Çoğunlukla olumlu özellikler atfederek kullandığımız kimi bıçaksırtı kavramlarımız var: Birleşmek, birleştirmek mesela…
Biraraya gelmek, “birleşmek”teki güçlü vurguyu katiyen karşılamaz. “Tek”lerin birleşmesinin olmazsa olmaz bir koşulu vardır; kendi “tek”liklerinden taviz vermek… Birleşmenin ideal formunun, farklılıklarını tümüyle törpülemiş ve handiyse “tek-bir” haline gelmiş bir yapı olduğunu söylemek yanlış olmaz ve onu artık “Bir”leşmek diye telaffuz etmek gerekir.
Toplumu adeta tek bir birey haline getirmeyi ve onu kutsamayı amaçlayan böylesi bir siyasi sağcılığın karşısında, dizginsiz bir liberalizm önerisi yer alır. Thatcher, bu “ideal” liberal ütopyayı “toplum diye bir şey yoktur” özdeyişiyle anlatmıştı.
Kendimizi, kendimizden memnun insanlar olarak hissedeceğimiz bir toplumsal tasavvurun bu ikisi arasında bir yerlerde (“Bir”leşmeden birleşme) olduğu muhakkak… Bu yüzyılı bu arayışla geçireceğimiz de aşağı yukarı ortaya çıkmış durumda.
Ben şarkılarıyla, davranışlarıyla, düşünceleriyle Sezen Aksu’yu, “’Bir’leşmeden birleşme” arayışının neferlerinden biri olarak görüyorum.
Bir sanatçı insanları nasıl birleştirir? Hiç şüphesiz her şeyden önce, giderek silikleşen “ortak hayat”ı ihtiyaç haline getirerek… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”da dediği gibi:
“Evvela insanı birleştirmek… Varsın hayat standardları yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar…”
Tanpınar, romanının kahramanına bu veciz cümleyi söyletmeden önce Beykoz çayırlarındaki hafta sonu atmosferini anlatır uzun uzun: Zenginlerle yoksullar farklı yemekler yese de aynı eğlencenin parçasıdırlar orada. Tanpınar bugün yaşıyor olsaydı, Sezen Aksu’nun, romanındaki Beykoz çayırınınkine benzeyen bir işlev gördüğünü söylerdi sanırım: Öyle ya, zenginlerle fakirlerin, kentlilerle köylülerin, villadakilerle gecekondudakilerin birlikte “ihtiyaç duyduğu” başka kaç şeyimiz var?
Aklı değil, vicdanı…
Sezen Aksu aklı pek az, fakat vicdanı pek çok kez vurgulayan bir sanatçı… Onu “kendimizi, kendimizden memnun insanlar olarak hissedeceğimiz bir toplumsal tasavvurun neferi” olarak görmemin en önemli nedeni bu. Bazı sorunları akılla çözemeyeceğimizi seziyor; bu, “akıl çağı”nda bilgeliktir.
“Hayata vicdan gözüyle bakmak”tan söz ederken şöyle demişti: “Bütün çocuklar eşit doğar, ama yaşam kimine daha iyi davranır, daha çok şans tanır, eşitlik bozulur. Yaşamın herkes için eşitlenmesi insanın en kutsal amacıdır.”
Adaletsizliğe her zaman rasyonel gerekçeler bulunabilir, hatta bazı durumlarda verili adaletsizliğin yerine başka bir şey koyabilmek hakikaten imkânsız olabilir. Ama böyle dönemlerde dünya “yapacak bir şey yok”a sığınmayı reddeden o vicdanlı insanların omuzları üzerinde yükselir; onlardan dalga dalga yükselen iç huzursuzluğu, uygun bir zamanda maddi bir güce dönüşmek üzere birikir, birikir…
Bir keresinde de şu güzel satırları okuduktan sonra uzun bir kahkaha eşliğinde “yapamıyoruz ayrı…” diye itiraf etmişti:
“Gücün bütün yollarından geçtim/ kalabalıkta bir yüz olmayı seçtim/ anladım ki benim için yaşamak budur/ bir işe yaradığımı bilmek/ ve fotoğrafta görünmemek…”
İşte bunu anlatmak istiyorum: Önemli olan vicdanın işliyor olması, gerisi bugün olmazsa yarın olur.
Bu fasıldan son olarak Mert Özmen’in “Sezen Aksu Şarkılarıyla Büyüyen Kız Çocuğu” romanından hakiki bir sahneyi aktaracağım:
“Arkadaşım henüz 14 yaşındayken Kütahya’dan Sezen Aksu’dan imzalı fotoğraf almak ve birlikte fotoğraf çektirmek için İstanbul’a geliyor, evini buluyor. Sezen Aksu resmini imzalayarak verse de, ‘şu an birlikte fotoğraf çektirmek için uygun değilim’ diyor. Çünkü uykudan yeni uyanmış ve henüz yüzü gözü şiş bir halde. Arkadaşım imzalı resim alsa da Sezen ile birlikte fotoğraf çektiremediği için kalbi biraz kırık olarak evden ayrılırken onun kalbinin kırılmış olabileceğini hisseden Sezen balkona çıkıp, ‘benimle fotoğraf çektirmek için tekrar geleceğine söz ver’ diyor olanca sevimliliği ile. Ve arkadaşımın içindeki birlikte fotoğraf çektirmemekten dolayı oluşan kırgınlık bu duyarlılık karşısında o anda ortadan kalkıyor.”-
“Herkesle dost” tartışması
Sezen Aksu’yla ilgili hiç bitmeyen “duyarlılığının kalitesi” tartışması, Sakıp Sabancı’yla birlikte göründüğü bir televizyon şovunun ardından iyice yoğunlaşmış, bu duyarlılıktan puan kıranlar bir hayli artmıştı. Hepsini temsilen birinden kısa bir bölüm aktarayım:
“Herkesin sevgilisi olan bir sevgi kelebeği yerine ağzıma demirden leblebi tıkıp beni dumura uğratan bir hayat arsızını bin Sezen Aksu’ya tercih ederim. Sezen Aksu kraliçedir. Kraliçelerin sevenleri kadar düşmanları da olur. Bizim kraliçenin sorunu ise herkes tarafından sevilmesidir. Bir insan aynı anda nasıl hem Ertuğrul Özkök’ün en sevdiği kadın hem de Yıldırım Türker’in dostu olabilir bilemiyorum. İnsan, insan kalacaksa taraf olmak zorundadır. Olmayanlar Sezen Aksu olur ve herkesin sevgilisi olarak ölür.”
Ben bu sorunun cevabını kendimce izah etmeye çalıştım. Evet, Tanpınar’ın “hayat standartları farklı” olan insanları biraraya getiren Beykoz çayırının günümüzdeki karşılığıdır Sezen Aksu (sinemada da en çok Yavuz Turgul yakın duruyor bu role). İzah etmek güç, evet ama, nasıl oluyorsa oluyor Ertuğrul Özkök’le Yıldırım Türker aynı sesi samimiyetle sevebiliyorlar işte. İnanın, bu o kadar da kötü bir şey değil. Ertuğrul Özkök’lerle Yıldırım Türker’leri birleştiren hiçbir şeyin olmamasından korkun siz.