Rize girişinde Çiftekavak burnunu geçer geçmez karşımıza geçen yıl yapımına başlanan devasa çay bardağı çıktı. İnce belli olarak tasarlanan yapı, şehrin hemen hemen her yerinden görünüyor. Bu bardak konusunda şehir ahalisi ikiye bölünmüş durumda; gereksiz ve çirkin bulanlar da var, şehrimizi temsil eden böyle ‘haşmetli’ bir yapıya ihtiyaç vardı diyenler de. Deniz kenarındaki dolgu alana yapılan çay bardağı şimdiden pratikte yer tarifi olarak işlev görmeye başladı. Şehirdeki bölgeler bardağın sağına soluna arkasına göre tarif edilir oldu.
Ben de çirkin bulanlardanım, insanı çay içmekten soğutacak kadar. Fotoğraflarında daha estetik görünüyordu. Hele bir bitsin bakalım…
Rize arazi darlığı çeken bir şehir. Büyük bölümü deniz dolgunun üzerine inşa edildi. Rize’nin efsane belediye başkanı Ekrem Orhon’un 1960’lı yıllarda başlattığı denizi doldurma işlemi hâlâ hummalı bir şekilde devam ediyor. Bu hızla doldurma devam ederse karadan Rusya’ya sınır olacak. Denizi doldurmayı çok seviyor Rize…
Ekrem Orhon’un dolgu üzerine yaptırdığı bloklar, dönemin şehirli eşrafı tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Orhon, bunun üzerine yaptırdığı blokları köylülere satarak belediyeye gelir elde etmişti. Zaman içinde şehrin merkezini oluşturan bloklar eskidiği ve yıkılmaya yüz tuttuğu için yine belediye tarafından kentsel dönüşüm kapsamında yenileniyor. Rize’ye gelenlerin bir şekilde uğradığı Huzur Pide ve Liman Lokantası bu blokların altında bulunuyordu. Liman Lokantası inşaat bitene kadar kendine yeni bir yer bulurken, Huzur Pide geçici olarak kapandı. Huzur Pide’nin, çalışanlarının maaşlarını bu süreçte ödediğini duydum. Sürekli bir inşaat halinin olduğu şehirde ‘Rizeli müteahhit’ kavramının canlı örneklerini görmek mümkün. Dışardan gelen birinin “burada bu bina nasıl yapıldı” diye hayret edeceği apartmanlar, Rizeliler için son derece olağan, sıradan bir olay olarak görülüyor.
Rize’de en çok konuşulan konu pahalılık
Çocukluk arkadaşım Bayram’la İstanbul’dan Karadeniz’e yaptığım yolculuğu bir önceki yazıda anlatmıştım. Bayram, Rize’ye girişte aracın yaktığı mazotu hesap ederek ilk kez pahalılığın olduğunu kabul etti. Yaklaşık 1600 TL mazot parası ödemiştik bu yolculuk için. Oysa Bayram, aynı yolculuğu 5-6 ay önce yapmış, 800 liraya yakın mazot parası ödemişti. Bayram ödenen parayı dolar hesabına vurarak “aslında yine de ucuz” diye çıktı işin içinden. İnsanlar dolarla maaş alıp TL ile harcama yapsalar (eski maliye bakanı Berat Albayrak’ın kulakları çınlasın), arkadaşımın dediği gibi Türkiye gerçekten de ucuz bir ülke olabilirdi.
Sahil kenarında liseden arkadaşımın işlettiği kafeteryaya gidiyorum. Epeyce büyük bir yer, 6-7 yıl önce dolgu alanda yapılan kafeteryaya büyük paralar harcamıştı. Denize sıfır olarak yapılan bu yerin önü şimdilerde dolduruluyor. Karada kalmış kafeterya; aynı sırada bulunan diğerleri gibi.
Hal hatırdan sonra “ne olacak böyle, karada mı kalacaksınız” diye soruyorum. Dolgu bitince bu ve benzeri yerleri yine deniz kıyısına yapılacak yeni yapılara taşıyacaklarmış. Bu taşınma işleminin kendilerine büyük bir maliyet getireceğini, bu yükün altından nasıl kalkacaklarını bilmediğini anlatıyor arkadaşım. “Sen 10 yılda bir taşınacak şekilde yap planlarını” diyorum, karşılıklı gülüyoruz…
Arkadaşım geçen ay doğal gaz ve elektrik faturası olarak toplam 30 bin lira ödemiş. Geçen gün bir esnaf arkadaşı elektrik faturasını ödeyebilmek için bankadan kredi çekmiş. “Elektrik faturası bir kerelik bir şey değil ki, gelecek ay da ödeyeceksin, ne yapacaksın” diye soruyorum. Arkadaşım, “ne yapayım, bu şekilde borçlanarak yaza çıkayım, yeter. Yazın bakacağız artık sürdürebilecek miyim” diye cevap veriyor. Rize’de pek çok esnaf özellikle elektrik faturalarını ödemek için banka kredisi kullanmaya başlamış.
