Etyen Mahçupyan

Yeni İttihatçılığa dipnot (4) Öze Dönüş

Yeni İttihatçılığın adım adım olağanlaşıp normalleşmesi onu ‘görmeyi’ zorlaştırıyor. Siyasete ve iktidara eleştirel bakanlar hala vatandaşlık bağlamındaki meseleleri öne çıkarmakla yetiniyorlar. Oysa benlik alanında bir benzeşme, aynılaşma dalgasının içinde sürükleniyoruz. Büyük harflerle yazılan geçmiş ve gelecek, bugünü neredeyse anlamsız kılıyor. Toplumun büyük kısmı modern anlamıyla siyasetle ilgilenmeyip, modernliğe alternatif olması istenen bir ‘büyük’ siyasetin cazibesine kapılıyor.

Yeni İttihatçılığa dipnot (3) Kaderin daveti

Türkiye 20. Yüzyılın başındaki ruh haline döndü… Ama şimdi karşısında bölünme, parçalanma tehdidi yoktu. Aksine büyüme, gelişme, yükselme, ele geçirme, boyun eğdirme hayalini taşıyacak kadar özgüvenliydik. ‘Türkiye Yüzyılı’nın ifade ettiği üzere… Küresel boyutta yaşanan ‘modernliğin yıpranması’ süreci olmadan Yeni İttihatçılığın devlet için gerçekçi bir alternatif oluşturması zordu. Ama buna bir başka güçlü destek daha geldi…

Yeni İttihatçılığa dipnot (2) : Organik Bütünleşme

Yeni İttihatçılık devletle siyaset, devletle toplum ve siyasetle toplum arasında birbirini tamamlayan ve destekleyen bir organik bütünleşme tasavvur ediyor. 2016 yılından bu yana da iktidar sayesinde bu bütünleşme adım adım hayata geçiyor. Yeni anayasa söz konusu yeni rejimin (tüm benlik, kimlik ve vatandaşlık nitelikleriyle birlikte) meşruiyetini ve ilanihaye kalıcılığını ilan etme hamlesi olarak planlanıyor. Yaşananların çoğu basit, ilkel, niteliksiz, ham, hatta pespaye gözükebilir. Gerçekten de öyle… Ama ülkeyi geri dönüşü olmayabilecek bir yöne doğru götürüyor. Yaşanmakta olanların bir bütün olarak derinliğini ve ciddiyetini kavrayamayanların elinde ise, hüsran dışında bir şey kalmayacak gözüküyor.

Yeni İttihatçılığa Dipnot (1): İradi demans

Türkçü tarihçi Necip Asım Bey, henüz basılmamış olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Genç Osman olayını bütün ayrıntıları ve iğrençlikleriyle anlatan bir sayfasını yırtıp yok etmişti. Bu davranışını kınayanlara da Necip Asım Bey şu karşılığı vermişti: “Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir; bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığından yırttım.” Tanrıkulu tartışmasında Erdoğan da Necip Asım Bey’in izinden gidiyor. Tarihimize yakışmayan sayfayı yırtıp atıyor ve böylece olmuş olanı olmamış hale getireceğini sanıyor. Yeni bir rejim inşa sürecinde iseniz ihtiyaç duyacağınız bir hareket.

İkinci Cumhuriyet’in dönülmez ufkunda

Yeni İttihatçılık Türkiye’nin bir türlü halledemediği benlik meselesine dönüşü ifade ediyor. Haksızlığa uğramışlık duygusundan beslenen kendini kanıtlama, hakkını alma, ötekilere dersini verme ihtiyacını ‘yakıcı’ bir arzu olarak taşımak… Özgünlüğüne, giderek biricikliğine inanmak; geniş ve yabancı birlikteliklerin dönüştürücü, yok edici etkisinden kaçınmak; kimsesiz, tek başına, ama aynı zamanda tüm mağdurların yanında bir Malkoçoğlu olmak… Henüz büyümemişlik, olgunlaşmamışlık, ergenliğe takılıp kalmışlık… Türkiye günümüzde değil, hala geçmişte yaşıyor ve geleceği ancak geçmişin içinden kurgulayabiliyor. ‘Bugün’ dediğimiz şey geçmişle gelecek arasına sıkışmış, kendi başına ne tarihsel ne insani fazla ağırlık taşımayan bir geçiş anından ibaret. O nedenle yanlışlar, haksızlıklar, ilkesizlikler, yolsuzluklar sineye çekilebiliyor.

