Fukuyama, Deniz Karakullukçu’nun çevirisiyle Serbestiyet’te de yayımlanan “Amerikan hegemonyasının sonu” başlıklı makalesinin bir yerinde “toplumun seçkin sınıfı tarafından ötekileştirildiğini hisseden kesimlerin itibar görme talebi”nden söz ediyor, bunun “modern demokrasilerin zayıf noktası olduğunu” vurguluyor, ne dediğini daha iyi anlatmak için bir de taze örnek veriyordu:
“Günümüzde Cumhuriyetçi seçmenin yarıya yakını, Demokratik Parti’nin, Amerikan yaşam tarzı için Rusya’dan daha büyük bir tehdit oluşturduğuna inanıyor. Geçtiğimiz günlerde, muhafazakâr görüşlü bir haber sunucusu olan Tucker Carlson’ın, Macaristan’ın otoriter başbakanı Viktor Orban’la Budapeşte’de yaptığı röportaj, ‘liboşlara ayar verme’nin onların gözünde demokratik değerleri savunmaktan çok daha büyük önem taşıdığını açıkça gösteriyor.”
Bu ifadeler bizi, çağdaş otoriter liderlerin iktidarda kalmada ve iktidarlarını derinleştirmede yararlandıkları iki büyük kozdan birine taşıyor: Halk kitlelerinin seçkinlere karşı geliştirdiği ve kabaca son 30 yıldan beri elle tutulur bir hale gelen öfke…
Çağdaş otoriter liderlerin iktidarda kalmada ve iktidarlarını derinleştirmede yararlandıkları iki büyük kozdan ikincisi ise, aynı kitlelerin, destekledikleri liderin ‘vatan için’ girişeceği kavgalarda ortaya çıkacak insan kayıplarını (‘şehitleri’) sorun etmemesi… Ya da bunun siyasi maliyetinin yok denecek kadar az olması (hattâ sık sık siyasi fayda sağlaması).
Bu ikisini sırasıyla ele alalım.
Liboşlara ayar verme
Dünyada her ülkede her sınıftan milyonlarca insanın, otoriter liderlerin bu vasfını sorun etmemesi, hattâ takdir etmesi ve onlara yönelmesi küresel çapta bir eğilim… Bütün belirsizlik dönemlerinde olduğu gibi içinden geçmekte olduğumuz belirsizlik döneminde de, elle tutulur hale gelen tehdit ve tehlike algısının bu yönelmede başat bir rol oynadığı muhakkak. Fakat otoriter liderlerin, Fukuyama’nın işaret ettiği “kendisini ötekileştirilmiş hisseden toplumsal kesimlerin seçkinlere yönelik öfkesi”nden de bol bol yararlandıklarını unutmamak lazım.
Üç-dört yıldır ara ara ele aldığım otoriter-popülist liderlere teveccühün bu boyutunu, kendi cümlelerimle şöyle anlatmıştım:
“Acaba, diyorum, liberaller, demokratlar ve hatta hiçbir talebin işçi sınıfının taleplerinden üstün olmadığını savunan solcuların 1960’lardan itibaren öne çıkardığı taleplerde ve o talepleri savunurken baş vurdukları dilde bir sorun olabilir mi? Ve bu sorun, kendilerini, o taleplerin eğitimli taşıyıcılarının kullandığı imkânlardan mahrum sayan daha az eğitimli ve daha yoksul kesimlerde, son evresinde öfke patlamasına yol açan bir tepki birikimine yol açmış olabilir mi?
“Bu soruyu biraz daha açarak şöyle sorayım: Acaba, dünya çapında aydınların 1960’lardan sonra yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik gibi sorunlardan çok özgürlük, çevre, cinsellik, feminizm gibi kavramları öne çıkarmaları, toplumun bunlarla çok da ilgili olmayan kesimlerinde, aydınların ve onların yön verdiği siyasetçilerin kendi asli sorunlarından uzaklaştıkları gibi bir algıya yol açmış ve onları otoriter-popülist siyasetçilere itmiş olabilir mi?” (“‘Soylu’ toplumsal talepler, onlara ilgisiz kitleler ve popülist liderler”, Serbestiyet, 3 Ocak 2019).
Tabii küresel çapta milyonlarca insan, otoriter liderlere yalnızca “seçkin siyaseti”ne duydukları öfke nedeniyle yönelmiyor; kitleler onlarda başka bir şey daha buluyor: Otoriter liderler ‘sıradan’ insanların diliyle konuşuyor, anlaşılabilir ve basit hedefler koyuyorlar. İnsanlar, “liboşlara ayar veren” otoriter liderler sayesinde kendilerini siyasetin bir parçası olarak düşünebiliyor; çünkü, aydınların ve onların desteklediği siyasi iktidarların yarattığı ortamın tersine, kendilerini artık “anlaşılabilir, kavranabilir” bir siyasi ortamın içinde buluyorlar.