Şehri adımlarken köyden kapı komşumuzun oğlu Burak’a rastladım. İstanbul’da doğup büyümüş bir genç olan, Beylerbeyi’nde yaşayan Burak, 15 Temmuz darbesi sırasında kardeşleri, akrabaları ve arkadaşlarıyla köprüye çıkanlardan. Her fırsatta o fotoğrafları gösteriyor gururla. Son üç yıldır yerleştiği Rize’de bir arkadaşıyla çay ocağı işletiyor. Sen esnafı dolaşıyorsun, durumlar nasıl diye sordum Burak’a. “Çok kötü abi” diye cevap verdi, “esnaf artan pahalılıkla birlikte doğru dürüst satış yapamaz hale geldi. Zaten güç durumda olan esnafın sırtına bir de bu elektrik zamları bindi. Birçok dükkân bu yüzden kepenk kapatma durumuna geldi. Milletin öfkesi burnunda.”
Bir garip kurtarma hikâyesi
Rize’ye ziyaretime gelen Dilek’i şehrin dünyaca tanınan dağlarına götürmek istedim. Olanlar oldu. Çamlıhemşin’den sonra Zil Kale’yi görüp Çat köyünde bulunan ve her geldiğimde uğradığım Cantık’ta muhlama yemekti amacım. Yol kardan temizlenmişti, oldukça iyiydi. Çat köyüne bir kilometre kala hafif yokuş olan bir yerde yol buzlu ve karlıydı. Devam edemeyeceğimi anlayınca geri geri gelmek istedim. Bu sırada araç kayarak yol kenarında bulunan kara saplandı. Saplandığımız yerden çıkmak isterken iyice kara gömüldük. Telefonlar bulunduğumuz yerde çekmiyordu, Dilek’i arabada bırakıp yardım istemek, bir yerlere ulaşmak amacıyla ilerde bulunan pansiyona yürüdüm. 15-20 dakikalık bir yürüyüşten sonra pansiyona vardım. İçerde 20 yaşlarında bir çocuk kuzina başında oturuyordu. Derdimi anlattım, telefonların çekmediğini söyledim. “Abi sabit telefon var arayabilirsin” dedi. Önce 156 jandarmayı arayıp durumu anlattım. Jandarma kendilerini ilgilendirmediğini, karayollarını aramamı söyledi. Karayollarını aradım bu kez, oradan da arabanın sorumlu oldukları alanın dışında olduğunu, belediyeyi aramam gerektiği söylendi. Bu kez Çamlıhemşin belediyesini aradım. Onların da alanı değilmiş, kaymakamlığı aramalıymışım. Bunun üzerine kaymakamlığı aradım. Kaymakamlığın telefonuna bakan arkadaştan cevap: Bizi ilgilendirmiyor, 156’yı arayın, jandarmayı!
O an benim şarteller attı, sesimi yükselterek “Zaten bu aramalara 156’dan başladım, araya araya size kadar geldim. Şimdi bana tekrar başa dönüp jandarmayı ara diyorsunuz” dedim. Bunun üzerine telefondaki kişi bana “Beyefendi yardımcı olmaya çalışacağım, biraz sakinleşirseniz özel idarenin telefonunu veriyorum orayı arayın” dedi. Verdiği numarayı aradım, özel idareden nöbetçi Yakup diye bir arkadaşla konuştum. Yakup, o yolu iki gün önce temizlettiğini ayrıca kara saplanan aracı çekemeyeceklerini, yasak olduğunu söyledi. Bunun üzerine her iki tarafı karla kaplı olan yolu benim aracımın kapattığını, yukarılarda yaşayanlardan birinin hasta olması halinde sorumlusunun kendileri olacağını söyledim. “Karlar eriyince gelir aracımı alırım artık” diye devam edince, yolu açmak için oraya araç göndereceğini söyledi.
Bu telefon trafiği bir buçuk saati aşkın sürdü. Aklımda arabada bir başına bıraktığım Dilek vardı. Hemen geri döndüm, o da ben gecikince başıma bir şey geldiğini düşünmüş. Bir saat kadar gelmesem ters tarafa doğru (şehre) yürüyerek yardım isteyecekmiş. Arabada kurtarılmayı beklerken bir saat daha geçti. Bu sırada ellerinde fotoğraf makinaları ve aparatlarıyla yukarıdan iki genç inmeye başladı. Trabzon’dan bir firma adına fotoğraf çekmeye gelmişler. Yardım etmeye başladılar, ama araç kımıldamıyordu. Gençlerden biri aracın arkasındaki karı temizlersek bu işi yaparız dedi. Kırdığımız dallarla aracın arka tekerleğinin sıkıştığı karları temizledik. Yirmi dakika süren kurtarma çalışmasından sonra aracı yola aldık.
Karanlık bastırmaya başlamıştı, dönmeye karar verdik, dönüş yolunda bize geleceği söylenen kurtarma aracına da rastlamadık. “Muhlamayı da artık yarın sabah kahvaltıda sen yaparsın” dedim Dilek’e. Dağda yiyemediğimiz muhlamayı köydeki baba evinde sabah kahvaltısında yedik. Aklımda iş yapmamak, sorumluluk almamak için beni oradan oraya yönlendiren ‘değerli’ görevliler kaldı…