ABD’de yaşayan çocukluk arkadaşım Bayram telefon etti, İstanbul’da olduğunu, memlekete (Rize’ye) gitmek için araç kiraladığını söyledi, “gel beraber gidelim” dedi. Teklifi cazipti, babamın vefatından sonra çok istesem de yolum memlekete düşmemişti. Covid salgını nedeniyle üç yıla yakın bir süredir memleket topraklarına ayak basmamıştım. İstanbul’da buluşup yola koyulduk.
Bayram aracı sürerken ben de karlı dağlara bakıyordum. Yolculuğun ruhuna uygun olarak araçta Karadeniz şarkıları çalıyordu. Bayram, ancak bir Karadenizlinin anlayabileceği şekilde şehvetle Amerika’daki yaşamını anlatıyordu yüksek sesle. Kardeşiyle işlettiği iki restoranın yanında bu yıl TIR işine girmişler, aldıkları araçlarla nakliyecilik yapmaya başlamışlar. Amazon’un mallarını taşıyorlarmış. Bu işin olmasa olmazı ise araçlarına koydukları logoymuş. TIR’ına yapıştırdığı ‘Rizeli’ logosunu gururla gösterdi bana…
Bayram’ın sanki büyük bir kalabalığa konuşur gibi aracın içinde bulunan bana yüksek sesle yaptığı konuşmalar arasında Amerika’da yaşamın ucuz, imkânların çalışan için çok geniş olduğu da vardı. Hayalinde bir süre daha Amerika’da çalışarak para biriktirdikten sonra Türkiye’ye dönmek vardı. Bayram sürekli konuşurken ben sessiz kalıyor, arada kısa cümlelerle cevap veriyor, daha çok uzaklara bakıyordum. Bir ara uzun cümle kurup, “Amerika’da hayat ucuz, imkânlar çok geniş diyorsun. Burada ise tam tersi, hayat çok pahalı ve imkânlar sınırlı, son birkaç yıldır ülkece toptan fakirleştik” dedim. Böylece Karadeniz yolculuğundaki siyasi çatışmamız başlamış oldu.
Bayram, bildiği bütün komplo teorilerini art arda sıralamaya başladı. Ona göre dünyayı yönetenler Reis’e karşıydı. Erdoğan gitsin diye ülke üzerinde büyük oyunlar oynanıyordu. Dünyayı zaten beş zengin yönetiyordu, Covid’i de onlar icat etmişlerdi. Geçen yaz başı annesi Covid’den vefat ettiği halde salgına inanmıyordu, bu nedenle aşı olmayı da reddetmişti. (Bu arada kendisi de geçen yaz Türkiye gelişinde Covid olmuş, testi negatif çıkana kadar ABD’ye gidişini ertelemek zorunda kalmıştı.)
Arkadaşım Türkiye’de yaşanan kur felaketini ve hayat pahalılığını da ‘üst akıl’a bağlamış, bunlara inanan var mı diye düşündüğüm ne kadar komplo teorisi varsa hepsini yüksek sesle üzerime boca etmişti. Araya girme imkânı yoktu, o bunları görüyor, ben görmüyordum. Bunun üzerine “Haklısın, senin gördüğün büyük oyunları göremesem de son bir yılda rokete bağlamış gıda fiyatlarını gördüm… Yılbaşında yapılan elektrik zamlarından sonra iki oda bir salon 80 metre kare evime gelen 1300 lira elektrik faturasını gördüm… Ucuz ekmek alabilmek için saatlerce kuyruklarda bekleyen, pazarlara kapanış saatinde gidip arta kalan sebze ve meyveleri alan insanları gördüm” dedim.
Bu tiradımla ağzından ilk kez “haklısın”ı kopardım ama ‘ama’sıyla birlikte: “Ama Amerika’da da fiyatlar arttı, hatta Batı ülkeleri batıyor…” Bir tur da batan Batı üzerinden gittikten sonra ekledi: “Bu oyunlara rağmen bizde zenginlik var. Ben her şeyi görüyor ve biliyorum.”
Her şeyi bildiğine inanan birine laf anlatmanın imkânsız olduğunu hayat tecrübemden öğrendiğim için, “ya öyle mi” demekle yetinmeyi tercih ettim.