Yani otoriter liderleri yalnızca “soylu ve şık” taleplere sırtlarını döndükleri için değil… yalnızca kendi hayati taleplerini öne çıkartıp çözmeyi vaat ettikleri için de değil… Onlara siyasete katıldıkları duygusunu veren anlaşılabilir, basit dilleri nedeniyle de seviyorlar.
Milliyetçi solun liberal nefreti de buraya eklemleniyor
Kendi basit fakat hayati taleplerinin özgürlük, çevre, cinsellik, feminizm gibi daha “soylu” talepler karşısında geri plana itildiğini düşünen ve buradan birikmiş bir liberal demokrasi karşıtlığı peydahlayan kesimlerin öfkesi, demokrasi alerjisini kaba bir anti-emperyalizmle birleştirerek otoriter liderlere kardeş yazılan milliyetçi solun öfkesiyle buluşuyor.
Milliyetçi solun liberal demokratik değerlere de, otoriter-sağcı liderlere da karşı oldukları iddiaları gerçeği yansıtmıyor; onların otoriter liderlere karşıtlığı, liberal nefretlerinin yanında cılız bir duygudan ibaret.
En son, uluslararası fonlardan yararlanarak bağımsız gazetecilik çabasını sürdürmek isteyen gazetecilere karşı başlattıkları kampanyada sergiledikleri hararet ve iktidarla içine girdikleri duygudaşlık bunun somut bir ifadesi oldu. Milliyetçi sol, zaten çok dar bir alanda tutunmaya çalışan bağımsız gazeteciliği boğma çabasında açıkça iktidarın yanında yer aldı.
İkinci koz: Demokratik liderlerin göze alamadığına siyasi maliyete yol açmadan karar verebilmek
Fukuyama, yukarıda andığım makalesinde ABD’nin Afganistan’da sergilediği acziyetin, Çin ve Rusya gibi rakip ve otoriter devletler için iştah kabartıcı bir ortam oluşturduğunu söylüyor:
“Amerikan dış politikası, Tayvan’ın Çin tarafından doğrudan bir saldırıya uğraması durumunda Afganistan’da olduğundan çok daha önemli bir sınav verecek. Peki, ABD, Tayvan’ın bağımsızlığı uğruna vatan evlatlarını feda etmeye razı olacak mı? Yahut Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi durumunda Rusya ile sıcak çatışmaya girme riskini hakikaten göze alacak mı? Bu sorulara cevap vermek hiç de kolay değil.”
“Vatan evlatlarını feda etmeye razı olmak…” İşte bu, demokratik toplum liderleri için büyük bir dezavantaj oluştururken, otoriter liderlerin eline, tam tersine büyük bir koz veriyor. Bunun nedeni, otoriter liderleri destekleyen milliyetçi-muhafazakâr kitlelerin, ‘vatan için’ onları kavgaya çağıran liderlerine olumlu cevap verme eğilimleri…
Putin ve Erdoğan, zaman zaman kendilerinin göze alabildiklerini başka liderlerin göze alamayacağını söylerken işte bu toplumsal ruh haline güveniyor.
Geçtiğimiz Temmuz ayının ortalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan Amasya çevre yolunun açılış töreninde yaptığı konuşmada, bu ‘avantaj’ı olabilecek en açık biçimde ilan etmişti:
“Ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz anlayışıyla mücadele eden bir milletin karşısında duracak hiçbir güç yoktur. (…) Ülkemize karşı ne siyasetle, ne diplomasiyle, ne sağduyuyla, ne akılla bağdaşan sözler sarf edenleri açıkça ikaz ediyoruz. Şayet bizim ödediğimiz bedelleri göze alıyorsanız buyrun çıkın meydana.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, işte yukarıda tarif edilen kamuoyu eğiliminden güç alarak böyle “ikaz”larda bulunabiliyor. Kamuoylarının farklılığı nedeniyle o avantaja sahip olmayan iktidarlar için ürkütücüdür bu sözler.
Hangi iktidar istemez, “şehitler tepesinin hiç boş kalmayacağını” hiç oy kaybetmeyeceğine inanarak haykırmayı?
Savaşta-kavgada verilen kayıpların politik risk yaratmadığını bilmek, nesnel ölçülerle konuşuyorsak, bir iktidar için hakikaten çok büyük bir avantaj.
Otoriter liderlerin yararlandıkları başka kozlar da var ama ben bu ikisinin özellikle önemsenmesi gerektiği kanaatindeyim.