Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDon’t Look Up: Toplumsal alıklaşma üzerine bir film

Don’t Look Up: Toplumsal alıklaşma üzerine bir film

Dünyanın altı ay sonra bir kuyruklu yıldızın çarpması sonucunda ‘patlayacağı’nı ispatlayan bilim insanları yerine demagog bir başkanın “kuyruklu yıldızdaki, fakirliği ilelebet bitirecek madenleri ele geçirme” masalına inanan, inanmakla kalmayıp bilim insanlarının söylediklerini ciddiye alanları düşman belleyen milyonlarca insanın varlığını anlatan bir film sanmam ki mesela 20 yıl önce inandırıcı bulunsun. Fakat artık inandırıcı buluyoruz, çünkü gerçek hayatta da oluyor.

Özgür Demirtaş, “Bu yıl izlediğim en iyi filmi size önermek istiyorum: Don’t Look Up… Sanatsal yönden olmasa da verdiği mesajlar yönünden 10 numara film” diye yazmış Twitter hesabına.

Filmin (Netflix’ten izlenebilir) izleyicisine anlatmak istediği şeyler gerçekten de önemli, bu yazıda bunları ele almak istiyorum.

“Sanatsal yönden” güçlü bir film olmadığını, evet, söyleyebiliriz belki ama, bu sakın senaristlerin ve yönetmenin bir tercihi olmasın? Son cümledeki gizemi biraz daha koyulaştırayım: Sakın bu ‘zayıflık,’ filmi kotaranların, filmlerinde vermek istedikleri mesajın bir parçası (ve yansıması) olmasın?

Bu gizemli sorulara yazının sonunda döneceğim, fakat orada söyleyeceklerimin anlam ifade edebilmesi için önce filmi, filmin sahnelerini ve mesajlarını gözden geçirmeliyiz…

Filmin konusu ve bazı kritik sahneleri

Filmin iki ana karakteri, gökbilim doktorası yapan bir öğrenci ile (kadın, Jennifer Lawrence canlandırıyor) onun hocası, bir gökbilim profesörü (erkek, Leonardo DiCaprio canlandırıyor).

Öğrenci, bilgisayarının başında, belli ki çok gelişmiş bir teleskoptan aktarılan görüntüleri izlerken birdenbire cin çarpmışa dönüyor. Hemen hesaplamalarını yapıp emin olduktan sonra hocasını arıyor ve yaklaşık altı ay sonra (yaklaşık dememe bakmayın; ay, gün, saat, dakika kesinliğinde bir süre sonra) 6×10 km boyutlarında bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpacağını haber veriyor. Gökbilimcilerin bu boyutlardaki kuyruklu yıldızlara verdikleri adla bir “gezegen söndürücü”dür bu; çarptığında, milyonlarca yıl önce dinozorları dünyadan silen göktaşının yaptığı etkiyi yapacak, dünyada hayatı kesin olarak sonlandıracaktır (ayrıntılara girmiyorum; depremler, tsunamiler falan).

Profesör ve öğrencisi, mukadder felaketi yetkililere duyurur, onlar da ikili için daha önce bilgilendirilen ABD başkanıyla (kadın, Meryl Streep canlandırıyor) bir randevu ayarlar. Giderler randevu saatinde Beyaz Saray’a, fakat Oval Ofis’i gören bir aralıkta saatlerce bekletildikten sonra o gün görüşmenin gerçekleşemeyeceği söylenir kendilerine. Çünkü başkanın ilgilenmesi gereken çok daha önemli bir işi vardır, bir skandalla karşı karşıyadır: Anayasa Mahkemesi için gösterdiği aday, gençliğinde güzel sanatlar öğrencilerine çıplak poz verirken erekte olmuştur, o resimler düşmüştür piyasaya (sonra başka defoları da çıkar ortaya).

