Perspektif’in, yazarımız Etyen Mahçupyan’la söyleşisi:
Son bir yıl içinde yazdığınız birçok yazıda iktidar blokunun siyasal dinamiklerini İttihatçılık üzerinden kavramlaştırıyorsunuz. Cumhur İttifakı’nı İttihatçılık ile ilişkilendirmenizin arkasındaki nedenleri kısaca özetleyebilir misiniz?
Öncelikle bunun arka planında uzun yıllar ülkeyi yöneten Kemalizm’in yetersiz kalması meselesi var. Bu 28 Şubat’ta belli oldu. Muhafazakârları işin içine almayan, laikliği farklı şekilde yorumlamayan bakışın Türkiye’yi yönetme ihtimali yok. Katı ve sert laiklik, dışlayıcı laiklik gibi devam etmesi mümkün olmayan bir durum söz konusu. Öte yandan çeperden gelen muhafazakâr, dindar insanların kendine has bu topraklara özel bir yeni rejim kurma, bir yeni anlayış getirme, bununla insanları tatmin etme ihtimali var mı? Bu, AK Parti iktidarının gösterdiği gibi hiç güvenilir değil, çok oynak ve sonunda geldiği nokta ile hayal kırıklığı yaratan bir ihtimal. O yüzden onun da yönetemeyeceği belli.
Soru şu: Türkiye hangi damara oturacak, hangi damar üzerinden yönetilecek? Ben bu sorunun sorulduğunu düşünüyorum. Özellikle 2016 ile beraber konjonktürel bazı durumlarla da birleşti bu. Fethullah Gülen cemaatinin bürokrasiye hâkim olması hali ile birleşti. Dolayısıyla siyasi bakıştaki değişimle Fethullahçı cemaatin temizlenmesi olayı üst üste geldi. Bu da MHP ve onun etrafındaki birtakım grupların yeniden bürokrasiye girmesini sağladı. Bu insanların ideolojisini yeniden anlamlı hale getirdi. Bunların da üzerine Cumhurbaşkanlığı Sistemi dışarıdan geldi AK Parti’ye, yani Bahçeli getirdi. Bahçeli kimlerle konuşarak bunu getirdi bilmiyoruz. Daha sonra Bahçeli 100 maddelik Anayasa getirdi. Bu MHP’de hazırlanmamış bir Anayasa. MHP’den kimse bilmiyor, AK Partililer bilmiyor. Peki bunu kim hazırladı? Demek ki arka planda bu iktidar adına ve daha geniş olarak devlet adına düşünen insanlar var ve onların da tasavvur ettiği toplum, devlet, devlet-toplum ilişkisi söz konusu.
Dört senedeki görüntüye bakınca beş tane özellik görüyorum. Birincisi; laikliğin yumuşaması, dindarları da kapsayan şekilde geçirgen muğlak bir laiklik tanımının ortaya çıkması. İkincisi; milliyetçiliğin katılaşması, Türk kimliğine doğru indirgenmesi, gerçekten Türk olmayı gerektiren bir yaklaşımın ortaya çıkması. Üçüncüsü; meşruiyet anlayışının radikal bir biçimde değişmesi. Kemalizm’e bakınca bir hukuki ve idari meşruiyet çerçevesi var ve pratik siyaset bunun içinde kendini bulmaya çalışıyor, en azından buna dikkat ediyor. Oysa şimdi pratik var ve bu pratik etrafında idari bir meşruiyet örülmeye çalışılıyor. Epeyce oportünist bir yaklaşıma doğru gidiyoruz. Dördüncüsü; dış dünya ile olan ilişkiler. Artık “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ifadesi çok anlamlı gelmiyor. Dışa doğru sızmacı, dışarıdaki çatışmalara müdahaleci, müdahale üreten, onlara katılan, onların dışında kalmak istemeyen bir Türkiye var. Misak-ı Millî’yi yeniden gündeme getirebilecek olan, sınırları genişletmeye hevesle bakan bir Türkiye var. Bu dördünün üzerinde de devletçilik üzerinden giden bir süreklilik mevcut; yani devletin toplumu, kamusal alanı, siyaseti ve vatandaşı belirlediği bir sistem. Bunları toplayınca neye benziyor? Bu bana İttihatçılığı hatırlatıyor. 100 sene öncesiyle aynı anlamda değil ama şu anda olanı bir damara oturtmak gerekirse bunun İttihatçı bir damar olduğunu düşünüyorum. Türkçülüğü temel alan, dindar ile laik arasındaki geçişliliği sağlayan, yurtdışına karşı bir tür yayılmacı bakışı ve dediğim gibi oportünist bir siyaset anlayışı ve pratiğini öne çıkaran bir yaklaşım. Ve de tüm bunların devletin toplum karşısındaki konumunu konsolide etmesi.