Bu sırada Bafra’da yaşayan bir arkadaşa uğramak için Sinop yoluna girdik. Araç Kızılırmak yolu boyunca bir yılan gibi kıvrılan yolda ilerlerken ben önümdeki eşsiz manzarayı seyrediyordum. Bayram ise bildiğini sandıklarını art arda anlatmaya devam ediyordu. Yolculuk boyunca ilk kez sesimi yükselterek, “Bi suss motorun soğusun, sen yola ben de önümdeki manzaraya bakayım. Bir daha bu yoldan belki hiç geçmeyeceğiz” dedim. Sesimi yükseltmem işe yaradı, Bafra’ya sakin girdik.
Bafra’da evinde konaklayacağımız Halit, İstanbul Belediyesi’nden emekli olduktan sonra baba ocağına dönmüş, ev yaptırmıştı. Tavuklar ve bir köpekten oluşan küçük ama bir o kadar da güzel bir hayat kurmuştu kendine. Eve gitmeden önce barbun balığı aldık kilosu seksen liradan. İstanbul’da yüz liranın altına hiç inmeyen barbunu ucuza almıştık. 15 kilometre ötede bulunan denizden çıkıyordu çünkü.
Evde mısır unuyla yağda pişirilen balıkları yerken, konu yine hayat pahalılığına geldi. Halit, zamlı emekli maaşını almadan gelen zamlarla eridiğini anlattı. Bayram yolculuk boyunca bana anlattıklarını tekrarlarken bu kez Halit yükseldi. Baktım iş büyüyecek, Kara Murat gibi araya girerek “durun siz kardeşsiniz…” dedim. İki taraf da sakinleşti, gençlik zamanlarımızdaki serseriliklerden söz ederek keyifli bir sohbete daldık.
Sabah Bafra’dan ayrılırken, Bayram’a “Böyle devam edeceksen beni Samsun otogarına bırak. Rize’de buluşuruz. Bundan sonrasında sakin yolculuk yapmak istiyorum” dedim gülerek. O da güldü. Ordu’nun Ünye ilçesinde mola verdik. Ünye, bir zamanlar Karadeniz’in en güzel ilçelerinden biriydi. Uzun bir kumsal sahili vardı. O güzelim sahilden otoyol yüzünden geriye pek bir şey kalmadı artık.
Bayram, Amerika’da birlikte çalıştıkları arkadaşının verdiği eşyaları ailesine getirmişti. Arkadaşının ailesi toptan gıda malları satan bir dükkân işletiyordu. Çay kahve eşliğinde dükkânda muhabbet ederken konu yine hayat pahalılığına dayandı. Dükkân sahibi, genelde köylülere sattıkları malı dükkâna geri koymakta güçlük çektiklerini anlattı. Köylüler borçlarını fındık zamanı aldıkları paradan ödüyorlardı, artık veresiye ürün veremediklerini söyledi. Sohbet bu şekilde devam ederken dükkânın kapısına bir un kamyonu yanaştı. Un çuvalları indirilirken çuvalların boyutu dikkatimi çekti. Standart 50 kiloluk çuvalların yanında 25 ve 10 kiloluk küçük un çuvalları da vardı. Nedenini sordum, cevap, “Artık insanlar 50 kiloluk unun parasını tek seferde verip alamıyor. Bu nedenle çuvallar küçüldü” diye geldi.
Ünye’den sonra bir tarafı deniz diğer tarafı dağ olan yolda ilerlemeye başladık, yani Karadeniz’e gelmiştik. O coşkuyla çocukluk anılarımız bahsini açtık. Çocukken yaptığımız haytalıklar, komşuların meyve ağaçlarına çıkmalar, bu uğurda yediğimiz dayaklar… Yaz akşamlarında ağaçlara çıkmaktan ya da oyun oynamaktan eve çok geç geldiğimiz için evdekiler uyur, evin kapıları da kitlenirdi. Çoğunlukla evin yanındaki, içi ot dolu damlarda yatardık. Dere kenarlarında futbol oynamalarımız, dikenliğe ya da dereye kaçan topu kaçıranın aldığı zamanlar… Askoros deresinde kamyon şambreliyle denize indiğimiz zamanlar… Şimdilerde ona rafting deniyor. Bunları böylece hatırlayıp konuşurken, arkadaşım “çocukken çok mutluyduk” dedi.
Yolculuk boyunca ilk kez hak verdim ona, evet çocukken çok mutluyduk.
Not: Rize’ye vardıktan sonraki yaşadıklarımı bir sonraki yazıya bıraktım. Burada kayıt altına alıp kendimi bağlayayım. Yoksa üşenir yazmam.