Abimin bitmez tükenmez hayıflanmalarına en çok şimdi hak veriyorum; olayların beldesi, İstanbul’un en büyük ilçesi Esenyurt’un 60 yıl öncesini, yani 1950’lerin sonu 1960’ların başının 50 haneli Eşkinoz köyünü anlatmaya karar verdiğim şu anda…
“Ah baba” derdi abim hep vefatından önce (gıyabında hâlâ diyor zaman zaman), “şu Kodak’ınla çektiğin, ardından masa altına kurduğun karanlık odada yıkadığın fotoğraflardan birini de caminin minaresinden çekseydin ya…”
Abimin teorisine göre, ki ben de doğru olduğunu düşünüyorum, öğretmen maaşıyla babamın fotoğraf için gerekli malzemeye ayıracak o kadar az parası vardı ki, insansız fotoğrafı israf sayıyordu. Gerçekten de o köyde çektiği bütün fotoğraflar insan fotoğrafıydı; ikisini bu sayfada görüyorsunuz.
Cami minaresinden çekilmiş o fotoğraf elimde olsaydı şimdi, hakikaten ne güzel olurdu, ne kadar çok şaşırırdık hep birlikte.
Fakat fotoğraf yoksa yazı var; o çekilmemiş fotoğrafı ve o fotoğraftaki hayatı anlatacağım size.
Babam Kars, Cilavuz Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi. Ben de 1952’de Kars’ta doğdum. Kars’tan tayinle Ankara’ya, ardından da Eşkinoz’a geldiğimizde beş yaşındaydım. Babam, köyün tek öğretmeni, dolayısıyla da aynı zamanda müdürüydü. Tek öğretmenli okulda eğitim şimdiki genç kuşakların pek kavrayabilecekleri türden değildi. Tabii ki beş ayrı sınıf yoktu, tek bir sınıf vardı ve bütün sınıflar aynı ortamda, kümeler halinde yerleşirdi (birleştirilip kare haline getirilmiş ‘masa’lar ve etrafında öğrenciler; bunlardan beş tane).
Ben birinci sınıfa başladığımda ablam ikinci, abim dördüncü sınıftaydı. Sistem, öğretmenin (yani babamın) bir kümeye ders anlattıktan sonra öbür gruba, sonra da öbürüne, öbürüne ve öbürüne ders anlatması esasına dayanıyordu. Öğretmenin o anda ders anlatmadığı kümeler (sınıflar) onlara verilen ödevi yapmakla mükellefti.
Sınıfta bütün kümelerde toplam 50 kadar öğrenciydik. Peki köydeki hane sayısı ne kadardı acaba? Ben 70-80 diye hatırlıyorum, fakat abime sorunca “Hayır” dedi, “evler tek tek gözümün önünde, sayınca kesinlikle 50’yi geçmiyor.”
Fakat bu hatırlanan ağırlıkla göçmenlerin yaşadığı ‘yukarı’ mahalle. Bir de ‘Çingene mahallesi’ vardı; ‘yukarı’ mahalleden hafif bir eğimle aşağı doğru sarkınca, 100-150 metre sonrasında varılırdı oraya. Çingene mahallesini geçtikten sonra da dereye varırdınız.
Yazları dereye gitmek büyük bir keyifti, fakat iştahlı bir çocuk olarak ben derede olmaktan çok dereye doğru yürümekten hoşlanıyordum. İştahla dereye doğru yürümek arasında nasıl bir bağ olduğunu kırk yıl düşünseniz bulamazsınız. Söyleyeyim: Çünkü köyün her tarafı domates, salatalık, biber bahçeleri; karpuz, kavun, mısır tarlalarıyla ve üzüm bağlarıyla çevriliydi. Yiye yiye giderdik.