28 ŞUBAT VE SONRASINDA AK PARTİ, KALICI ENDİŞELER ÜRETTİ AMA ÇÖZÜM ÜRETEMEDİ
İttihatçılık üzerinden yaptığınız bu analiz, pekâlâ, 2016’nın zorlu koşullarında bir araya gelme ihtiyacı sezen aktörlerin ideolojik önceliklerini mezceden ve Erdoğan’ın iktidar önceliklerini karşılayan tesadüfi ve konjonktürel bir şey de olamaz mı? Yani bugünkü durumu, 100 yıllık Cumhuriyet tecrübesi sonrası önümüzdeki 100 yılın ideolojisi olmaya aday bir şey olarak mı okumamız gerekir, yoksa bugünkü aktörlerin bugünkü ihtiyaçlarına cevap veren arızi bir şey olarak mı? Bugünkü siyaset ne kadar konjonktürel ne kadar kalıcı sizce?
Korkular, endişeler kalıcı. 28 Şubat ve sonra AK Parti iktidarı, kalıcı uzun vadeli endişeler üretti. Ama çözüm üretemedi… Çözüm konjonktürel olarak geldi, gelince de benimsendi, çünkü o korkuların üzerine oturdu. Tayyip Erdoğan zaten kendi partisinde tasfiyeye 2016 başında başlamıştı, tek adam olmaya doğru gidiyordu. Bu tek adam aynı zamanda bir tek adam-toplum ilişkisi üretti. Artık AK Parti kaç oy alıyor diye sormaktansa ‘Tayyipçi’ kategorisine bakmak, ‘Erdoğan yüzde kaç oy alıyor’ diye sormak anlamlı hale geldi. Böyle bir durumda Türkiye ile ilgili korku ve endişe taşıyan insanlar şöyle bir imkân buldular: Bir tane adam var, tek başına yüzde 45 alıyor, şimdi o kişi ile anlaştığın anda Türkiye’yi yönetiyorsun. Belirli bir çizgide götürebilirsin. Çizgiyi gerçekçi kılmak için laikliği yumuşatman lazım. Ama ideolojik açıdan ayağını da sağlam basman lazım, ki bu da milliyetçiliğin tahkimi olarak ortaya çıktı. Konjonktürel ama onlar açısından elverişli bir durum. Çünkü modernliğin sıkıntıları nedeniyle söz konusu yaklaşımın yeniden anlamlı bulunabileceği bir dönemden geçiyoruz.
Liberal demokrasinin yönetme güçlüğü yaşadığı yerlerde popülistlerin ortaya çıktığına tanık oluyoruz, onlar da genel olarak milliyetçilik üzerinden popülizm yapıyor ve milliyetçilik meşrulaşıyor. Türkiye’de de kendiliğinden benimsenebilecek daha cazip bir çizgi olarak ortaya çıktı bu. Fethullahçıların temizlenmesi ve yerine MHP’lilerin geçmesi meselesi de meşruiyeti dışlayan bir ‘hızlı ikame’ programı üretti. Bir an önce ‘onların’ temizlenmesi ve bir an önce ‘bizden’ olanların bürokrasiyi doldurması, klasik devletin idari meşruiyet anlayışını zedeledi. Ancak bütün bunlar pratikte bir araya geldiğinde uyum oluşturdu. Tayyip Erdoğan buna evet dediği andan itibaren kendi iktidarını uzun süreli hale getirdi. Devlet kanadında olanlar kendi iktidarlarını uzun dönemli hale getirdiler. Pozitif anlamda uzun dönem bakışın sonradan geldiğini, buna karşılık negatif anlamda uzun dönemli bakışın var olduğunu düşünüyorum. Korku, endişe beka meseleleri gibi.
İTTİHATÇILIK HÂLÂ CAZİP
Bunu sürdürülebilir buluyor musunuz? Toplumsal dinamiklerin muhtemel karşılıkları üzerinden satın alınabilir bir tez mi bu? Küresel konjonktür bir yandan popülist dalgayı mümkün kılıyor ama bu dalgaya karşı dalgaların da yükseldiğine şahit olunuyor. Süreklilik ve dayanıklılık öngörünüz var mı?
Pragmatik bakmakta yarar var. Türkiye toplumunu da tanıdığımız için. Başarılı olursa sürer. Bence bu kadar basit. Yurtdışındaki örnekler de onu gösteriyor; başarısız olursanız biter. Toplum sonuçta günlük hayatındaki göstergelere bakar, orada iyi gidiyorsanız devam etme şansı artar. Türkiye’deki geçişin, başka ülkelere kıyasla kendine has bir özelliği var, Osmanlı’dan bu yana var olan duygulara hitap ediyor İttihatçılık. Mesela beka meselesi, korku her zaman var bu topraklarda; uzun yıllar bölünme, daralma yaşamış. Batı karşısında bir eziklik ve öfke yüzyıllardır var. “Biz niye böyleyiz, biz neden böyle kaldık” diyerek olayları açıklayamama, anlayamama meselesi yüzyıllardır var. Türkiye toplumu, anlamış, benimsemiş, o hesabı kapatmış değil. Dolayısıyla İttihatçılığın cazibesi söz konusu. Bu tür duygulara hitap ettiğiniz zaman, “Türkiye şuraya gelecek, buraya gelecek, dik duruyoruz, herkes önümüzde eğiliyor” diyebiliyorsanız gurur okşayıcı bir benlik algısı yaratabiliyorsunuz. Böylece kültürel kimlikleri yatay kesen bir aks oluşabiliyor. Tek başına uzun vadede yeterli değil ama Türkiye’deki İttihatçılık açısından bir avantaj.
