Geçtiğimiz ay Virginia’da gerçekleşen valilik seçiminin kaybedilmesinin ardından Demokratik Parti’de patlak veren tartışmalar sonrasında birçok Amerikan siyaseti uzmanı, gelecek yıl yapılacak olan Temsilciler Meclisi seçimlerinde Cumhuriyetçilerin yeniden meclis çoğunluğunu alacağını iddia etmeye başladı. Ancak asıl belirsizlik, sağ siyasetin genelinde yaşanıyor. Bu sorunun bedelini ise hepimiz ödüyoruz.
Sağ siyaset geçmişte de çeşitli kimlik krizleri yaşadı. Sanayileşmenin dünya çapında ciddi eşitsizliklere yol açtığı ve işçi sınıflarını büyük ölçüde yoksullaştırdığı on dokuzuncu yüzyılda gün yüzüne çıkan kitle demokrasisinin (mass democracy) yükselişi, İngiltere’deki Muhafazakâr Parti gibi geleneksel merkez-sağ partileri neredeyse siyaset sahnesinden siliyordu. On binlerce işçinin şehirlerde ve işyerlerinde toplanması, aralarında dayanışma kurarak siyasi anlamda örgütlenmeleri için yeni fırsatlar yarattı. Sonrasında, anarşizmden ve ütopyacı sosyalizmden Marx ile Engels’in komünizmine kadar uzanan yeni fikirlerin ortaya çıkışı, işçi sınıfındaki kitlesel hoşnutsuzluğu yansıtarak alternatif bir toplum yapısına yönelik modeller sundu.
Ancak merkez sağ siyaset, Britanya’da Benjamin Disraeli’nin önderliğinde kendini baştan yarattı. Muhafazakâr ve milliyetçi bir ideolojinin birçok işçinin ilgisini çekeceğine inanan Disraeli, 1860’larda (rakibi Liberal Başbakan William Gladstone’dan bile daha ileri giderek) seçmen tabanını genişletmek adına çok sayıda reforma öncülük etti. Bu konuda haklıydı da. Muhafazakârlar kısa bir süre sonra sandıktan birinci parti çıkarak 19. yüzyılın geri kalanındaki çoğu seçimde Liberaller’in önüne geçtiler.
Farklı felsefeleri ve içgüdüleri bir araya getirerek başarı sağlayan bu yeni sağ siyaset tarzının ilk dayanağı, çeşitli biçimlerde tezahür eden milliyetçilik akımıydı. Disraeli’nin “Tek Ulus” vizyonunda, milliyetçiliğin daha ılımlı bir biçimi ifade ediliyordu: Tüm vatandaşları tek bir toplumsal sözleşmenin parçası olarak gören toplulukçu (communitarian) bir kimlik. Ancak Disraeli, Britanya İmparatorluğu’nun jingoistik (milliyetçiliğe dayalı, agresif ve yayılmacı bir dış politika yaklaşımı, ç.n.) vizyonuna olan bağlılığında görülecek şekilde daha saldırgan ve milliyetçi duygulara da yön veriyordu. Üstelik Fransa’da ve Almanya’da, anti-Semitizm genellikle yeni muhafazakâr düşüncelerin merkezinde bulunmasına rağmen.
İkinci dayanak, geleneksel kurumları ve toplumsal düzeni radikal değişimlere karşı savunma dürtüsüydü. Edmund Burke’ün Fransız Devrimi’ne yönelik sert eleştirilerinden çıkagelen bu düşünceler, toplumsal ve siyasi değişimin kaçınılmaz bir hale geldiği vakitlerde, bunlara karşı ehemmiyetli cevaplar üretebilecek uyarlanabilir bir muhafazakârlık anlayışının püf noktasıydı. Ancak bu yaklaşımın karanlık tarafı, cinsiyete ve ırka dayalı mevcut toplumsal hiyerarşilere olan bağlılığından kaynaklanıyordu. Dahası, merkez sağın bu tür hiyerarşileri savunmaya yönelik istekli tutumu, içinde barındırdığı milliyetçiliğin yanı sıra seçmen nezdinde çekici oluşunun en önemli kısmını oluşturuyordu.
Üçüncü dayanak, piyasalara olan bağlılıktı. İlk iki dayanak gibi, üçüncüsü de sağın kendisini çeşitli alternatifler (1917 sonrasının Sovyet sosyalizmi ya da II. Dünya Savaşı sonrasının sosyal demokrasisi) karşısında tanımlamasına yardımcı oldu. Muhafazakârlar, hem serbest piyasanın sağladığı faydaları korumak için hem de Burkeçü kademecilik (gradualism) adına mülkiyetinin geniş bir alana yayılmasına ve çeşitli devlet müdahalelerine karşı çıktılar.
Ne var ki, Avrupalı ve Amerikalı muhafazakârlar, değişen şartlara uyum sağlamayı sürdürdüler. Bu süreçte kimi zaman refah devletiyle yan yana geldiler, hatta buna yatırım bile yaptılar. Hakikaten de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan ilk seçimlerde, Winston Churchill liderliğindeki Muhafazakârlar, William Beveridge’in meşhur 1942 bildirisinin ortaya koyduğu plan doğrultusunda inşa edilen yeni refah devleti anlayışına karşı çıkmışlardı. Ancak seçimlerde hezimete uğrayan muhafazakâr siyasetçiler, çok geçmeden yeni dönemin birçok unsurunu kabullendiler. Bu esnada, İskandinav ülkelerinde ve Almanya’da, merkez sağ partiler, 1980’lere kadar temel refah devleti kurumlarına neredeyse işçi sınıfı partileri kadar bağlılık gösteriyordu.