Laik cemaat artık hiç iktidar olamayacak mı?

İktidarın kesimler arası yakınlaşma istemediği, çoğunluğu elde tuttuğu sürece ayrışmayı tahrik edeceği belli… Önümüzdeki sürede de bu değişmeyecek. Ve muhtemelen kazanmaya yetecek. Diğer deyişle laik kesimin kendi kimliğini öne çıkararak iktidara gelmesi, ona eklemlenmiş olan Kemalist ideolojinin rejimin referansı olarak işlev görmesi artık pek mümkün gözükmüyor. Hal bu ise laik kesim ne yapmalı? Yönetmeye talip olmaktan vazgeçip İttihatçı siyasi yelpaze içinde eriyip gidebilir ve veya küçülerek onun ‘sol’ kanadını oluşturabilir… Ya da Kemalizm’e yapışıp anakronik bir marjinal grup olarak bir süre daha siyasete ‘çeşni’ katabilir. Ancak farklı bir yöne de gidebilir…

Başarısız 2016 darbe girişimi asıl darbeyi Kemalizm’e vurmuş olabilir mi?

Gülencilerin nasıl taktikler izledikleri, adalet sistemini nasıl manipüle ettikleri, meşru siyasi mücadelenin dışına çıkmaya ne denli teşne oldukları (17/25 Aralık) 2013’te ortaya çıkmasına rağmen Kemalistler, solcular ve liberaller siyasi mücadelede ahlaki kriterleri kolayca bir kenara koyabildiler. İş 2016 Temmuz’unda darbeye kadar vardığında söz konusu ahlaki zaaf Cemaate destek veren bu kesimleri yıpratmış, halk nezdinde taşıdıkları (az çok) meşruiyeti de bitirmişti…Bu ülkenin geleceğinde radikal bir dönüşüm geçirmediği sürece artık Kemalizm (ve de solculuk ve liberallik) uzun süre anlamlı bir siyasi alternatif oluşturmayacak. Çünkü Kemalistler de solcular da liberaller de demokrat değiller ve henüz olmadıklarını bile fark edemedikleri için yolumuz uzun.

Çünkü hepimiz biraz İttihatçıyız netekim!

Erdoğan birkaç gün önce şöyle dedi: “Türkiye’yi Avrupa Birliği kapısında elli yılı aşkın zamandır bekleten bu ülkelere buradan sesleniyorum. Önce Türkiye’nin (AB üyeliğinin) önünü açın, biz de Finlandiya’da olduğu gibi İsveç’in (NATO üyeliğinin) önünü açalım.” Herkes AB ile NATO’nun farklı ve bağlantısız teşkilatlar olduğunu biliyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın sözleri ne AB ne NATO yetkilileri açısından anlamlı değil. Ancak şunu soralım: Acaba Erdoğan’ın sözleri Türkiye toplumunun geneli için yadırgatıcı mı, normal mı? Tahminim bu sözlerin son derece normal ve akılcı görüleceği, hatta siyasi maharet nişanesi olarak takdir edileceğidir. Çünkü bizler için Batı bir bütün. Batı bizim için bir jeopolitik veya siyasi değil, öncelikle psikolojik bir muhatap. Benliğimizi kendi gözümüzde oluştururken bir karşıtlık olarak kullandığımız en temel referans. O nedenle Erdoğan’ın doğal İttihatçılığı toplumun ekseriyeti için kendilerinin de paylaştığı, bildik bir bakışı ve ruh halini yansıtıyor.

Asıl yenilgi ‘yerlileri’ anlamamak mı acaba?