Sürdürülebilme açısından bakınca popülist dalgaya desteğin devam ettiği örnekler var. Kurulu düzende ekonomik güç ya da güvenlik gücü gerekli ve bu da tam konsolide olmuş ülkelerde mevcut. Bu şekilde sürdürebiliyorlar. Türkiye’de popülist destek dağılmış durumda. Muhalefet hâlâ var ve iktidar mevcut siyasetini ekonomik olarak finanse etme konusunda sıkıntı yaşıyor. Güvenlik anlamında çok güvenlikçi görülse bile sınırları var. Bu başlıklar etrafında bakınca sürdürülebilirlik ile ilgili ne dersiniz?
Biraz önce genel duygular zemininin bir avantaj sağladığını söylemiştim. Başka ülkelerde olmayan türde bir avantaj. Bir imparatorluktan göreceli küçük bir devlete geldiniz, etrafta düşmanlar hâlâ var tedirginliği sürüyor, bitmemiş bir mücadeleden bahsediyoruz. Kimlerin mücadelesi? Milletlerin mücadelesi. Dolayısıyla milli bakışın uzantıları, örneğin tehdit algısı Türkiye’de bir avantaj olarak işleyebiliyor bu tür iktidarlar için. Öte yandan iktidarın ekonomi ve güvenlik alanındaki imkânları yeterli değil; “İçime kapanırım bunu hallederim” diyecek durumda değil Türkiye.
Görünen o ki iktidar dışa açılarak ne yapılabilir diye soruyor. ABD ile Rusya arasında bir denge unsuru olarak jeopolitik konumumuz çok kendine has; her iki taraf için de kaybedilmesi istenmeyen bir toprak parçası olduğu için acaba bu dengeyi kurup birini diğerine oynayarak kendimize bağımsız olunabilecek yeni bir alan açabilir miyiz? Böyle bir hedef var. Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilmiyoruz ama ABD’nin buralardan çekilmeye doğru gittiğini; Rusya’nın çok alanda mecburen çarpıştığını, ekonomik gücünün de o kadar iyi olmadığını biliyoruz. Bazı ekonomik başarıları var ama kaynakları bir yerden sonra sınırlı. Çok fazla petrole bağlı, güvenilir değil. Böyle bir durumda Türkiye’nin hareket alanının sanılandan daha fazla olduğu, Türkiye’nin bu alanı uzun süre kullanmadığı, akıllıca davranmadığı, ancak şimdi bu fırsatların daha parlak şekilde önümüzde olduğu şeklinde bir değerlendirme yapılabilir. Bu değerlendirmenin de toplumun kulağına çok yabancı gelmeyeceğini düşünüyorum.
Şunu söyleyebiliriz; somut fiziksel imkânlar yetersiz olsa, aksini ima etse de psikolojik, duygusal, tahayyüle dair bakışlar bu tür iktidarların olması gerekenden daha uzun süre ayakta kalmasını sağlayabilir. Özellikle içeride bunun alternatifinin ortaya çıkmadığı ve yaşananın da yeterince irdelenmediği bir ortamda. Eğer şu an bir İttihatçılık söz konusuysa ve örneğin muhalefet bunu ‘görmüyor’, buna uygun bir başka hikâye üretmek üzere çaba göstermiyorsa toplum ne yapsın o zaman? Toplum yarınına ilişkin tutarlı, kendisini içinde iyi hissedeceği bir bütünlük, üzerine ayağını basacağı bir ‘biz’ ve gelecek duygusu arzuluyor. Şu an hükümet bu ihtiyaca yönelik belirli bir hikâye sunuyor. Evet, ülkeyi iyi yönetemiyor, bunun uzun süre gitme ihtimali yok, bir sıkıntı olduğu çok açık ama topluma yönelik alternatif hikâye ne? Alternatif gelecek ne? Amerika’nın uydusu mu olalım örneğin? Hükümet diyor ki “İktisadın gereklerini yaparsak Batı’ya bağımlı oluruz, hiçbir zaman bağımsız olamayacağız, bambaşka bir ekonomi çizgisi tutturmamız lazım”. Muhalefet “Hayır eski çizgiyi tutturup, Amerika’ya bağımlı olalım” diyemez ama “eski çizgiyi tuttursak bile bağımsız olabiliriz” diyor mu? Esas olay bu. Bunu duymuş değiliz. Yani “Normal klasik küresel ekonominin gereklerini yaptığımız halde Batı’ya bağımlı olmayabiliriz, modeli de şudur, doğrusu da budur” gibi bir tez ile ekonomik gerçekleri bir araya getiren tutarlı bir söylemi henüz yeterince duymadık. Ekonomi, ekonomi olarak değerlendiriliyor, faiz dolar vs. ve genellikle orada kalıyor. Hükümetin ekonomideki esas cazibesi, Türkiye’yi bağımsızlaştıracak bir yeni çizgi öneriyor olması. Neyse ki beceremiyor o ayrı mesele…