Ertesi gün görüşme gerçekleşir, ama ne görüşme: Başkan, yakın bir zamanda senato seçimlerinin olduğunu, bir felaket haberinin isteyebileceği en son şey olduğunu söyler iki gökbilimciye. Yine de “Peki” der sonunda, “tezinizin doğru olup olmadığını inceleteceğim…”

Meselenin komisyona havale edildiğini anlayan ve böylece siyasetten ağızlarının payını alan kahramanlarımız, mücadelelerini kamuoyu önünde sürdürmeye karar verip medyaya baş vururlar. Çıktıkları sabah programı her telden çalan, fakat her şeyi illaki “eğlendirerek” (burası çok önemli) sunan, ülkenin en çok izlediği televizyon klasiğidir; yıllardır hiç aksamadan sürdürülen programı orta yaşlı bir kadın (beyaz) ve bir erkek (siyah) sunmaktadır.

Büyük şanssızlık! Onlardan önce, kendisini aldatan sevgilisinden yeni ayrılmış, ülkenin en ünlü magazin simalarından, en sevilen kadın şarkıcılarından biri ekranda olacaktır. Daha büyük şanssızlık: Şarkıcımız konuşurken sevgilisi canlı yayına bağlanır ve ‘aşkito’sundan af diler. Affedilir, stüdyoda ‘duygusal anlar’ yaşanır ve hemen sonra iki gökbilimci medyanın huzuruna çıkar.

Hoca ve öğrencisinin moralleri, bekleme odasında kendilerini yayına hazırlayan asistanla yaptıkları konuşma nedeniyle yerlerdedir:

  • Biraz sonra keşfettiğiniz gezegeni anlatmak üzere sizi stüdyoya alacağız.
  • Gezegen keşfetmedik biz, kuyruklu yıldız keşfettik. Programcılar ne konuşacağımızı biliyorlar mı?
  • Ah, ne diyorsunuz, bizimkiler bilim üzerine konuşmaya bayılırlar. Yeter ki eğlenceli olsun (burası da çok önemli).

Ve stüdyo: Erkek sunucu keşfedilen kuyruklu yıldızın kendi evinin üstüne düşme olasılığı üzerine zevzeg bir soru sorar. Gökbilimcilerdeki rahatsızlığı fark eden kadın sunucu sevimli bir ifadeyle araya girer:

  • Bizim olayımız budur. En kötü haberleri bile eğlenceli sunarız (burada artık ‘burası çok önemli’ vurgusuna gerek görmüyorum).

Sonunda doktora öğrencisi çıldırır ve var gücüyle bağırır: “Hepiniz öleceksiniz, anlamıyor musunuz?”

Programdan sonra hep birlikte rating’lere bakılır: Şarkıcının bölümü göklere çıkmış fakat gökbilimcilerin bölümü yere çakılmıştır: Yüzde sıfır virgül bi şey.

… Ve sosyal medya devrede

Nedeni açık: Ülkenin iki ünlü şarkıcısı yeniden sevgili olmuş, kim bakar başka bir ikili ne diyor diye?

Ve tabii derhal sosyal medya girer devreye. “Bağıran gökbilimci kadın ‘meme’leri” ortalığı kaplar, eğlence gırla gider.

Neyse, sonunda başkan ve çevresi bilim insanlarının “biz roketlerle bunun yönünü değiştiririz ve parçalarız, hallederiz” sözleri üzerine bunun seçim için büyük bir propaganda imkânı olduğunu düşünür ve büyük bir kampanyayla halkına kuyruklu yıldızı yok etme projesini anlatmaya koyulur.

Nihayet kuyruklu yıldızı yok etme günü gelir, fakat başkan, en büyük mali destekçisi olan ülkenin en büyük telefon operatörünün CEO’sunun kulağına fısıldadığı “imkân” nedeniyle projeden vazgeçer. Şirketin bilim insanları, kuyruklu yıldızın trilyonlarca dolarlık ileri teknoloji madeni ihtiva ettiğini ve üzerine indirilecek araçlarla kuyruklu yıldızın parçalara bölünüp dünyaya indirebileceğine başkanı ikna ederler.