Laik kesim kendi tarihsel üstünlüğünden o denli emin ki ‘Yerlileri’ anlamamak bir yana, onları kendi rasyonalitesi ışığında, yapaylaştırarak kategorize ediyor ve böylece anlama imkanını hepten elden kaçırıyor. Ne yazık ki bu ‘rüya’ kısa zamanda bitecek ve laik kesim akut bir ‘yabancılaşma’ sorunu ile karşı karşıya olduğunu hissedecek. Çünkü laiklerin ‘öteki’ dedikleri artık ‘yerli’… Ve laikler de artık ‘yabancı’. Aralarından yerlileşmek isteyenler varsa bunun yolu ‘millileşmeden’ geçiyor. Diğer deyişle yabancılıktan kurtulmak için önce (yeni) devlete biat etmeniz gerek. Bu sayede yerliliğe (kimlik olarak olmasa da) siyaseten yaklaşmanız mümkün.

İktidarın LGBT alerjisinin nedeni ne?

LGBT siyaseten kullanıma çok uygun bir olgu. Çünkü hem kültürel olarak reddedilmesi ‘meşru’, hem de bu sayede Batı karşıtlığı teşvik edilebiliyor. LGBT laf ettiğinizde Batı itiraz ediyor ve bu da ‘bizim kültürümüze karıştıkları’ söylemini besliyor. Diğer deyişle Batı’dan gelen uyarılar vatandaşlığa (siyasete) değil, aileye (kültüre) müdahale olarak okunuyor. LGBT Yeni İttihatçı vizyon altında artık bir vatandaşlık değil, kimlik meselesi… Kimlik de artık modernist bir tahayyülden değil, ailenin taşıyıcısı ve yeniden üreticisi olduğu kültürden neşet ediyor…

İkinci Cumhuriyet’: İttihatçı bir ‘dava siyaseti’

Türkiye muhtemelen henüz adı konmamış bir ‘İkinci Cumhuriyet’e geçecek ve siyaset o çerçeve içinde yeniden oluşacak. Bunu değiştirebilecek olan tek durum muhalefetin alternatif bir hikaye oluşturması, bunu bir ‘dava siyaseti’ kıvamına getirmesi, gerçekçi ve inandırıcı bir ideolojik söylemle halkın karşısına çıkmasıdır. Farklı ve dinamik bir dünya analizi, Türkiye’nin bunun içindeki yeri ve doğrultusu, geçmişin ve geleceğin bu çerçeve içinde yeniden yorumlanması, buradan hareketle ‘sürdürülebilir’ kimlik ve vatandaşlık tanımlarının yeniden yapılması…Bunları yapmak yine de seçimi kazandırmayabilir. Ama en azından İttihatçı tasavvur başıboş bırakılmamış olur.

Kemalizm bir tarihsel parantezmiş meğer…

Laik kesimin serveti artık pek sorun değil, asıl mesele toplumun geri kalanına ‘yabancılaşmış’ görülen kültürü. Laik kesim bu açıdan Kemalizmi hala aşamamış durumda. İyi de söz konusu yabancılaşma ortada dururken seçimi nasıl kazanacaksınız? Dindarlığa karşı olmadığınızı söyleyebilirsiniz ama yeterli değil. ‘Ben de seninle aynı yerde duruyorum’ (aynı kimliğe ve duygulara sahibim) mesajı vermeniz lazım. Ve elinizde söz konusu yabancılaşmayı aşabilmek için tek aracınız var: Milliyetçilik. Ne var ki devran dönmüş, Kemalist milliyetçilik ışıltısını kaybetmiş durumda. Nitekim siz de İttihatçı milliyetçiliği seslendirmeye çalışabilirsiniz, ama kendiniz henüz Kemalizmden uzaklaşmış olmadığınız ölçüde, bu da pek ikna edici bir konumlanma değil…

Bu neyin seçimi?

Muhalefetin ne dediğinin ve neyi nasıl yapacağının önemi kalmadı. Kılıçdaroğlu’nun kazanması belirli bir siyasi çizgiyi ima etmiyor… Sadece yolu açıyor ve topluma ‘yeniden’ siyaset imkanı sunuyor. Dolayısıyla seçim iki aday arasında değil. Siyaseti (ve devleti) İttihatçılığa teslim etmekle elimizde tutmaya çalışmak arasında. O nedenle Kemalist milliyetçiliğin muhalefet sahnesini ele geçirmesine rağmen Kürtlerin menfaati Kılıçdaroğlu’nu desteklemekten geçiyor. HDP’nin hareket alanının nispeten geniş kalması, Kürt meselesinin ‘teröre’ endekslenmemesi için…Söz konusu milliyetçiliğin kaba sabalığını görüp tepki duyan ‘liberal-demokrat’ muhaliflerin de aynı şekilde büyük resmin farkında davranması lazım.

