1 Kasım 2004 tarihli “İktidar basınında Amerika yine OK” başlıklı yazımda esas olarak muhafazakâr siyasetin ve muhafazakâr medyanın ABD nefretiyle ABD sevgisi arasında gidip gelen hallerini ele almıştım.
Bana o yazıyı yazma ilhamını, o günkü gazeteleri inceledikten sonra Twitter hesabından şu mesajı paylaşan gazeteci Gürkan Zengin vermişti:
“Hükümete yakın medya Erdoğan-Biden görüşmesini milleti uyutan manşetlerle duyuruyor. Verilen hava mealen şu: ‘Amerika’yla meseleler hal yoluna sokulmuştur, güzel günler bizleri bekliyor.’ Ayıptır…”
Yazımın başlığındaki “yine” vurgusundan anlaşılabileceği gibi, muhafazakâr siyaset ve muhafazakâr medya her zaman böyle değildi. ABD kısa bir süre öncesine kadar Türkiye’yi bölmek ve parçalamak hedefinden asla vazgeçmeyecek olan ‘üst akıl’dı. Yani ABD emperyalizmi bir öyleydi bir böyle.
Meseleyi AK Parti ve onun medyasıyla sınırlı tutsam memnun kalacağına emin olduğum CHP’li bir arkadaşım, yalnız muhafazakârların değil Türkiye’deki bütün ana siyasi akımların ‘emperyalizm’ karşısındaki tavırlarının böyle olduğunu söylediğim paragrafa takılıp sinirlenmiş… Şu paragrafa:
“Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince (hatta bazen ‘bir parmak bal’ bile yeterli olabiliyor) onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar.”
“AK Parti zaten her yola girebilecek pragmatizme sahip bir parti” dedi arkadaşım, “Mustafa Kemal’in bağımsızlıkçı çizgisinin hakiki sahiplerinin anti-emperyalizmi ise ilkeseldir, zamana, zemine göre değişmez.”
Arkadaşıma, cevabımı bir yazıyla vereceğimi söyledim. O yazı bu yazı.
Bu tür eleştirilere genel cevabım şöyle: Bu, benim için en cazip konulardan biri. Kim ne zaman ABD ile kanka olmuş, sonra ne zaman “kahrolsun ABD” moduna girmiş, bunları hep izledim ve yazdım. Bunların hepsini zikredebilirim, fakat bugün sadece ulusalcılığın anti-Amerikancılığının ‘error’ verdiği tarihsel anları eski yazılarımdan geniş alıntılarla bir kez daha hatırlatacağım.
Bu konuya ilk, Türk ulusalcılığının en anti-emperyalist, en anti-Amerikan olduğu 2006-2007 civarında uyandım. Sonraki yıllarda, ulusalcılığın öne çıkmış figürlerinin bu alandaki performansını izledikçe düşüncem netleşti. Bir aşamada, 2009’da şöyle yazdım:
“Benim bıkmadan, usanmadan takip ettiğim konular var. Bunlardan biri de, Türkiye’nin ulusalcılarının taşıdığı ‘Amerikan yandaşlığı’ potansiyeli… İlk bakışta ‘absürd’ bir tını veriyor oluşu, beni, öne sürdüğüm bu iddia konusunda daha da kışkırtıyor. Ulusalcılık gibi, temelini Amerikan karşıtlığının oluşturduğu bir siyasetin ‘Amerikan muhibliğine’ savrulması ihtimali ilk bakışta gerçekten de olacak bir şey gibi görünmüyor. Fakat işin ‘zâhir’ine değil de ‘bâtın’ına bakmaya başladığınızda iş değişir. O zaman, ‘anti-emperyalizm’in bir kabuk olduğunu anlarsınız. Ve ancak o zaman kabuğun altındaki ‘öz’ü algılayabilirsiniz; bu öz, otoriter-jakoben-laik bir yönetim-iktidar arzusudur. Ve bu ‘öz’e kim hizmet ederse, ulusalcılık onunla ittifaka hazırdır.”
