Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest Fırka Hatıraları’ndan (İletişim Yayınları) devam edelim.
Milli Mücadele’nin ardından elbette ki sanayide, demiryollarında, savunmada ve bunun gibi her türden büyük üretim ve hammadde gerektiren alanlarda finansman gerekliliği ortaya çıkınca, dönemin hükümeti milli bir merkez bankası kurma ihtiyacı duyar. Bu amaçla, alanlarında uluslararası şöhrete sahip bazı maliye uzmanlarından, Türkiye’de merkez bankası kurulması için şartların ne ölçüde uygun olduğunu araştırmaları istenir. Alman Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Karl Müller de bu uzmanlardan biridir.
Konuyla ilgili, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi’nde (CTAD, 2015, Sayı: 22) Aytekin Ersal’ın verdiği bilgilere göre Müller, 1929 yılında gelir ve döner. Döndükten sonra Türkiye’ye gönderdiği raporunda, “Sanayi, demiryolları ve milli savunma harcamalarının kısılıp, ziraata ayrılan payların arttırılması gerektiğini; tarım ülkesi kimliğinin muhafaza edilerek dış ticarette fazla verildiği günlerde bir merkez bankası kurma düşüncesinin hayata geçirilebileceğini” (s.481) belirtir.
Oysa, bir an önce ağır sanayiye yönelmek isteyen dönemin yöneticileri açısından bu gibi düşünceler hiçbir şekilde kulağa hoş gelen şeyler değildir. Müller’i getirme nedenleri bu değildir! Nitekim Ersal da bunu belirtir ve şöyle der: “Yukarıda özeti verilen Müller raporunun, Türkiye’nin iktisadi şartlarını ve kurucu kadronun kalkınma özlemlerini dikkate aldığını söylemek oldukça güçtür.” (s.491).
Evet, rapor tartışmalıdır. Yeterince istenen sonuçlar doğurmamıştır (O nedenle, yanlıştır!) Nitekim Ağaoğlu’nun Hatıraları’ndan anlıyoruz ki konuyla ilgili Meclis, 2 Eylül 1930 günü “fevkalâde” toplanmıştır. Ağaoğlu gerçi, bu toplanmanın görünür nedeni döviz meselesi olsa da görünmeyen nedeninin İsmet Paşa’nın -tam da Serbest Fırka’nın öne çıktığı bir dönemde- “mebuslarını etrafında toplayarak Fırkasının mevkiini kuvvetlendirmek” olduğunu söyler (s.81).
Meclisin ilk celsesinde döviz meselesi müzakere edilir. Hükümetin teklifini Serbest Fırka da kabul etmektedir fakat Fırka Reisi Fethi Bey, aynı zamanda hükümetin maliye siyasetini de sert şekilde tenkit etmektedir. Ağaoğlu da aynı şekilde izlenen yolu oldukça problemli görmektedir. Buna bağlı olarak yerinden kalkmaksızın Maliye Vekili Şükrü Bey’in (Saracoğlu -Hayır, Saraçoğlu değil!) cevaplaması için iki sual sorar. Sorular, Müller’in raporuna dayanmaktadır. Buna göre, Maliye Vekili,
- Alman Mütehassısı Müller’in maliyemiz hakkında verdiği rapordan haberdar mıdır?
- Haberdar ise bu mütehassısın maliyemiz hakkındaki şu yazısı hakkında ne buyurmaktadır: ‘Türkiye maliyesi hakkında açık ve sarih bir fikir edinmek güçtür. Bana üç türlü rakamlar verildi. Birisi resmi bütçe, ikincisi Divanı Muhasebat (Sayıştay) tarafından verilen rakamlar, üçüncüsü de Maliye Vekaleti tarafından verilen rakamlar! Bu rakamlar birbirine zıttır. Resmi bütçe ise rakamların karşı karşıya getirilmesinden ibarettir, hakiki bir şey ifade etmez!’ (s.81-83).
Burada belirtmek gerekir ki bu ülke ne uzmanlar görmüştür! Türkiye’ye çeşitli sebeplerle gelen yabancı uzmanların hemen hepsinin ortak buluştukları yer, bu ülkeye dair “anlaşılmazlık” ve “karmaşıklık” ve hatta bolca “tutarsızlık” halidir. Farklı kurumların rakamları nadiren birbirine uyumludur. Gerçekten de dışarıdan getirilen ölçü ve standartlar burada pek fazla karşılık bulmazlar ve bu da özellikle kurallı ve mantık ilkelerine göre düşünmeye alışkın Batılı uzmanlarda derhal bir kafa karışıklığına yol açar.
Yani, bu gibi raporlara her zaman için temkinli yaklaşmak gerekir fakat bu, üzerine düşünülmemesi ya da düşünülemez anlamına gelmez, gelmemelidir. Tam tersine, hakikat nereden gelirse gelsin başımız üstüne denmeli, fazlasıyla ciddiye alınmalı ve düşünülmelidir. Dışarıdan bir gözün işleri nasıl gördüğünü, niye öyle gördüğünü ve dahası nasıl olup da basit gerçeklikleri içeriden göremediğini anlamaya çalışmak zannedilenin aksine bize uzak sonuçlar doğurmaz, tam tersine kendimize ancak böylesi bir yoldan ulaşabiliriz. Hakikate giden yol her zaman içimizden geçmez; içimizden geçenler her zaman gerçekleşmez.
