[27 Kasım 2018] Hukuk ve ahlâk, içiçe iki alan. Her ikisi de topluma ve insan ilişkilerine düzen vermeye çalışıyor. İnsanın gelişim sürecinde, klan ve kabile toplumunda herhalde ikisi de birlikte zuhur etti. Daha yazı ve devlet yokken, “anlaşmazlıkların çözümü” diye bir alan gene de mevcuttu. Zamanla bunun ahlâkî ve hukukî öğeleri birbirinden ayrıştı. Formel hukuk vücut buldu. Aralarındaki etkileşim çağlar boyu sürüyor. Biri doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü tarif ediyor. Diğeri bunların üzerine, yasa ve yasadışılık tanımlarını oturtmaya çalışıyor. İkisi özdeş değil. Örneğin ahlâken kötü ve yanlış bulduğumuz pek çok şey, yasalara uygun olabilir. Başka bir deyişle, suç kapsamına girmez. Ya da şöyle diyebiliriz: ahlâkın temel kategorilerine kıyasla, hukukun yasallık alanı daha geniş, yasadışılık alanı ise çok daha dar bir şekil alıyor.
Her halükârda, ahlâkî ve hukukî yozlaşma tarihin birçok döneminde elele gidiyor. Biri diğerini tetikliyor, öbürü ona cevap veriyor. Ahlâkî bağlar çözülünce, hukuk da keyfîliğe doğru başını alıp gidebiliyor. Ve bu keyfîleşme hemen daima, yasallık alanı daralırken yasadışılık alanının genişlemesi yönünde oluyor. Başka herşey eşit olmak kaydıyla (yani meselâ bilimsel ve teknolojik gelişme sonucu yepyeni hukuk alanlarının açılmasını bir kenara koyabilirsek — uzay hukuku veya bilişim hukuku gibi), Yeniçağ ve Yakınçağda demokratik toplumların genel evrimi, toleransın artması, suç sayılan fiillerin azalması ve giderek daha titiz tanımlanması, kanıtların toplanması ve yorumlanmasında daha sıkı ölçütler, yargılama usullerinde sanık haklarının daha fazla gözetilmesi, işkence ve kötü muamelenin sıfırlanması, cezaların hafiflemesi, idam cezasının kalkması yönünde. İşin bir diğer boyutu, hukukî süreçlerin dış etkilerden korunması ile ilgili. Gerek medya, gerekse politikacılar belirli bir terbiye ediniyor. Basın, sadece nötr haber, gerçekten nötr haber veriyor devam eden soruşturma ve koğuşturmalar hakkında. Yöneticiler mahkemeyi etkileyebilecek her türlü demeçten kaçınıyor. Herkes “aksi ispatlanmadıkça suçsuzdurlar” ilkesine saygı gösteriyor. Dâvâlılardan sadece “sanık” diye söz ediliyor.
Fakat bazen tersine dönüyor bu süreç. Tolerans eşiği düşüyor. Siyaset önce ahlâkı bozuyor. Amaç uğruna her türlü aracı mübah kılıyor. Bu yüzden, önce ahlâkın “kötü” ve “yanlış” tanımlarında büyük bir genişleme meydana geliyor. Sonra bu yeni “kötü” ve “yanlış”lar hukuk alanına taşınıyor. Kanunlarda yeri olmayan suçlar yaratılıyor. Hiçbir somut kanıt aranmaksızın iddianameler kaleme alınıyor. Sorumlu devlet adamlarının kendilerini polis, savcılar ve yargıçlarla özdeşleştiren demeçleri yangını körüklüyor. Basın hepsini alıp alabildiğine abartıyor, bire bin katıyor, sanıkların suçluluğuna peşinen hükmediyor. “Av mevsimi bugün itibariyle açılmıştır.” Dâvâlılara küfür, hakaret, haklarında her türlü tezvirat, bütün kişilik haklarını çiğnemek tamamen serbest. Siyasî nedenlerle anormalleşmiş bir ortamda, bunların hepsi normal hale geliyor.
İşin ilginç yanı, bunun teorisini kuran hukukçular da çıkıyor, hem sağdan hem soldan. Onların hukuk anlayışında, bireyin, vatandaşın korunması değil siyasetin ve rejimin ihtiyaçları ön planda. Devletin düşmanları olması ve düşman gözetmesini doğallaştırıyor; zıddında, gene devletin bekası uğruna, olağanüstü halin olağanlaşmasını egemenlik hakkının özü ve esası kabul ediyorlar. Kanunlara ve yargılama usulüne bakışlarında objektif “norm”lar diye bir şey yok. Herşey sübjektif; herşey niyete ve niyetin yorumuna bağlanıyor.
İnsanlık, daha yeni geride bıraktığımız o müthiş 20. yüzyılda böyle korkunç bir dönem yaşadı aslında. Ian Kershaw bunu To Hell and Back: Europe, 1914-1949 kitabıyla anlatıyor (Cehenneme Gidiş Dönüş. 1914-1949 Arasında Avrupa). Bir yanda Komünizm, diğer yanda Faşizm ve Nazizm, ahlâk diye de, hukuk diye de bir şey bırakmadı. Hukukun keyfîleşmesi ve araçsallaştırılması, bu iki akım, sistem ve ideolojinin hukuk teorisyenlerinin elinde doruğuna ulaştı. Meşum gölgesi günümüze kadar uzanıyor.
Yukarıda solda, 1933’te Hermann Goering’in eline geçen eski Prusya İçişleri Bakanlığı binası. Sağda, Nazilerin Üçüncü Reich’ının Adalet Bakanlığı binası. İkisini yanyana koydum, çünkü birlikte, hukukun siyasîleşmesini çağrıştırıyor ve simgeliyorlar.
(Bu sadece bir girişti. Carl Schmitt ve Andrey Vyshinsky ile devam edeceğim.)