Parantez: Tabii, bu sadece ulusalcılık için söz konusu değil. ‘Emperyalizm’e karşı tavrı asıl belirleyen şey, herhangi bir siyasi akımın iç politik hedeflerine ‘emperyalizm’in ne dediği. ‘Emperyalizm’, herhangi bir siyasi akımın iç politik hedeflerine OK dediğinde, o siyasi akımın anti-emperyalizmi bitiyor. Yani bütün mesele iç iktidar: “Emperyalizm benim iç iktidarıma itiraz etmiyorsa, hatta destekliyorsa onunla sorunum yok, fakat iktidarıma çomak sokuyorsa anti-emperyalistim!”
Ulusalcılığın en anti-Amerikan olduğu yıllarda Cumhuriyet ve İlhan Selçuk
Artık, ulusalcılığın anti-Amerikancılığının (da) gel-gitli olduğunu gösteren örneklere geçebiliriz…
Meseleyi fark edişimin başlangıcının 2006’ya gittiğini söylemiştim. Ulusalcılığın tavizsiz bir anti-Amerikancılık olarak algılandığı 2006’dan bir yıl sonra Türkiye’de genel seçimler yapılacaktı. Kasım 2007 seçimlerinden tam bir yıl önce ulusalcılığın kalesi Cumhuriyet’in başyazarı İlhan Selçuk peşpeşe üç ilginç yazı kaleme aldı (15, 16 ve 18 Kasım 2006).
İlhan Selçuk bu üç yazıda özetle ABD’nin, ne yaparsa bölgede yeniden itibar kazanacağını ABD Başkanı Bush’a anlatıyordu.
Selçuk, 15 Kasım 2006 tarihli ilk yazısında ABD Başkanı Bush’un artık bir “topal ördek” olduğunu; fakat bu hale gelmeden önce Türkiye’de bir “operasyon” yaparak “AKP’yi iktidara getirdiğini” hatırlatıyordu.
Bush’a tavsiye: AKP’yi değil, bizi desteklersen…
İlk yazıda Bush’a “Türkiye günahları”nı anlatan Selçuk, ertesi gün (16 Kasım 2006), “Bush’un Türkiye siyaseti değişmeli” başlıklı yazısında ise, ABD Başkanı’na bu günahlarından arınabilmesinin şifrelerini veriyordu:
“Bush, Ortadoğu’da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye’den başlaması aklın yoludur. (…) Amerika kaş yapayım derken göz çıkarıyor… Bugün ülkemizde Amerikan aleyhtarlığı görülmemiş biçimde yoğunlaştı. (…) Ortadoğu cehennem… Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush’un Türkiye’de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk’ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu’da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor…”
İlhan Selçuk, açık açık “beni al, onu alma” diyordu “ABD emperyalizmi”nin en tepe yöneticisine…
Selçuk’un 18 Kasım 2006 tarihli yazısı ise, bir samimiyet krizi sırasında kaleme alındığı duygusunu uyandıracak kadar netti:
“Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yı kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır… AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor… ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’ a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!..”
Bu önermeden, şundan başka hangi sonuç çıkar: Türkiye’de Amerikan düşmanlığı yükselmektedir, fakat ABD kafayı değiştirirse ve bu sayede İlhan Selçuk’un önerdiği rejim ülkede egemen olursa Türkiye’deki Amerikan düşmanlığı azalacaktır. Ve böyle bir ABD, ulusalcıların başının tâcıdır!
