesine dönüyor, ama onu Cumhuriyet sonrasını da kuşatan bir bakışla besleyerek bugünlere getiriyoruz. Nitekim İslamcılık da fetihçi, ayar verici, kurucu bir kültür olarak aynı sürekliliğin içine yerleştiriliyor. İslam kişisel davranış ve tutumun değil, cemaatin, giderek devletin tutum ve müdahalelerinin bağlamı haline geliyor.
Böylece “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını” yeniden hatırlıyor, Misak-ı Milli hayallerine dönüyor, Sevr’i aşıp Lozan’ı tartışmaya açıyor, Montrö’yu ekarte etme uğruna Kanal İstanbul peşinde koşuyoruz.
Aynı süreçte mafyatik örgütlerin devlet içinde ve siyaset üzerinde etkisi artıyor, hatta bunlar çeşitli işlevler için ‘davet’ ediliyor. Bunun bir nedeni iktidar boşluklarının iktidar çevresi tarafından değerlendirilmesi olabilir, ama ideolojik zeminin mafyatik oluşumların söz sahibi haline gelmesini desteklediğini gözden kaçırmamakta yarar var. ‘Yerli ve milli’ arayışı ve beka meselesinin öne çıkarılması suç örgütlerinin milliyetçilik üzerinden devlete entegre olmasını, kendilerini devletin ‘fedaileri’ olarak meşrulaştırmasını sağlıyor.
Kolluk güçleri ile yasa dışı faaliyetlerle iştigal eden örgütlerin iç içe geçmesi doğal bir durum olarak yaşanıyor. Cumhuriyet öncesine uzanan gelenek, İttihatçılığa geri döndüğümüz bu dönemde söz konusu ‘derin’ yapıya kritik bir özgüven kazandırmakta. Nitekim ‘devlet olma’ anlayışının bir bütün olarak da değişmekte olduğunu, devlete hikmeti sorgulanamaz bir ‘büyük rehber’ işlevi kazandırılmak istendiğini görüyoruz.
Günümüz İttihatçılığının öncülleri bir yandan devlete hâkim olurken, diğer yandan bir süredir ‘toplumsal zihinde’ de normalleşiyor… Söz konusu öncülleri (şu anki gözlemlerim ışığında) yedi maddede toparlayabilirim.
Bir, milliyetçilik ile dindarlığın resmî tarih zemini üzerinde buluşması; iki, toparlayıcı ve yeknesak (homojenize edici) bir sentez olarak yeniden kimlik inşası; üç, kimliğin geçmişten geleceğe uzanan tekil bir süreklilik çizgisi üzerinde konumlanması; dört, beka kaygısının siyasetin en önemli vektörü haline gelmesi; beş, Batı karşıtlığı (bağımsızlıkçı) temelli içe kapalı bir duruş ile yayılmacı jeopolitik bakışın birleşmesi; altı, toplumsal çıkarların devlet referansı ve rehberliği üzerinden tanımlanması; yedi, devletin her türlü çoğulcu veya azınlıkçı görüş ve grupların üzerine müdanaasızca gitme meşruiyeti.
Modernliği tam olarak içselleştiremediğimiz ölçüde sonuçta reddetme noktasına doğru ilerliyoruz. Yüz yıl öncesindeki gibi Batı’nın teknolojisini alıp, zihniyetine uzak kalmak istiyoruz. Aradaki fark bu kez o teknolojiyi kendimizin de üretebileceğine olan naif beklenti ve inanç… Sembolik alemde kendimizi olduğumuzdan daha önemli ve etkili kıldığımız için, gerçekliğin dünyasındaki halimizin farkında değiliz…
İttihatçılığa dönüş, ilkesizliği ve oportünizmi yeniden doğal ve meşru hale getiriyor. Ahlak araçsallaşırken, yozlaşma ideolojik kılıf içinde normalleşiyor. Türkiye, ataerkil arka plan üzerinde otoriterlik ile oportünizmin buluştuğu bir maceraya sürükleniyor…
Ülke İttihatçılık dışında bir alternatif üretebilecek mi bilmiyoruz. Ama söz konusu ideolojinin herkese çok aşina olduğunu, neredeyse bir duygusal dürtüye yanıt getirdiğini unutmayalım. İttihatçılık ‘bizim’ özgünlüğümüz, ‘bizim’ fıtratımız arayışı olarak, özgüvenini bir türlü geliştirememiş, kendisine bakışta ergenliği aşamamış, üstelik kendi içinde birbirine razı olmakta hâlâ zorlanan bu halka iyi gelebiliyor.