ERDOĞAN İÇİN İKTİDARI PAYLAŞMAK KAYBETMEKTEN DAHA BÜYÜK YENİLGİ
Erdoğan bugüne kadar dinamik ve değişken bir siyasi çizgi izledi. Gerekli gördüğünde, faydalı gördüğünde devletle uzlaştığı da oldu, çatıştığı da. Demokratik bir siyasete yöneldiği de oldu, otoriter bir siyasete yöneldiği de. Bugünkü siyasetini de yine güncel ihtiyaçlar üzerinden okumak daha anlamlı olmaz mı? Yani bu Erdoğan’ı iktidarda tutabiliyorsa Erdoğan için anlamlı. Fakat şöyle bir boyutu da var muhtemelen; aslında bu yeni kurgunun müellifi Erdoğan değil devlet, devlet kendi iktidarını da sağlamlaştırabileceği için böyle bir öneride bulundu ve Erdoğan da makul bulup benimsedi. Erdoğan bu kurgunun kendisine kaybettirdiğini fark edip vazgeçerse veya iktidarını kaybederse, devletin muhalefeti bu kurguya razı etmeye veya zorlamaya yönelebileceğini düşünüyor musunuz?
Erdoğan olmasaydı belki devlet aktörleri de bu noktaya gelmeyecekti. Erdoğan gibi birine ihtiyaç var ama iktidar kavramını iki tür ele alalım; bir tanesi gücü kullanma yetkisi elde etmek, yani iktidara gelmek ve iktidarda kalmak. İkincisi o gücü istediğin gibi kullanmak. 2016’da bu ikisi bir arada idi ve bence Tayyip Erdoğan için cazip olan ikincisi. Zaten iktidardaydı ve bildiğimiz gibi bir noktadan sonra parti içinde tasfiyeye başladı. Niçin? Kendi başına yönetmek için. Kendisinin bir anlamda hikmet sahibi, bu işi kavramış, devlet yönetmeyi en iyi bilen biri olduğunu, kafasındaki kanaatlerin kaçınılmaz şekilde gerçeklikle uyumlu olduğunu düşünen, onların doğru olduğuna inanan bir insan… Ve bunları bir an önce hayata geçirmek istiyor. Tarihe damga vurmak, Cumhuriyet’i yeniden kurmak istiyor. Kendisini 21, 22’nci yüzyılın yeni kurucu unsuru, yeni Mustafa Kemal’i gibi düşünüyor. Bu hayalin cazibesi o kadar yüksek ki…
Şöyle düşünelim; eğer seçimleri kaybederse iktidardan inecek. Ama biri ona ‘demokrasiye dön ki iktidarda kal’ diye teklifte bulunsa bu Erdoğan için ‘iktidar’ olmayacak ki… Tayyip Erdoğan başkasının oyuncağı olacak demektir, kendi gözünden. Çünkü o şu anda mutlak iktidarı tatmış biri. Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile kişisel iktidarını tüm toplum önünde yaşıyor. Tarihte buna benzer bir sürü lider var ve hiçbirisi buradan geri adım atmıyor. Çünkü bu noktaya gelmek bayağı bir eşik geçmeyi gerektiriyor psikolojik olarak. Oraya tekrar geri dönmek ise büyük bir yenilgi. Yani seçimi kaybetmekten daha büyük yenilgi, iktidarını paylaşmaktır şu an Tayyip Erdoğan için. O yüzden de farklı alanlar ve kanallar açarak şu anki kişisel iktidarının devam etmesini sağlayacak. Bu iktidarının devam etmesinin sağlanabilmesi, devletle olan ilişkisinin devam etmesini gerektiriyor. Bürokrasinin kendisi ile uyumlu olmasını gerektiriyor. O yüzden bir fikir birliği var. Esas kritik olanın Tayyip Erdoğan’ın kendisine yönelik algısının başka bir aşamaya gelmiş olması olduğunu düşünüyorum açıkçası.
İTTİHATÇI ARKA PLAN ÜRETİLMESEYDİ, ŞU ANDA İKTİDARIN OYLARI DAHA DA AŞAĞIDA OLACAKTI.