Bu, sözde sonsuz bir refah ve istihdam, yoksulluğun ebediyen yok edilişinin imkânıdır.

Sonra bir sürü şey daha olur, oraları geçiyorum… Bir süre sonra kuyruklu yıldız gözle görülebilir bir mesafeye kadar yaklaşır dünyaya; artık halkın bir kısmı pabucun pahalı olduğunu anlamıştır. “Look Up” (Yukarıya Bak) kampanyası başlatılır. Ve tabii siyaset ve sermayenin çıkarlarının birleştiği noktada, kuyruklu yıldızın karnını deşip trilyonlarca doları cebe indirme ihtimalinin cazibesiyle derhal karşı propaganda da başlatılır: “Don’t Look Up!” (Yukarıya Bakma!)

Bakma, çünkü bu kuyruklu yıldız yalanı “hürriyetmizi ve silahlarımızı elimizden almak isteyen Yahudi milyarderler tarafından icat edilmiştir…”

Bakma, çünkü yukarı bakmanızı isteyenler milyonlarca Şililinin sınırlarımıza dayanmasını isteyenlerdir… Yukarı bakma! Yukarı bakma! Yukarı bakma!

Son 20 yılın popülist liderlerini ve onları destekleyen kitleleri tecrübe etmeseydik bu filme inanmazdık

Başkan, mitingde kendisini dinleyen kalabalığa hitap ederken, kalabalık onay hıçkırıklarına boğulur:

“Niye yukarı bakmanızı istiyorlar biliyor musunuz? Biliyor musunuz neden? Çünkü korkmanızı istiyorlar. Çünkü size yukarıdan bakıyorlar. Kendilerini sizden üstün görüyorlar. Önündeki yoldan gözünü ayırma, yukarı bakma! Bakma! Bakma!”

Toptan yok oluş gibi bir tehlike karşısında bile demagog bir başkanın “fakirliği ilelebet bitirecek kuyruklu yıldız madenleri” masalına inanan, inanmakla kalmayıp aksine inananları düşman belleyen milyonlarca insanın varlığını anlatan bir film sanmam ki mesela 20 yıl önce inandırıcı bulunsun. Fakat artık inandırıcı buluyoruz, çünkü gerçek hayatta da oluyor.

Bu filmi yapanlar bize asıl ‘kitleler’i anlatmak istiyor

Filmin derdine gelince… Birkaç tema var öne çıkan. Bunlardan birincisi medyanın hali… Magazin de gazeteciliğin meşru-doğal bir parçası fakat burada problem başka. Burada artık ‘ciddi’ye yer yoktur. O da ancak magazinleştirilmeyi kabul ederse kendine yer bulabilmektedir.

Siyasetin iki yüzlülüğü ve mide bulandırıcı pragmatizmi, sermayenin sınır tanımazlığı, siyaset ve sermaye arasındaki vıcık vıcık ilişkiler de gözümüzün önüne seriliyor filmde…

Fakat bence bu filmi yapanlar bize asıl ‘kitleler’i anlatmak istiyor. Demagog liderlere nasıl bu kadar kolayca inanıyorlar, akıl neden devrede değil, duygular neden bu kadar önde?

Bunların cevabı yok tabii ki filmde, bir film bunu yapamaz fakat bu soruları sordurtması yetmez mi?

Yine bence filmin en önemli mesajlarından birini ‘yasaklama’nın olmayışında görüyoruz. Yöneticiler ‘hakikat’i yasaklamıyorlar. Onun yerine televizyonu, sosyal medyayı, dijital oyunları, komplo teorilerini kullanarak kitlelerin hakikati umursamamalarını, giderek de ‘huzurlarını bozacak’ hakikate düşman olmalarını sağlıyorlar.

