İstanbul’un ülke için anlamı büyük. Yaşanan acılar, başarılar, zenginlikler, yükselişler çöküşler bu şehirde hep büyük yaşanır bu yüzden. Kendini ülkenin üzerinde gören şişkin ve şımarık bir yanı da hep olagelmiştir. Anadolu ne denli muzdarip bir çehreyse İstanbul da bir o kadar zevk düşkünüdür, denebilir.
Dinen de anlamı şüphesiz büyüktür. Kutsal bir mabet gibi üzerindeki gök kubbe salt bu şehre özgüymüş gibi bir hava verir ve bu şehrin Müslümanlığı da her zaman Anadolu’dakinden epeyce farklı bir hırsla yüklüdür. İslam burada daha İslamcıdır. İçinde yaşayanlar onunla özdeşleşmek, onu kendilerine mal etmek ve bu sayede taşralılıklarını unutarak bu kutsal havadan biraz daha fazla beslenmek -ve de böbürlenmek- istemişler, dahası bunun böyle olduğunu her halleriyle göstermekten çekinmemişlerdir. İstanbul süslü bir şehirdir. En kutsal mekânlar İstanbul’dadır o halde insanlar burada daha Müslümandır!
Dünyanın en güzel şehri olduğunda birleşenler de çoktur. Entrikaların başkenti olduğu da söylenir. Bizans oyunlarının hâlâ geçerli olduğu bir soyut mekân gibidir. Hiç şüphesiz ayakta kalması daha zor bir zemindir. Ve ülkenin kaderinde değilse bile siyasetinde hep etkili olmuş bir şehirdir İstanbul. Doğasına, kültürüne ve medeniyetlerle yüklü tarihine zıt bir şekilde fazlaca siyasidir. Her şey burada siyasi bir hüviyete bürünür. Şairi bile daha siyasidir. Belki de ülke gerçeklerini tam olarak yaşayamama aşırı siyaset olarak kendini göstermektedir.
Nihayet bitirdim, Mithat Cemal’in Üç İstanbul’unu (Oğlak Yayınları) ve bu şehrin inişli çıkışlı tarihinden süzülüp gelen iç karartıcı bir yanının olduğunu düşündüm. Konaklar, halayıklar, uşaklar, paşalar, bitmek bilmez bir kendi kendiyle meşgul olma halindeki gösterişli ve sefaletlerle dolu, okurken içimi sıktıkça sıkan içi boş süslü hayatlar…Hareket kabiliyetini ve tevazusunu kaybettiği için kendi kendine dönerek kendinden yemenin tüketici zevkiyle sarhoş, kendisi dışındaki dünyayla ilişkisi hayli kopuk bir yerin insanlar üzerindeki ağır etkisi… Ülkenin genel kaderinin uzağında bir konfor alanından yazılan, ortalama insanlarda neredeyse hiç karşılığı olmayan tuhaf -ve hicranlı tabii!- aşkların anlatıldığı, canlılığı hep eksik, benzi soluk kahramanlı romanlar. Sıkıcılığını azaltmak için habire şiirlerle tamamlanan Boğaziçi gezintileri, mehtap güzellemeleri ve elbette Avrupa seyahatleri. Tam da Tanpınar’ın Huzur’unda olduğu gibi bir “huzursuzluk şehri”.
Üç İstanbul, Abdülhamit’in istibdat dönemiyle başlayan ve önceleri konaklarda özel dersler vererek hayatını kazanırken İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki gizli teşkilatına girmesiyle kaderi büsbütün değişen dava vekili Adnan’ın şahsında II. Meşrutiyet’in ve sonrasında gelen Mütareke döneminin görünen ve görünmeyen yüzü. Fakir bir kenar mahalle çocuğunun Osmanlı’nın kaderine yön verecek kadar eriştiği iktidar temerküzünün sonra bir anda yerle bir eden trajedisi.