2009 seçimleri öncesi: Cheney-Cumhuriyet buluşması
2008 Nisan’ında, yani 2009 seçimlerine bir yıldan az bir süre kala gazeteciler arasında ilginç bir “dedikodu” dolaşmaya başladı. İddialar doğruysa, İlhan Selçuk, bir yıl önce ABD’yi ulusalcılarla dansa davet eden yazılarının peşini bırakmamış görünüyordu. Fakat bu defa işi daha “hard” düzeyde yürütülüyor, ABD’deki Neo-con’larla temas imkânları aranıyordu. ‘Dedikodu’ bir süre daha konuşuldu, sonra unutuldu.
Temmuz 2008’de Ergenekon iddianamesi açıklandığında işin gerçeği anlaşıldı… İddianame, telefon tapelerine dayanarak Cumhuriyet’le Neo-con’lar arasındaki ilişkiyi açıkça gösteriyordu. İddianamenin o bölümünü Hürriyet şöyle haberleştirmişti:
“İddianamede, Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü İbrahim Yıldız’ın bir telefon görüşmesinde, İlhan Selçuk’a, ‘Bugün, aynı zamanda zamanlaması da ilginç, bizim Amerika muhabiri Elçin Poyrazlar da Amerika Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in bürosuna davet edildi. Biz ona bazı şeyler gönderdik, bir de şöyle soruyorlarmış, Erdoğan’ın karşısına kim rakip olabilir, gibi soru tahmin ediyoruz, bakalım şimdi daha toplantı akşamüzeri’ dediği yer aldı.
“İbrahim Yıldız’ın daha sonra İlhan Selçuk’a şöyle dediği aktarıldı: ‘Şimdi Abi Elçin ile konuştum, Elçin’in yaptığı görüşme 3 kişilik bir görüşme Amerika bu Cheney’in iki danışmanı, birinci ve iki numaralı danışmanları ile bir de Siyasi İşler Komisyonu’ndan biri. İsimlerini verdi kız. Görüşmenin içeriği biraz karşılıklı bilgi alışverişi şeklinde. Ama en çok merak edilen mesele AKP’ye karşı bir muhalefet Türkiye’de var mı yok mu? Ilımlı İslam meselesi, El Kaide meselesi. Bunları sormuşlar, bundan sonra görüşelim demişler, bu görüşmelerimizi yazma demişler. AKP’ye kim muhalefet olabilir, kim yükselebilir, CHP’den umut olmadığını söylemişler. Daha çok AKP’den sonra ne olabilir, kim çıkabilir karşısına gibi sorular şeklinde geçmiş.”
Tuncay Özkan’dan Obama’ya: İzin vermeyin!
O yılların ulusalcılığının önde gelen isimlerinden Tuncay Özkan’ın yürüttüğü “Biz Kaç Kişiyiz” platformunun en belirleyici vasfı ABD ve Avrupa Birliği karşıtlığıydı…. Platform, Tuncay Özkan cezaevine girdikten sonra da varlığını sürdürmüştü; Özkan da yazılarıyla siteye katkıda bulunuyordu. Platform üyelerinin bir “mesih” gibi gördüğü Tuncay Özkan, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye’ye geldiği 5 Nisan 2009’dan birkaç gün önce Obama’ya hitaben öyle bir mektup yazdı ki, ortalık bir anda gerildi. Platformun sitesinde yayımlanan mektup samimi tebrik cümleleriyle başlıyor, ABD Başkanı Obama’nın iktidarın bazı uygulamalarına “izin vermemesi” talebiyle devam ediyordu:
“AKP iktidarı, ülkemi din faşizmine taşımaktadır. Siyasetin referansı İslami kurallar haline gelmiştir. (…) Bu din Faşizminin Türkiye’yi ele geçirmesi ve batılı bir demokrasi olma yolunda inanılmaz mesafe kateden ülkemi Hamas Örgütünün yanına koymasına, hukukun üstünlüğüne inanan vicdanınızla mı izin vereceksiniz? Türkiye’de Museviler gibi İslam dışı dini azınlıkların hedef gösterilmesine, toplumun İranlaştırılmasına sessiz mi kalacaksınız?”