Peki toplum buna onay verir mi sizce? 100 yıllık bir Kemalist tecrübe yaşadık. Kemalizm’in merkez sağ iktidarlar eliyle nasıl müzakereye tabi tutulduğunu, esnetildiğini, 90’lara gelindiğinde erozyona uğradığını gördük. Bu analize göre seçimler olmaya devam edecekse toplumun destekliyor olması gerekir. Zihniyet üzerinden büyüme, devlet, beka korkularının toplum nezdinde derinlikli bir yere sahip olduğunu söylüyorsunuz ama iktidarın oyu da azalıyor. Hem AK Parti hem de MHP’nin oyları artmadı, toplum sıcak bakmadı bu kurguya. Toplum ayağını nasıl okumamız gerekir?
Ortada bir sonuç var ve biz çok basit bir nedensellik kuruyoruz. AK Parti’nin oyu azalıyor dolayısıyla oyu azaldığına göre toplumun AK Parti’nin şu anki yaklaşımını beğenmediğini düşünüyoruz. Gözlem doğru ama şöyle söyleyeyim; topluma hitap eden bir arka plan olmasaydı, yani İttihatçı arka plan üretilmeseydi, şu anda o oylar daha da aşağıda olacaktı.
Aslında belki de iktidarın ideolojik kurgusunu beğeniyor ama performansını beğenmiyor diyorsunuz…
İktidarın başarısızlığı gündelik hayatımızı etkiliyor. Apaçık şekilde ekonomiden sağlığa ülkede bir sürü alanın iyi yönetilmediğini görüyoruz. Şunu da unutmayalım; son saha çalışmalarından birinde hükümetin başarılı ve başarılı olmadığı yerler sorulduğunda, başarılı olduğu yerler arasında COVID-19 ile mücadele, genel sağlık dile getirilebiliyor. Toplum bizim kritik bakışımızdan farklı olarak daha ‘mülayim’ değerlendirebiliyor durumu. Ekonomi bunların içinde en sert olanı çünkü apaçık. Yani pazara gidince ne olduğunu görüyorsun, iyi yönetilememekten kaynaklandığı çok açık. İnsanlar bundan şikâyetçi ama şu soruyu da soruyor: Kim iyi yönetebilir? Sadece ekonominin iyi yönetimi yeterli mi bana? Diğer deyişle bir ‘manevi açlık’ durumu var toplumun. O açlık durumu maddi açlık öne çıkınca anlamını biraz yitirebilir ama hiçbir zaman tam olarak yok olmuyor.
Türk kimliği ile ilgili, Türkiye’nin dünyadaki konumu, prestiji vs. ile ilgili birtakım psikolojik ihtiyaçlar var. Bunların yeniden tanımlanması lazım ama hâlâ çok eskiye ait tanımlamalar üzerinden düşünülüyor; 100-150 sene önceki tanımlamaları değiştiremedik. O yüzden de bu zemin hükümete belirli bir avantaj sağlıyor. Çünkü yanlışlarını farklı anlatabiliyor, daha yumuşak kabullenilmesini sağlayabiliyor. İşin bu iki yönünün birlikte yürütülmesi sayesinde buraya kadar gelinebildi. O yüzden hükümete ya da iktidara vurucu darbe, artık sadece ekonominin kötüye gitmesi ve adaletsizlik üzerinden olamaz. Bu unsurların neden olduğu oy kaybının da sonuna gelmiş olabiliriz. Oysa başka bir taraftan ‘vurarak’ ya da deşifre ederek bir parça daha oy kopması sağlanabilir. İktidarın bu kadar çok yanlış, bu kadar çok akılsızca işi art arda yapıp hâlâ koalisyon olarak yüzde 35-40’a yakın oy alması, toplumla ilgili de bir şey söylüyor. Toplum da iki şeyi dengeliyor demektir burada. Çünkü gündelik hayata ve ekonomiye baksaydı, iktidar koalisyonunun oyunun yüzde 20’lere inmesi lazımdı.
MUHALEFET PRATİK HAYATI ELEŞTİRİYOR AMA ALTERNATİF ÜRETMİYOR.
Toplumun değer verdiği, anlamlı bulduğu öncelikler öyle ya da böyle iktidar tarafından karşılanıyor ama muhalefet bu noktaya yaklaşmadığı ölçüde toplum bütün performans eksikliklerine rağmen iktidara tutunmaya devam ediyor diyorsunuz…
Evet. Toplumun Türkiye ile ilgili, yarını ile ilgili karar verirken önünde kabaca iki tane büyük damar var. Pratik gündelik hayatın gerekleri, daha uzun vadeli Türklüğün, Türkiye’nin ben duygusunun nasıl ve nerede tatmin olduğu. Muhalefet bu tür bir alternatif üretmiş değil. Muhalefet sadece pratik hayatın eleştirisini yapıyor. Bu kadar yanlışa rağmen sadece 10 puan kaybedilmişse e o zaman başka bir tarafı da var meselenin. Sırf o pratik hayat ile anlaşılamayan, açıklanamayan bir başka yönü var ve o yöne de bir alternatifin, eleştirinin gelmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Muhalefetin alternatif siyaset kurgulayamamasını neye bağlıyorsunuz? Parçalı bir yapıya sahip olmasından dolayı mı böyle bir vizyona sahip olmadığı için mi alternatif bir siyaset üretemiyor?