Mithat Cemal belli ki büyük bir yazar. Ruh tahlilleri, ince gözlemleri ve insanların zihninden geçenleri kağıda dökebilmesi zamanının çok ötesinde. Gerçek anlamda hiç roman yazmamış olsa da iyi bir roman yazarı olduğu belli. Üç İstanbul da tam anlamıyla bir roman sayılmayabilir. Dönemin gerçek karakterlerine fazlasıyla gerçekçi bir biçimde yer verir çünkü. Kimilerine göre bu kitap kendi biyografisidir. Bir dönemin tarihsel bir anlatısı gibi de düşünülebilir. Normalde altı yüz sayfalık böylesi bir kitabın işin uzmanı ve meraklısı değilseniz oldukça sıkıcı olması beklenir ama öyle değildir çünkü tam da burada bir roman yazarı Kuntay çıkar karşımıza ve her gerçeğin arasına kattığı sanatıyla ve sayısız kez yaptığı ince yazar dokunuşlarıyla metnin ağırlığını alarak onu bizim kılar. Hiç bu şehirde yaşamamış ve hayatında hiç halayık görmemiş insanlar dahi kendini kitaba katabilecek bir kapı aralar. Ülkeyi yönetenlere getirdiği sert eleştirileri estetik bir hicve dönüştürerek düşünmemizi sağlar.
İşinden bezmiş ama bulunduğu makamın, vasıflarının üzerinde sağladığı payelerden hayli memnun sayısız örnekten bildiğimiz, tipik bir devlet memuru olan Tapu Müdürü Senih Efendi işi yoğun değilken elbette ki şiirle ve zaman içinde edindiği başkaca -mutlaka işiyle ilgisiz ve de gereksiz!- zevklerle meşguldür. Odacı kapıda belirir. “Fuzuli’nin bir beytini başkâtibine anlatacakken odacının elindeki mektubu gördü, keyiflendi. Misafirler, mektuplar…Şahsını makamlaştıran bu iki şeye Senih Efendi bayılırdı…odaya katip resmi bir yazıyla girdi. Senih Efendi resmi şeyleri aşağısından okurdu; bunun da son satırlarını görünce işi anladı.” (s.234).
Abdülhamit döneminin baskılarına, politikalarına ve hükümet etme tarzına bütünüyle karşı olan muhalif baş karakterin, yazdığı bir kitap nedeniyle bir gün kapısına polis gelir ve Adnan taslak halindeki kitabını sayfalar halinde ölüm döşeğindeki anasının koynuna saklayarak durumdan güç bela kurtulur. Kuntay polisin gelişini ise şöyle anlatır: “Sokak kapısı çalındı. Hizmetçi Şefika kapıyı açınca fenalaştı: Polis!..Bir tek adamın devlet olduğu memleketlerde küçük evlerin kapısında gece ve polis, hizmetçi Şefika için de korkunçtur. Kadın korktu.” (s.256).
İktidarın nimetlerinden faydalanmakta pek mahir, her dönemin adamı olmaya hayli yatkın kesimin haline şaşıran Adnan bir keresinde hayret eder. “Hüsrev, Erkânıharp Müşiri’nin damadıydı, Bahriye Müşiri’nin oğluydu; yirmi üç yaşında miralaydı, Hünkâr yaveriydi; memlekete acımayı Adnan’dan iyi biliyordu. Abdülhamit’e Adnan’dan daha temiz bir ağızla sövüyordu. Rütbeden, nişandan, paradan, konaktan, güzel kadından sonra hükümete sövmek saadeti de bunlarındı.” (s.275).
Adnan, iktidarı ele geçirince her şeyin değişeceğine inanan, tam bir İttihatçıydı. Gücün her şeyi çözebileceğine inanan her insan gibi iktidara gelince kendini yeterince güçlü hissedemeyen ve her defasında gücünü hissetmek için onu denemesi gereken de biriydi. Bir keresinde Dağıstanlı Hoca’yla Adan arasında şöyle bir konuşma geçer: “Adnan: ‘Hükümetin kuvvetinin karşısında sarığın lafı mı olur hocam? Bin softayı bir jandarma önüne katar.’ Hoca: ‘Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir; vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici ‘fikir’ zümreleri var. Bizim memlekette hakiki ‘fikir’ yok; bizde üç yüz seneden beri ‘fikir’ diye bir tek şey var: Taassup!” (s.308).
İttihatçılar iktidara gelince Adnan da tez zamanda zenginliğe ulaşacaktır fakat bu hiç de kenar mahallede hayal ettiği gibi zevkli bir zenginlik hali değildir. Daha çok, hak edilmemişlik duygusuyla yüklü bir korku ve keyifsizlik içermektedir. Hak edilmemiş olan kolayca kaybedilebilir hissi zevkine baskın gelmektedir: “Gözlerini kapamazsa, kimse hayatta güzel rüya göremezdi. Adnan da servetine dikkatle bakmaktan vazgeçiyor, çok zengin adamlar gibi onun da gündüzleri, gece vakalarıyla doluyordu: Uyku, içki, oyun, kadın. Bazı günler servetinden başka türlü korkuyordu: Bir gün parasız kalırsa, kaybedecek saadetleri olmayan orta halli insanlara imreniyordu. Çeksiz erkek, incisiz kadın, Suvaresiz konak, kumarda para kaybedemeyen insan…Parayı bu kadar yakından tanımasaydı, ne kadar bahtiyar olacaktı. Para [tıpkı iktidar gibi] başkasında anlaşılmıyordu: Parayı insan kendinde anlıyordu. Paraya, anlamayarak uzaktan baktığı eski günlerine imrendi. ” (s.333).