Doğal hastalanma halimiz: Milliyetçilik

İlk tur seçim sonuçları milliyetçiliği bir anda kıymetli hale getirdi. Kim daha milliyetçi olabilirse nihai zafer de onun olacakmış kanaati güçlendi. Birleşik bir milliyetçi partinin ülkenin en büyük partisi olabileceği öngörüleri dolanmaya başladı. Görünen o ki toplumun önemli bir bölümü de milliyetçiliğin kendi doğasına ne denli uygun olduğunu yeniden keşfetti…Beş yıl kadar önce Karar gazetesinde bu konuda bir yazı yazmışım… Okuyucularımdan biri hatırlattı. Tarihi 2 Mart 2018. Okudum, hoşuma gitti…

Meğer asıl dip dalga Yeni İttihatçılık imiş…

Uzun söze gerek yok… Bu seçimle ilgili tahminlerimde iki yanlış yaptım. Tomurcuklanan bir olgunun derinleştiği zehabına kapılırken, gözümün önünde duran bir başka olguyu küçümsedim. Referandum türü bir seçim olmasa, aslında sonuçlar muhalefet için pek de kötü sayılmaz. AK Parti ve Cumhur İttifakı oyu az da olsa düştü, CHP ve Millet İttifakı oyu az da olsa yükseldi. Ancak halk şu anki ideolojik viraja onay verdi. Yeni İttihatçılık iktidarın topluma bir daveti olarak başladıysa da görünen o ki ‘mutlu’ bir buluşmaya işaret ediyor.

Sakin bir seçim, Meclis’te muhalefet çoğunluğu ve ilk turda Kılıçdaroğlu

Bahçeli seçime kendi listesiyle girme kararını nasıl aldı? Hangi dinamik nedeniyle kendi partisinden (kamuoyuna yansıyan) hiçbir çatlak ses çıkmadı? Bu süre zarfında iktidarı destekleyen bürokrasi ve çevresinden niçin ‘saçmalamayın, Meclis çoğunluğu kaybedilir’ uyarısı gelmedi? AK Partililer ve bakanlar seçime darbe girişimi derken acaba Bahçeli bunlara niçin destek vermiyor? Mart ayındaki bir grup konuşmasında Bahçeli acaba niye ‘sokak olayı istemiyoruz’ mesajı verme ihtiyacı duymuştu? Önceleri her fırsatta Cumhur İttifakı’nı savunan görüşlerini esirgemeyen Çakıcı (ve benzerleri) acaba bugünlerde niçin suskun?

Bahçeli AK Parti’ye niçin kazık attı?

MHP niçin ayrı liste ile seçime girmeye karar vererek Meclis’te muhtemel Cumhur İttifakı çoğunluğunu engelledi? Sorunun cevabı için MHP’nin ‘görünür siyasetin ötesindeki’ bağlantılarını hatırlamak gerekebilir. Bu bağlantılar cumhurbaşkanlığı sisteminin kotarılmasına, yeni bir anayasa teklifinin sunulmasına zemin oluşturmuştu. Acaba bu karar da ‘görünür siyasetin ötesindeki’ iktidar ortaklarının telkini ile mi oldu? Neden olacağı radikal farklılık, günlük siyaseti aşan bir mülahazanın etkili olabileceğine işaret ediyor.

Devlet muhalefetin zaferine çomak sokacak mı?

Kılıçdaroğlu bu siyasi iktidar ve onun devletteki ortakları açısından ‘yakın ve açık’ bir tehlike… Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olmasından sonra bu tehlike daha da yaklaşmış durumda. O halde soralım: Acaba ‘devlet’ Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını ve dolayısıyla Millet İttifakı’nın iktidarını engellemeye çalışacak mı? Şaşırtıcı gelebilir ama benim cevabım ‘hayır.’