Kolay bir şeyden bahsetmiyoruz, bütün partilerin bir araya gelmesi ile olabilecek bir şey de değil. Daha sıradan şeylerde bile anlaşmakta zorlanabilir bu partiler ama aralarından herhangi birinin ya da herhangi bir siyasi hareketin partileşmese bile Türkiye’nin önümüzdeki 50-100 sene perspektifine bakınca geleceğinin ne olacağına dair bir model, bir varoluş hali üretmesi lazım.
Buradaki risk ya da zorluk şu; devletçilikten tam olarak sıyrılarak bakabilme yeteneği çok zayıf. Şu an muhalefet partilerinin de bu türden bir handikabı var. Yüzlerce yıldır süreklilik gösteriyor devletçilik. Alternatif arıyorsanız, demokrasiden bahsediyorsanız bir kere devlet böyle olamaz, devlet-siyaset ilişkisi de, devlet-toplum ilişkisi de böyle olamaz. Bunların değişmesi lazım. Bunların demokratikleşmesi demek, çok sesliliğin devletin içerisine girmesi demek. Bu da alışık olduğumuz bir şey değil. Bunun işlenebilmesi lazım. Bugünün dünyasında Türkiye’nin yeni nesillerinin cazip bulacağı veya anlayabileceği bir devlet tanımı ve devlet-toplum, devlet-siyaset ilişkisinin kurulması lazım. Toplumun tümünün ‘evet’ diyeceğini düşünmüyorum açıkçası. Toplumun yüzde 15-20 gibi oranının bunu anlayıp buna tutunacağını düşünüyorum.
Türkiye’de değişim üç-beş sene içinde değil, 10 yıllara yayılarak olacak. Türkiye’ye demokrasi gelecekse, bu çok çabuk olmayacak. Bunun bir yerden başlaması gerekiyorsa şu anda çok iyi bir konjonktür mevcut. Çünkü hakikaten bir şeyler bitmiş, yeni bir öneri var karşımızda ancak o öneri şimdi sunulması açısından ‘yeni’ olsa da gerçekte çok eskiye ait bir öneri. Şimdi bunun karşısında bugünün dünyasına dair daha gerçekçi ve inandırıcı bir öneri ortaya konulabilir mi? Bunun entelektüel açıdan ima edeceği ilave sorular da olacaktır. Yeni bir muhafazakârlık, dindarlık, laiklik tanımlanması lazım. Uzun uzadıya entelektüel tartışmalara boğmak değil ama siyasilerin bunları tanımlayıp örnekler vererek, bugünün dünyası ile ilişkilendirerek bir resim çizmesi lazım. Bu resmin de Türkiye toplumunu iyi hissettirmesi gerek. Siyaset becerisi bu zaten. Şu an karşımızda duran İttihatçı alternatif dışında muhalefetin bir önerisi yoksa zaten olacak şudur: İktidara gelenler, ister istemez var olan devletçilik modeli içinde kendilerine yer bulmaya çalışacaklardır. Zorlanırlarsa ittifakı bir-iki sene daha sürdürüp sonra seçime gideceğiz diyeceklerdir. Kısacası önümüzde bir fırsat var. Ülke yönetimi böyle devam edemez, iktidarın ne ideolojik ne yetenek olarak Türkiye’yi orta vadede taşıma ihtimali yok. Böyle bir gelişme Türkiye’yi çok daha arkaik bir toplum haline getirir. Türkiye adına düşünen, davranan siyasi partilerin alternatif bir Türkiye resmi çizmeleri ve bunu da dünya analizi içerisine oturtmaları gerekiyor.
Türkiye tarihinde ilk kez, 20 yıldan sonra, seçimle iktidarın değişme ihtimali çıktı ortaya. Bu iktidar için de muhalefet için de travmatik bir durum. Bu gerilimin nasıl yönetileceğini düşünüyorsunuz? İktidarın kapasitesi yeterli mi? Muhalefet ne kadar sükûnet içerisinde yönetmeye hazır? İktidar çok büyük bir şey kaybedeceğini, muhalefet de çok büyük bir şey kazanacağını düşünüyor. Açgözlülükten aceleciliğe bir sürü hastalığı beraberinde getirebilir bu eksen. Bu açıdan önümüzdeki 1,5 yılı nasıl değerlendirirsiniz?