Ben bu filmi izlerken aklımın bir köşesinden, kitlelerin buradakinin tam tersi yöntemlerle denetlendiği 1984 filmi geçiyordu.

Bu filmi seyrettikten sonra, klasik Orwell-Huxley karşılaştırmasını hatırlamamak mümkün mü:

Kitle iletişim kuramcısı Neil Postman, televizyonu konu edindiği Öldüren Eğlence adlı kitabında, bazı distopyaların (kara ütopya), ‘insanın eğlence açlığını hesaba katamadıkları için’ zamanla hükümsüzleştiğini anlatır.

Postman, sözünü ettiğim kitabında, 1984’ün yazarı Orwell ile Cesur Yeni Dünya’nın yazarı Huxley’in distopyalarını karşılaştırır ve mealen şöyle der: Orwell, gelecekte kitleleri denetlemek için iktidarların yasaklara ‘başvuracağını söylüyordu. Oysa bu, ‘kitlelerin doymak bilmez eğlence açlığı’nı hesaba katmadığı için geçersiz bir gelecek tasarımıydı. Huxley bunu anlamıştı ve bu nedenle gelecekte iktidarların kitleleri eğlendirerek, oyalayarak denetleyeceğini öne sürerken tamamen haklıydı.

Neil Postman, tam olarak şöyle yazmıştı:

“Neydi iki romancı arasındaki temel fark? Orwell, gelecekte toplumların ‘yasaklar ve enformasyonsuz bırakma’ marifetiyle denetim altında tutulacağına inanıyordu… Huxley ise ‘bizi pasifliğe sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlar’dan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu…”

Don’t Look Up’ta işte tam böyle eğlenmeyi-oyalanmayı hayatının merkezine yerleştirmiş, bireysel-kamusal sorumluluk duygusundan uzaklaşmış kitlelerin popülist liderlerle mutlu dansını izliyoruz: Kendi hayatları üzerine düşünmeyen, sadece çalışan, tüketen ve eğlenen; bu anlamda yurttaş olmaktan çıkmış, sadece tüketici kimlikleri canlı kalmış ‘yeni insan’lar… Fakat o kadar da pasif değiller; çok güçlü milliyetçi ve ırkçı ideolojilerle güçlendirilmiş ‘yeni insan’lardan söz ediyoruz.  

Bitirirken, yazının başlangıç kısmında dile getirdiğim sorulara da cevap vereyim… Hatırlarsanız, Özgür Demirtaş’ın filmin “sanatsal yönü”nü zayıf bulması hakkındaydı o sorular:

“’Sanatsal yönden’ güçlü bir film olmadığını, evet, söyleyebiliriz belki ama, bu sakın senaristlerin ve yönetmenin bir tercihi olmasın? Son cümledeki gizemi biraz daha koyulaştırayım: Sakın bu ‘zayıflık,’ filmi kotaranların, filmlerinde vermek istedikleri mesajın bir parçası (ve yansıması) olmasın?”

Bu soruların cevabı, yazının birkaç yerinde düştüğüm “burası çok önemli” notlarında gizli. Hatırlarsanız o notların hepsi, filmdeki “eğlenme, eğlendirme” vurgularına göndermeydi. Evet, filmin en önemli vurgusu buydu bence: 21. Yüzyıl dünyasında -söz konusu olan kendi hayatları bile olsa- insanların dikkatini bir şeye çekmenin yolu, o şeyi bir yolunu bulup eğlenceli kılmaktan geçiyordu.

Eh, böyle bir dünyada, dünyanın sonunu ‘ciddiyetle’, ‘sanatla’ anlatan bir filme alıcı bulmak zor olurdu. Filmi kotaranlar da o nedenle dünyanın sonunu, sanatsal kaygıları boş verip “eğlenceli” bir tarzda anlatmışlar.

- Advertisment -