Meral Akşener’den niçin özür dilemeliyiz?

Akşener belediye başkanları üzerinden Kılıçdaroğlu’nu ve dolayısıyla Masa’yı vesayet altına almayı denemiş gözüküyor. Aynen Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’ndaki rolüne benzer şekilde Millet İttifakı’nın sınırlarını çizme hevesinin cazibesine kapılmış (ya da kaptırılmış) olabilir. Tabiri caizse sanki Millet İttifakı’nın ‘Bahçelisi’ olmak istedi ama karşı taraf herkesi şaşırtacak ölçüde maharetli çıktı.

Meral Akşener’e niçin teşekkür etmeliyiz?

Karamsarlığa gerek yok… Aksine Akşener’in bu hamlesiyle muhalefetin de büyük bir fırsat yakaladığını görmekte yarar var. Muhalefet nihayet bir tür ‘Truva atı’ndan, bozgunculuğu siyaset niyetine zorlayıp duran bir ‘partnerden’ kurtulacak. Beşli masa özgürleşecek, daha reformcu, demokratik ve cesur adımlar atma fırsatı elde edecek.

Palavra bağımlısı palavracıdan gocunmazmış!

Hepimiz biliyoruz Erdoğan’ın ‘depremde yıkılan binaların yüzde 98’inin 1999 öncesi inşa edilenler olduğu’ sözünün ne denli gerçek dışı olduğunu ama toplu bir infial üretmiyoruz. Üstelik bunca insanı kaybetmişken ve iktidarın depremle mücadele açısından gerekenleri yapmadığı apaçıkken… Çünkü muhtemelen palavraya düşündüğümüzden çok daha fazla alışkınız. Hatta belki de (kendimize kondurmasak da) palavranın bağımlısıyız…

Şehitliği sorgulamayan, depreme hazırlıklı olabilir mi?

İşin aslı, deprem toplum olarak bizim önceliğimiz değil. Hiçbir zaman olmadı ve muhtemelen bundan sonra da olmayacak. Bir süre konuşulacak ve yine arka plana itilecek. Çünkü hayata olan temel yaklaşımımız hayatı ‘her ne pahasına olursa olsun’ öncelemiyor. (…) Kendimize soralım: Şehitliği sorgulamayan, aksine doğallaştırıp içselleştiren bir toplum, depreme olması gerektiği gibi hazırlanabilir mi? Yaşamı sürdürmeyi ve yaşayanları korumayı tek ve acil öncelik olarak önüne koyabilir mi?

İktidar palavrayı niye seviyor?

Yeni İttihatçılık (aynen ‘eski’ İttihatçılık gibi) gerçek dışı ve arkaik bir hikâyeyi geleceğe matuf ‘gerçekçi bir kızıl elma’ olarak sunuyor. Bu palavraya inandığı ölçüde ve bu inancını sebatla, güçlü bir iradeyle vurguladığı takdirde toplumun da aynı palavranın peşinden gidebileceğini, iktidara destek vereceğini hayal ediyor. Bunun yaratacağı özel psikolojinin cazibesini atlamayalım… Hasreti çekilen bir duygu denizine atlamak gibi... Kişi ve toplumu gerçeklerden kopartan, hayal aleminde gezdiren ama aynı zamanda ‘iyi’ hissettiren bir zihinsel trans hali…

Erdoğan’ın standart menüsü ve muhalefetten beklenen cevap

Muhalefet seçim ortamının iktidar tarafından ideolojik ve psikolojik olarak sonuna kadar ‘sömürülme’ ihtimaline hazır olmalı. İktidar söyleminin üzerine çıkmak için yapılanların yanlışlığına, adaletsizliklere, aklı ve bilimi dışlayan uygulamalara yüklenmek, vatandaşın sıkıntılarını dile getirmek yeterli olmayabilir. Muhalefet toplumun isteyeceği ve gerçekçi bulacağı alternatif bir devlet, millilik, vatandaşlık ve gelecek tasavvuru üretmek durumunda.