İktidar ile muhalefetin durumu simetrik değil. İktidar kaybettiği anda belki de artık uzun süre bir daha kazanamayacak, kaybetmesinin getireceği büyük bir yıkıntı olacak. Kaybettiğinin de sadece seçim olmayacağını biliyoruz. Bürokrasi üzerinde hakimiyet, iş dünyasına hakimiyet, bütün bir rant sistemi… Çok şey kaybedilecek, dolayısıyla iktidar açısından ortadaki malın değeri çok yüksek.
Muhalefet açısından ise evet bir şey kazanılacak ama beş sene sonra kazanılsa da olur, iki sene sonra kazanılsa da olur, acele yok. Mevcut durumundan bir gerileme yaşanmayacak. Hatta ne olursa olsun ilerleme yaşanacak çünkü bu iktidar giderek daha da yıpranacak. Seçimler 1,5 sene sonra değil üç sene sonraya da atılsa, muhalefet buna karşı çıkacaktır ama gerçekten kaybettiği bir şey olmaz. İktidar ise çok şey kazanır; 1,5 sene daha tahkimata devam eder. Peki muhalefet o tahkimattan korkmuyor mu? Muhalefetin genişçe bir bölümü bence burada çizdiğimiz fotoğrafa ciddiyetle bakmıyor, çok daha rutin bir durum ile karşı karşıya olunduğunu düşünüyor. Türkiye’nin adaptasyon yeteneğine güvenerek ne kadar kötü de olsa birkaç sene içinde tekrar aynı noktaya gelir diye bakıyor. Özellikle ekonomi hemen düzeltilebilir; adalet o kadar hızlı olmasa da üç ay sonra, başka bir şey üç-beş ay sonra düzeltilir diye bakıyor. Olayı bu şekilde teknik meseleler manzumesine indirdiğimiz zaman muhalefetin çok kaybedeceği bir şey yok.
Ödenecek bedel olarak da simetrik değil durum. Muhalefet çok fazla bedel ödemeye hazır değil ama iktidar hazır. İktidarın ödemeye hazır olduğu bedel çok daha yüksek. Bu yanlış ekonomi modelinden döner mi? Mesela bu teknik bir bedel ödemedir. Yoksa daha ideolojik diyebileceğimiz bir bedel mi öder, onu mu tercih eder? Akılla baktığımız zaman sanki teknik tarafında bunu çözer ve işine devam eder gibi düşünüyoruz ama ben işin psikolojik yanının ve korkuların, şu an ele geçmiş fırsatın kullanılma isteğinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum hâlâ. Yani bir irrasyonalite var. Ancak bu irrasyonalite iktidar açısından uzun vadeli perspektife oturuyor ve o zeminde rasyonalite kazanıyor. Esas mesele bu. Uzun vadeli perspektifin gereğini yapmaya kalkarlarsa, teknik meselelerdeki başarısızlığı, teknik olmayan alandaki adımlarla gidermeye çalışabilirler. Bundan ürküyorum açıkçası. Daha siyasi, daha ideolojik bir alanda, mesela komşularla ilişkilerde, mesela Kürt meselesinde, beklenmedik bir darboğaza sokabilirler ülkeyi ve bu da iktidarın devam etmesini sağlayabilir.
Bizim gibi gözlemci, analizci insanların bir handikabı oldu bu son dönemde yaşananlar karşısında, çünkü biz bir süreden beri, küresel dünya içinde rasyonel bir Türkiye’nin varlığını doğal saydık ve yönetimdeki insanların da bunun gereğini yerine getirecek kadar rasyonel olduğunu varsaydık. Nitekim siyasi partilerin de iktidarların da, rasyonel çerçeve içinde akıl yürüttükleri kabulü üzerinden analizler yaptık. Bu belirli bir zihniyetin, belirli bir ideolojinin rasyonalitesiydi. Yani bilimsel, teknik rasyonalite anlayışının… Şu an başka bir ideolojik bakışın, başka bir zihniyetin ortaya çıktığını düşünüyorum ve onun rasyonalitesini anlamakta zorlanabiliriz diye endişeliyim. Bize irrasyonel gelen şey, şu anda iktidarın kendisine gayet rasyonel gelebilir. Sonuçları farklı gördüğü için değil, yani mesela faiz sonuçta yükseliyor değil mi, evet yükseliyor, görüyorlar. Tahvil faizi son 25 yılın en üstüne çıktı. Dolar yukarı çıkıyor, onu da görüyorlar. Mesele o değil, mesele bunların anlam kazandığı daha büyük uzun vadeli perspektifin rasyonalitesi. Ben bu rasyonaliteyi deşifre etmeden bu hükümetin bir sonraki adımının ne olacağını öngörmenin zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü aksi halde şu soruyu sormamız lazımdı: “Eğer bu adamlar bizim rasyonalitemize sahiplerse, şu ana kadar neden onu sergilemediler, bu kadar çok yanlış ve gariplik art arda nasıl yapılabildi?” Çok basit bir şey söyleyeyim, Naci Ağbal geldikten sonra yerinde kalsaydı şu an iktidarın muhtemelen saha çalışmalarında oyu 4-5 puan daha fazlaydı. Bir sürü yanlış yapılmayacaktı. Ayrıca daha inandırıcı ekonomi yönetimi olacaktı. Daha faza kredi tanıyacaktı toplum bu ekonomi yönetimine. Göz göre göre bu nasıl yapıldı? Bunun iki kısmı var. Bir; düpedüz akılsızlık kısmı olabilir. Onu teslim etmek lazım, basit sıradan gündelik akılsızlık, olabilir. Ancak bunun yanında bir de ideolojik akılsızlık var. İdeolojik akılsızlıklar tehlikelidir ve üstelik dayanıklıdır. Çünkü gerçekliği yeniden resmeden şekilde kendi rasyonalitesini üretir.