Mektubun son bölümü ise şöyleydi:
“Bush ‘Ya bendensin ya teröristsin’ dedi. Obama ‘Biz iyisiyle kötüsüyle Dünya’yı barış ve mutluluk için kucaklıyoruz’ demeli ve nerede olurlarsa olsunlar faşistleri desteklememelidir. Lobilerin, çıkarları için ulusları, insanları yok eden yönetimleri desteklememelidir. Ben ülkemdeki din faşistlerinin susturmak için tutuklattığı gazeteci Tuncay Özkan olarak, sizden bunların dışında hiçbir şey istemiyorum. Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum. Yoksa sizin de Bush’dan farkınız olmaz. Lütfen bu konu ile ilgili duygu ve düşüncelerinizi bana iletiniz. (…) Başkan Obama, ailenizle birlikte mutluluk, barış ve başarı içinde yaşamanızı, Dünya ve insanlık için güzel şeyler yapmanızı temenni ederim. Saygılarımla.”
“Haberal: Ben Amerikalılara diyorum ki…”
Tuncay Özkan’ın mektubu, bu dizinin başından beri anlatmaya çalıştığım nedenlerle beni hiç şaşırtmamıştı…Tam tersine, durumu tespit etmekle yetinip, ulusalcılığın zaman zaman küllerinden yeniden doğan Amerikan muhibliğinin yeni bir tezahürünü beklemeye başlamıştım. Beklediğim malzeme, Tuncay Özkan’ın Obama’ya mektubundan bir süre sonra açıklanan üçüncü Ergenekon iddianamesinden çıkmıştı. İddianamede yer alan telefon tapelerine göre davanın en önemli sanıklarından ve ulusalcılığın simge isimlerinden Mehmet Haberal, telefonda Abdüllatif Şener’e şöyle demişti:
“Ben Amerikalılara diyorum ki, Türkiye dünyanın anahtarıdır. Sonra dedim ki o anahtarı çok iyi kullanacak bir yönetim Türkiye’nin başına gelsin, yoksa vay geldi halinize…”
Bugünkü manzara da anti-Amerikancılığın ‘ilkesel’ olmadığını gösteriyor
Bu ‘tarihi’ örnekleri bırakıp bugüne gelirsek… Bugünkü tablo da ulusalcılığın anti-Amerikancılığının ilkesel olmadığını gösteriyor.
2006-2007’deki, CHP’nin ana gövdesinin de onayını alan sert Amerikan karşıtlığını o tabanda bugün neden göremiyoruz? Cevap açık: Çünkü ABD artık bu kesimin iç politik hedeflerinin karşısında değil. Erdoğan iktidarını desteklemiyor, tam tersine bu iktidarla büyük bir gerilim yaşıyor. Oysa 2006-2007’de, İlhan Selçuk’un da dediği gibi AK Parti’nin bir ABD icadı olduğuna inanılıyordu.
İlkesel bir anti-Amerikancılık ne mümkün ne doğru
Bir rezervle bitiriyorum…
Buraya kadar yazdıklarımdan yola çıkarak, ilkesel bir anti-emperyalizmin, ilkesel bir anti-Amerikancılığın mümkün ve doğru olduğunu düşündüğüm sanılmasın. Tam tersine, var olan reelliklerin çerçevesi dahilinde siyaset yapmak zorunda olan herhangi bir siyasi organizma elbette dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü konumunda bulunan Amerika’nın desteğini arayacak ya da düşmanlığından uzak durmaya çalışacaktır.
Kimseyi ABD’nin dostluğunu aradığı için suçlamıyorum, fakat Amerika’nın bütün ‘ilkesel ve ideolojik’ düşmanlarının, yeri geldiğinde nasıl ‘Amerikancı’ kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimsenin de kalkıp kendi anti-Amerikancılığının ‘ilkesel ve ideolojik temelli’ olduğunu öne sürmemesi gerektiğini söylüyorum.