Cazip… çünkü bu ‘ihya’ edilmiş haliyle yenilgi duygusunu izale ediyor, güç gösterme (dik durma) açlığını tatmin ediyor. Hak edilen bir saygı olduğunu ve bunun icabında direnerek geri kazanılabileceğini vazediyor. Sıradan bir kimliğe sahip olmadığımızı, ‘biricik’ olduğumuzu hissettiriyor.
İttihatçılık ‘Müslüman Türk’ kimliği açısından toplumsal bilinçdışına sığınmanın, teslimiyetin adı… Bahçeli’nin (30 Mart grup toplantısı) sözünü kullanırsak ‘bir siyaset konusu değil, bir var oluş bilincinin sonucu’. Ne var ki zihniyet açısından aynı zamanda bir hastalanma hali…
Bu hastalanma halinin bize ne denli ‘normal’ geldiğini idrak etmek için basit bir soru yeterli: İktidar ekonomiyi düzgün yönetecek kadar akıllı olsaydı acaba şu an siyasi görünüm nasıl olurdu? Söz konusu başarıya yaslanılarak İttihatçı bakış daha da ileri götürülseydi, acaba itiraz edecek birileri çıkar mıydı? Yoksa hep birlikte ‘güçlü Türkiye’ ile gururlanıp, hak ve özgürlükler alanındaki uygulamalara, medya ve üniversitelerin tek sesle konuşmasına, sivil toplumun bastırılmasına razı mı olurduk?
Bana razı olurduk ve hastalanma halimizi görmemeyi tercih ederdik gibi geliyor… Dolayısıyla altını çizelim: İktidarın ekonomideki akıl dışı tutumu bu ülkeye sunulmuş tarihsel bir lütuftur. Belki de bu sayede İttihatçılığın ‘doğal’, davetkâr ve rahatlatıcı kucağına dönmeyip, zor, yadırgatıcı ve hatta korkutucu olsa da toplum olarak olgunlaşma yönünde hareket edebiliriz. Eğer siyaset (muhalefet) durumun ciddiyetini anlar ve gereğini yapacak cesareti gösterebilirse…
AKP’nin iktidara geldiği ve AB kaldıracı ile reformist bir yön izlediği dönemde bu topraklarda bir parantezin kapandığını öne sürmüştüm. Kemalizm miadını doldurmuş, başarısız olmuştu. 1922-2002 arası seksen yılı paranteze aldığımızda gerimizde İttihatçılık, önümüzde demokratik bir cumhuriyet alternatifi vardı…
Ne var ki, ihtimalin büyüğü gerçekleşti: İslami hassasiyete sahip olan iktidar da diğerleri gibi yozlaştı, oportünizmin devleti sarmalayan kollarına tutundu, ayakta kalmak uğruna milliyetçi ve devletçi bir çizgiye sığındı ve nihayetinde devlete rehin düştü. Bu macerada reformistler, özgürlükçüler, demokratlar yenildi… Milliyetçiler, devletçiler, oportünistler kazandı.
Bugün o parantez başka bir momentte kapanıyor. 1922’den 2022’ye yüz yıllık bir parantez… Şimdi dindarların, muhafazakârların da üzerine kapanıyor, onları da devletin uzantısı haline getiriyor. Önümüzde yine iki yol var: Biri parantezin öncesinde yer alan bütün çekiciliğiyle İttihatçılık; diğeri ise belli belirsiz, afaki, elle tutulması zor bir değişim, demokratlaşma, olgunlaşma yolu…
Hangisi galebe çalacak? Tarih bizi uyarıyor… Eğer kısa zamanda zor olana, demokratlığa yönelen bir siyasi hamle yaşanmaz, zihniyet eşiği geçilemezse, çok alçak olan İttihatçılık eşiğini çoktan geçmiş olduğumuzu fark etmeden uzun bir süre daha böyle devam eder, hastalanma halini normalleştirir, dünyanın ‘çözmesi’ gereken bir mesele haline gelebiliriz.