Karpuz yemek karpuzu taşa çalıp kırmak ve göbeğini yemek demekti. Gerisi eşeklerin payı! “Öyle insanların bağına bahçesine nasıl giriyordunuz, yasak değil miydi?” Hayır, biz öyle bir kavramı hiç bilmedik, biz çocukları bostanlara dalarken görüp de “ne yapıyorsunuz, sordunuz mu sahibine” diyen birileri hiç olmadı.
Daha keyifli bir karpuz yeme seansı için bostandan kopardığınız karpuzları biri köyün bir ucunda, öbürü öbür ucunda olan Bağlar Çeşme ya da Aşı Çeşme’nin yalaklarına müracaat etmeniz gerekirdi. O yalaklarda yarım saat kalan bir karpuz buzdolabından çıkmış gibi olurdu. (Bu kıyaslamayı o zamanlar tabii ki yapamazdım, çünkü buzdolabı görmemiştim hiç, keza elektrikten de habersizdim.)
Köyde iki bakkal (Muhtar Selahattin’in bakkalı ve Çakır bakkal) iki kamyon (Arap Mehmet’in Ford’u ve Beyaz Mehmet’in Austin’i) iki de traktör vardı. Esnaf? Bir tane: Demirci Abdullah.
Köyün bir yönündeki son evlerden şöyle 100 metre kadar yürüyünce, etraftaki daha büyük beldeleri Londra asfaltına bağlayan tali yola varırdınız. Yani yol Eşkinoz’u teğet geçerdi. O yol şimdi kaç şeritlidir bilmiyorum.
Yaz günlerinin çoğunda saat üç buçukta o yola çıkmayı itiyat edinmiştik. Çünkü Ceylan yaz aylarında günde sadece bir kere Sirkeci’den kalkıp Hoşdere’ye gider, saat üç buçukta da bizim köyden geçerdi. Herhalde tersinden sabah seferi de vardı fakat biz onu bilmezdik. Sadece yazın ama; kışları hiç gelmezdi.
Ceylan… Nasıl da severdik o küçük otobüsü, bir canlı gibi görünürdü gözümüze. Ama saygı da duyardık.
Bağlar Çeşme, Koru Bahçe’nin bittiği yerdeydi. Bize orman gibi gelirdi ama muhtemelen çok büyük değildi. Yine de “koru” dendiğine göre (hatırlamıyorum şimdi). Şimdi oralar hep gökdelen korusu.
Atlı posta kaç günde bir gelirdi, onu da hatırlamıyorum. Ama ‘tayyare’lerden atılan boru gibi kıvrılmış gazeteler zihnimde nedense çok taze. Ben onu sürekli bir uygulamaydı diye hatırlıyorum ama bu yazı için abime sorduğumda öyle olmadığını öğrendim: 27 Mayıs darbesinden sonra başlamış, atanlar da askeri uçakmış.
Bahar aylarında komşu köylere pikniğe gitmek de çok zevkliydi. Şimdi dev gökdelenlerle Eşkinoz’a bağlanmış bulunan Kalyoz köyüyle aramızdaki mesafe dört kilometre kadardı. Bir saat kadar sürerdi o masafeyi almak. Sonrasında şimdiki kuşağın pek bilmediği kır oyunları Kalyozlu çocuklarla…
Kalyoz, yani şimdiki Kıraç…
En son 33 yıl önce gittim Eşkinoz’a. Yukarıda anlattıklarım dahil, köyden zihnimde kalan en canlı görüntü hâlâ yerindeydi: Köy meydanındaki havuz. Koyunların ve ineklerin otlaktan dönüp yerlerine dağılmadan önce su içtikleri o havuzun başında kimbilir kaç arı iğnesi yedim, belki de ondan unutmuyorumdur.
Şimdi, ara ara Esenyurt’a giden abim, “seni bıraksalar o meydana, Eşkinoz’da olduğunu asla anlayamazsın. Tek bir şansın var, camiyi görmek; onu da dev blokların arasında görebilirsen…” diyor.