Bugün iktidar alternatif bir damarın üretilmemesinden, gerçek bir demokrasi geleneğinin olmamasından yararlanarak İttihatçılık üzerinden bildik, sıradan, duygusal bir hitap şansını elinde tutuyor. Gücü artık bence sadece buradan geliyor. Adalete, ekonomiye bakınca iler tutar bir tarafı yok. Buna rağmen hegemonik konumunu devam ettirebilmesi bize bir şey söylüyor. Gelecek ile ilgili öngörüde bulunacaksak, gündelik hayatın unsurları tabii ki önemli, ama esas olay sanki şuymuş gibi geliyor bana: İktidar ana ideolojik tutumda değişiklik yapmamak için ne gerekiyorsa yapabilir. Bu kritik ve tehlikeli. Muhalefetin esas olarak bununla hesaplaşması gerek. Aksi halde tahmin yapmak da zor. Türkiye’nin gelinen şu noktadan sonra kısa vadeli dönemlerini bile tahmin etmemiz çok mümkün değil. Şundan dolayı da mümkün değil: Devlet aktörleri ile siyasi partiler arasında ilişkiler söz konusu. Geçmişe bakınca devletin, partilerin bilgisi dahilinde veya haricinde, siyasi partilerin içine girme, onları dönüştürmeye çalışma, oralara fikir, kişi sokma hüneri olduğunu görüyoruz. Yani sandığımızdan daha akıllı (ama biraz farklı bir akılda) bir devletin olduğunu, bir devlet aklının olduğunu düşünmekte yarar var. O devlet aklı çok akılsızca işler yapabilir, geçmişte de çok yaptı. Hatta çoğunlukla akılsızca işler yapıyor diyebiliriz ama yine de devlet aklı… Güçlü, çünkü kaba güç de kullanıyor. İktidarın sürekliliğini temin ediyor.
Öte yandan devlet dediğiniz bilgi tekeli ve manipülasyonu yeteneğidir. Bugün siyasi partilerin elinde bilgi diye bir şey yok. Türkiye ile ilgili ne kadar bilgi depolamış durumda siyasi partiler, gerçekten Türkiye’nin kılcal damarlarına ne kadar inmişler? Öyle bir şey yok. Ama devletin elinde bunlar var ve devlet kimin kime karşı oynayacağını bilen aktörlere sahip. Tabii şunu da söyleyelim; devlet dediğimiz şey hep aynı aktörlerle temsil edilmiyor. Zaman içinde bu aktörler değişiyor ama oraya gelen her aktör aynı aklı ve aynı gücü kullanıyor. Şu anda da belirli bir grup veya ağ o devlet aklı ve gücüne sahip ve bunun devam etmesini istiyor. İktidarın da aynen devam etmesini istiyor tabii ki. İkincisi; bu iktidar biterse çok şey kaybedeceklerinin farkındalar. Üçüncüsü; üretilen ideolojinin duygusal temelinin topluma yabancı olmadığının, kulağına hoş geldiğinin de farkındalar. Tek ihtiyaçları iktidarın gündelik hayatın yönetiminde başarı göstermesi ve bu olmuyor, ama diğer faktörler hâlâ geçerli. Sırf ekonomi kötü gidiyor, Osman Kavala hapiste diye iktidarın bir başkasına kolay yoldan teslim edilme ihtimali yok. Öte yandan seçimden uzun vadede kaçmak da mümkün değil Türkiye’de. O da bir gelenek. Önünde sonunda sandığa gidilecek. O zaman şu soruyu soruyorum ben: “Bir, iktidar hangi konjonktürde sandığa gitmek doğru diye düşünecek acaba; iki, söz konusu konjonktürü üretmek için elinde imkân var mı?” Varsa kullanacak bence… O noktada çok “akıllıca” davranabilir diye düşünüyorum.
https://www.perspektif.online/mevcut-durumun-adi-ittihatcilik/