“İslam” ve “İslamofobi”: Karşılıklı kolaycılık

İşin özü ötekini anlama kaygısı olmayan iki zihniyetin karşılaşmasıdır. Bir tarafta inancın kamusallaşmasını (giderek hükümranlığını) doğal ve doğru bulan, saygıyı vazgeçilmez bir değer olarak tanımlayan, eşitlik fikrine özünde yabancı olan ataerkillik; diğer yanda inancı bireyselleştirip kamusallığın dışına taşıyan, değerleri göreceli kılan, saygıyı başkasına karışmama olarak gören relativizm.

14 Mayıs: Yeni İttihatçılık meşruiyet peşinde

İktidar, Yeni İttihatçı ideolojik tercihi bu seçim vasıtasıyla onaylatma, ona meşruiyet kazandırma peşinde. 14 Mayıs tarihi bu meşruiyet arayışı için ideal bir sembol. İktidarın ‘Yeter, söz milletindir’ diyerek önümüzdeki seçimleri kazanması halinde ‘Millet’ iktidara gelmiş addedilecek ve muhalefet (ideolojik açıdan) bir bütün olarak ‘Millet’in dışına itilebilecek. O noktadan sonra tek parti iktidarı artık ‘Millet’ in doğal iktidarı olarak sunulacak… ‘Millet’ kendi karşısında gördüğü güçlere ‘Yeter’ demiş olacak ve ülkeyi kendi organik tamamlayıcısı olan iktidara (devlete) teslim edecek.

Yeni İttihatçılık nasıl ‘gerçekçi’ bir tasavvur olabildi?

Yeni İttihatçılık ülkeyi ve insanlarını hastalıklı bir psikolojiye, ilkel bir zihinsel tıkanmaya mahkûm ediyor. ‘Türkleri’ insanlığın birikiminden nasibini almamış, hatta onu ‘bilinçli’ olarak reddeden, kıymeti kendinden menkul bir devletçiliğin peşinde sürüklenen bir güruha dönüştürme hayali güdüyor. Bu fazlasıyla arkaik yaklaşım nasıl oldu da adım adım inşa edilebildi ve halen ülkenin yarısının oyunu alabilecek bir noktada?

Erdoğan giderse devlet ‘bizim’ mi olacak?

Acilciler de ilkeciler de (bilerek ya da bilmeyerek) ayakları biraz havada, romantik bir ‘modern Türkiye’ hayaline yaslanarak günü geçirmenin peşinde görünüyor. Devlet adına irade koyabilen bir bürokrasinin bugün (ve yarın da) faal olacağını veri olarak aldığımızda ise önümüze gerçek anlamda siyaset yapmanın imkânları açılıyor. Her şeyden önce devlet adına irade koyanlar devletin tümünü içermiyor. Bürokrasi ideolojik ve normatif değerlere bağlılık açısından homojen değil…

İmamoğlu’nun adaylığı muhalefetin iktidara kıyağı olmasın?

Biri çıkıp “İmamoğlu’nun muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak öne sürülmesi iktidarın ekmeğine yağ anlamına gelir” deseydi nasıl karşılardınız? Herhalde ‘yok artık’ derdiniz. Hemen herkes Erdoğan’ın en çok İmamoğlu’ndan korktuğu, o nedenle önünü kesmeye çalıştığı konusunda hemfikirken, bu türden çıkışlar muhakkak ki ‘pişmiş aşa su’ kabilinden görülürdü. Ancak ben bu yazıda söz konusu önermeyi savunmayı ve okuyucuyu ikna etmeyi deneyeceğim…

Yeni İttihatçılığın mıntıka temizliği: Gayrımüslimlerden İmamoğlu’na

Aylardır İttihatçılık (Yeni İttihatçılık) tespitlerimin üzerine gelen ‘Türkiye Yüzyılı’ vizyonu ve şimdi de İmamoğlu ve HDP’nin üzerine ‘mıntıka temizliği’ mantığıyla gidilmesi (en azından benim açımdan) durumu bariz hale getiriyor. Eğer muhalefet karşısındaki meselenin Erdoğan’dan daha büyük olduğunu, kendi içindeki kırılmaların (oportünist ve kariyerist arayışların) iktidara alan açtığını idrak etmez ve bunları önleyici tedbirler almazsa, iktidar muhtemelen ideolojik onay almış hissederek daha da ileri gidecek…