Evet, Müller’in raporu da nihayetinde bir uzman görüşüdür ve eleştiriyle karşılanması gerekir. Böylesine köklü ve karmaşık bir ülkeyi kısa süre içerisinde anlayıp incelemek her zaman kolay değildir. Elbette, bu bir hakikat belgesi değildir. Fakat ciddiye alınamaması ne türden, kendimize bile itiraf edemediğimiz büyük meseleler barındırmaktadır? Neden ve nasıl olup da kendimizden başkasını ciddiye alamamaktayızdır ya da? İşimize gelmeyen herkes ve her şey nasıl olup da kolaylıkla çöp olmaktadır?
Şükrü Saracoğlu, Ağaoğlu’nun bu -kendini bilmez!- sorularına çok sinirlenir, hatta muvazenesini kaybeder ve hiddetle: “Ahmet Bey’e evvela Türkçe öğrenmesini tavsiye ederim. Sonra da kendisinden sorarım, Müllerci midir?” (s.82).
Sonrasında Meclis’te bir gürültü kopar, sözlü atışmalar, protestolar, birbirini konuşturmamalarla o bildik karmaşa hali yaşanır. Bunun üzerine zorlukla da olsa söz isteyip kürsüye çıkan Ahmet Ağaoğlu, “Niçin sinirleniyorsunuz? Sinirlenmek zayıflara düşer. Halbuki siz kuvvetlisiniz. Bakınız üç yüze karşı üç!” (s.82) deyince, sıralardan, “Senden vaaz istemeyiz!” (s.82) sesleri gelir. Bunun üzerine, aslında Müller ve Müller gibi uzmanların neden önemli olduğunu anlatan şu cümlelerle karşılık verir: “Hayır! Ben senden, sen benden vaaz ve nasihate muhtacız! Birbirimizi tashih ve ıslah edeceğiz!” (s.82).
Bir süre böyle ilerledikten sonra “Müllercilik” meselesine gelir sözü. Bu topraklarda güncelliği hep geçerli olabilecek cümlelerle şöyle der: “Bu genç ve zeki vekil benden Müllerci miyim? diye sordu! İtiraf ederim ki onun ne zekâsından ve ne de irfani ve ahlaki seviyesinden böyle bir sual beklemezdim. Ben aramızda kimsenin Müllerci olduğunu ne zan ve ne de kabul edebilirim. Fakat madem ki Vekil Bey’ce bir Müllerci olması mutlak lazımdır, ben niçin olayım? Müller’e yirmi bin lira vererek buraya davet eden ben miyim? onun önüne devletin bütün dairelerini açarak bütün resmi vesikalarını seren ben miyim?” (s.83).
Ve devam eder: “Anlaşılıyor ki bütün bunları yapanlar Müller’den başka raporlar bekliyorlarmış! Eğer rapor arzularına muvafık olsaydı Müllerci olmakta hiç zarar görmiyeceklerdi! Fakat bu Avrupa alimini yirmi bin liraya olsun satın almak sevdasında bulunanlar kendi hesaplarına aldandılar. Müller başka mahiyette rapor verdi ve şimdi o mel’unun mel’unu olmuş ve onun adını çekenler de kafirin kafiridir! İşte Müllercilik meselesine ait sözlerim bu kadar!” (s.83).
Bu ülkenin kaderi galiba, duymak istenmeyenlere kulak kabartan herkesin bir anda Müllerci yapılması. Meclis’te konu ne olursa olsun sürekli aynı şeylerin tartışılması! Ve Maliye Bakanlığı rakamlarının asla diğer kurumlarınkiyle birbirini tutmaması! Her türlü düşünce, görüş ve değerlendirmenin -yanlış ya da kötü niyetli bile olsa!- bizi doğruya götürecek olmazsa olmaz bir gereklilik olduğuna inananların öylece hain ilan edilmesi…basitçe, hiçbir zorluk duyulmayacak bir kendini bilmezlikle! Ve her şeyin iç siyasete kurban edilmesinin “siyaset-üstü” oluşu! Dönemler, Partiler ve zihniyetler değişse de değişmeyen bir sorunun varlığını hep koruması: Müllerci misin?
Ağaoğlu’nun Hatıraları’ndan çıkarılacak bir ders varsa bu ders, bu türden ucuz yaftalamaları seven insanların tarihimiz boyunca hep olduğu ve fazla da aldırış edilmesine gerek olmadığıdır herhalde. Ama aynı zaman temkinli olmanın da hep gerekliliğidir. Ve şöyle düşünmektir: Yakın zamanda Azerbaycan’ın geri kazandığı Dağlık Karabağ bölgesinin güzel şehri Şuşalı Ahmet Ağaoğlu’na; Milli Mücadele’de yer almış ve onca önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş, Gazi’nin en çok güvendiği isimler arasında yer almış Ahmet Ağaoğlu’na; ve bütün ömrü samimi bir demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle geçmiş Azerbaycan’ın has evladı Ahmet Ağaoğlu’na bunu yapan sana bana ne yapmaz!