Adnan, İttihat ve Terakki’nin zirvede olduğu dönemde gücünün zirvesine ulaşır ve bir süre sonra vaktiyle bir sığıntı gibi girdiği ihtişamlı konakta ders verdiği evin erişilmez kadını Belkıs’la evlenir. Belkıs fiziken İstanbul’da olsa da kafaca hep Avrupa’da yaşamaktadır. Giyimi, konuşması, zevkleri ve insanları görme şekli hiç fark etmeksizin bir İngiliz, bir Rus, bir Macar gibidir (yeter ki buralı olmasın!). Avrupa’ya gidemiyorsa bile sefaretlerde verilen davetlere Adnan’la birlikte gidebilmek ayaklarını yerden kesmek için yeterlidir. Adnan’la zaten biraz da bu yüzden evlenmiştir. Bir keresinde yine böylesi bir davette Belkıs adeta kendinden geçer: “Kadın her adımda ‘arz-ı mev’ud’a basıyordu. Adnan’ı unuttu; tek başına koridorlarda hızlı hızlı ilerliyordu: Sefarethane’ye girmişti, Adnan artık lüzumsuzdu, bilet gibi. Dans salonunda sevincinden bayılacaktı. O kadar çok bayılacaktı ki Adnan’ın kollarına düşebilirdi. Bu salondaki bütün insanlar onun elmaslarına, ipeklerine lazım olan kalabalıktı. Burada onun incileri anlaşılıyordu.” (s.371).
Adnan artık bir zamanlar istibdata karşı içinde hissettiği davayı tam olarak duyamıyor, zenginleştikçe yapay kaygılardan besleniyordu: “Zengin olduğu günden beri, Adnan, on üçten -tıpkı Hidayet gibi- korkuyordu: Büyük refahların yapma ıstıraplara ihtiyacı vardır.” (s.376). Oysa bu, yapma bir ıstıraptan çok içten içe duyulan bir korkunun kehanetiydi. Çok geçmeden İttihatçı ülke büyük topraklar kaybedecek, Abdülhamit’e rahmet okutacak bir baskının altına girecek, iktidarın her türlü yozlaşmasının acı örnekleri İstanbul’un her yanında görülecekti. Adnan da payına düşeni fazlasıyla alacak, yıkımı en dibine kadar yaşayacaktı. Her ikbal görmüş ve düşmüş insan gibi yeni gelecek ikballerin hayaliyle yaşamaya başlayacak, bu kez Milli Mücadele’ye yardım eden ‘Gizli İstanbul’un parçası olmaya çalışacak, Cumhuriyet’le birlikte fesini fırlatıp kalpağını giyerek mebusluk bekleyecek, Ankara’dan gelecek her seste mebus oluyorum sanacak ama sarık-fes-kalpak’tan hiçbirini bir daha takamayacaktır. Ve sonuçta tıpkı Osmanlı gibi uzun süre veremden çekmiş, zayıf düşmüş bir vücutla direnemeyerek ölecektir.
Mithat Cemal için onun Mehmet Akif biyografisini okumadıysanız Mehmet Akif’i tanımış sayılmazsınız denir hep. Bu kitabı okuyunca bunun ne denli doğru olabileceğini de hissediyor insan. Gerçeğin sanatla birleşmesinin verdiği teselli için de okumak istiyor.
Kitabın ruhuna uygun olması bakımından fazlaca tarihsel gerçekliklerle başlayıp bir roman gibi bitirmek gerekirse, sonlara doğru her şeyden umudunu kesen, hayatını boşuna yaşadığını düşünen Adnan, Belkıs’dan sonraki eşi Süheyla’ya şöyle der: “Hiçbir şey yapmamak için otuz beş sene çalışmak, buna derler Süheyla!’ Gözleri doldu. Şimdi her şey gibi ‘sanat’ı da inkâr ediyordu. ‘Sanat’, ‘hayat’ dediğimiz yalanı gerçek sanmak için uydurduğumuz ikinci bir ‘yalan’dı.” (s.519).