Ancak sağ siyasetin seçimlerdeki başarısının belirleyici bir yönü daha vardı: Seçimlerde genellikle merkez sağ partileri finanse eden zengin şirketlere destek vermeleri. Büyük şirketlerin çıkarları, piyasa yanlısı felsefeyle çatıştığında (örneğin tekelleşmeye karşı çıkmak gibi), sağ siyaset büyük şirketlerin yanında yer alıyordu.
İktisadi ve toplumsal gelişmeler birleşince, merkez sağın geçmişten bu güne gelen yekpare anlayışı ortadan kalktı. Haliyle, daha radikal sağ fikirlerin yükselişiyle birlikte refah devletine ve hükümetin ekonomideki rolüne karşı yeni itirazlar doğdu. Ekonomide Milton Friedman ve diğer serbest piyasacı düşünürler tarafından popüler hale getirilen ve devletin firma davranışlarını düzenlemeye yönelik kurallara karşı çıkan yeni bir anlayış, 1980’lerde İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın ve ABD Başkanı Ronald Reagan’ın iktidarlarında büyük karşılık buldu. Üstelik bu anlayış, 1990’larda, Sovyetler Birliği’nin, sosyal demokratların refah devletini savunurken kullandıkları önemli bir argümanı, yani refah devletinin, işçi sınıfının doğrudan sosyalizm taleplerini önlemek için gerekli olduğuna yönelik iddiaları geçersiz kılacak şekilde çökmesiyle birlikte daha da ivme kazandı.
Thatcher’ın ve Reagan’ın devlet düzenlemelerini ortadan kaldıran ajandaları, geçtiğimiz kırk senede küreselleşmenin ve otomasyonun gün geçtikçe hızlanmasıyla birlikte eşitsizliğin iyice artmasına katkıda bulunarak, Burkeçü gelenekçiliğin ve toplulukçu milliyetçiliğin uygulanabilirliğini daha da azalttı. Aynı zamanda, sağcı medya kuruluşlarını destekleyen mega tekellerin ve multi-milyarderlerin ortaya çıkışı, sağın rekabetçi pazarlara olan bağlılığını gülünç bir hale getirdi.
Gelinen noktada, sağ siyasetin kendisini bir kez daha baştan yaratması gerekecek. Almanya’nın Eski Şansölyesi Angela Merkel’in son on yılda gün geçtikçe sosyal demokrasinin temel tedbirlerini andırmaya başlayan politikaları ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın Disraeli’nin ”tek ulus muhafazakârlığını” (one-nation conservatism) canlandırmaya yönelik gelişigüzel çabaları, merkez sağ partilerin yakın gelecekte nasıl bir yol izleyebileceklerinin bir göstergesi. Ancak bu girişimlerin başarılı olması pek olası görünmüyor, zira bunların hiçbiri, sağ siyasetin ve dünyanın karşı karşıya olduğu tehditlerin büyüklüğüyle orantılı değil.
Bu bağlamda, merkez sağ partilerin, eşitsizliğin çıkış noktalarıyla ve küreselleşme ile ”Big Tech”in (Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bilgi teknolojileri sektörünün en büyük beş şirketi, ç.n.) yarattığı tehditlerle etkin bir şekilde mücadele verebilmek adına büyük bir dönüşümden geçmesi gerekecek. Amerikan muhafazakârların, büyük şirketlere ve aşırı zengin bireylere olan tarihsel bağlılıkları göz önünde bulundurulduğunda, bu süreçte fazlasıyla zorlanacakları söylenebilir. Kuşkusuz, onlar bir şekilde iktidara tutunabilmek adına Burke’ün fikirlerini çoktan terk ettiler. Richard Nixon döneminde ülkenin güneyindeki eyaletlere yönelik müstehzi stratejiler izleyen, günümüzde ise çeşitli toplumsal grupların oy kullanmalarını engellemek için yasa tasarıları sunan Amerikan sağı, uzun süredir ülkedeki siyasi yapının sağ eğilimli kırsal alanlara olan yetersiz ve orantısız güç tahsisine bel bağlıyor.
Demografinin daha kentli ve eğitimli seçmenlere doğru değişmesi ve ekonomik durgunluktan kaynaklı yaşanan hoşnutsuzluklar göz önüne alındığında, bu stratejinin sonsuza dek işlemesi mümkün değil. Amerikan sağı ya değişmesi gerektiğini kabul edecek ya da daha da saldırganlaşacak, azınlıkta kalan bir seçmen tabanına bağımlı hale gelecek ve nihayetinde seçmenini bizzat demokrasiyle karşı karşıya bırakacak.
Cumhuriyetçi Parti’nin eski Başkan Donald Trump’ı adeta tanrılaştırması, ikinci seçeneği tercih ettiklerini gösteriyor. Bu durum, ABD’nin şimdikinden daha da derin bir kutuplaşma ve işlevsiz yönetişim dönemine girdiği anlamına geliyor. Ne yazık ki, eşitsizliğe, iklim değişikliğine ve büyük teknoloji şirketlerinin boğucu egemenliğine yönelik anlamlı politikalar üretilmesi ne pek olası değil. Daha da kötüsü, 2024’te Trumpçı bir restorasyonun ardından baskıcı otoriterizmin yükselme ihtimali göz ardı edilemez bir durumda.
Orijinali:
Çeviren: Deniz Karakullukcu