[13-14Temmuz 2018] Türkiye’yi hem batısıyla mı karşılaştıracağız? Biraz da doğusuyla yanyana koyalım bakalım.
Euronews’un haber programlarının sonunda “Yorumsuz” (No Comment) diye bir bölüm var. Dünyanın çeşitli köşelerinden çekimler gelir ekrana. Görüntülerin kendisi konuşur. Gerçekten ayrıca yoruma gerek kalmaz.
Şu Tayland-Türkiye mukayesesi de öyle bir şey aslında. Ama bizde dünyayı izleme ve hele üst politika dışında izleme alışkanlığının ne kadar zayıf olduğunu düşünerek, kör kör parmağım gözüne misali birkaç şey söylemekten kendimi alamıyorum.
Tayland güneydoğu Asya’da, Hindiçini yarımadasında. Batısı ve kuzeyinde Myanmar (eski adlarıyla Burma veya Birmanya), kuzeyi ve doğusunda Laos, doğusunda Kamboçya ile çevrili. Eski adı Siam. Ama bu bir “dış ad” (exonym). Tayland ise “iç adı” (endonym) ya da etnik adı (ethnonym). Pek çok örnekte olduğu gibi, kabileden devlete geçiş süreçlerine damgasını vuran topluluklardan kaynaklanıyor. Bu konuda değişmez kural: dilin adından kavim adına; kavim adından yer adına. Tay halkları Çin’in güneybatısından bu bölgeye 11. yüzyılda göç etmiş. Dilleri Tayca. Nasıl modernite öncesinin büyük göç ve istilâları sonucu sonucu Almanya Almanların, Britanya Britonların, sonra İngiltere (Angle-land, Eng-land) Anglo-Saksonların, Macaristan Macarların, Yunanistan (Hellas) Yunanlıların (H/elenlerin), Türkiye (Turchia) Türklerin diyarı idiyse veya olduysa, Taylar da Tayland’a adlarını vermiş bulunuyor.
Günümüzde Tayland’ın yüzölçümü 500,000 kilometrekarenin biraz üzerinde. Nüfusu 68 milyon. Geç dönem Osmanlı tarihiyle bir benzerliği, hiçbir zaman sömürgeleştirilmemiş olması. Gerçi 18. ve 19. yüzyıllarda iki Büyük Devlet, Fransa ve Büyük Britanya tarafından çok sıkıştırılıyor. Tâvizlere zorlanıyor. Toprak kaybediyor. Ama bağımsızlığını aşınmış da olsa korumayı başarıyor. 20. yüzyıl tarihi ise (bilin bakalımm kimin gibi?) demokrasi ve darbe gelgitleriyle dolu. Sonuncusu 2014’te. Bütün bunlar gerek nicel gerekse nitel bakımlardan Türkiye ile belirli bir karşılaştırılabilirlik zemini yaratıyor.
* * *
Şu Tayland mağara olayı iki hafta boyunca bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etti. Bilinenleri tekrarlıyorum: Lâkabı “Yaban Domuzları” olan bir futbol takımına mensup, yaşları 11-16 arasında değişen on iki çocuk ile takımın 25 yaşındaki yardımcı antrenörü, 23 Haziran’da antrenman sonrası çıktıkları bir gezi ve yürüyüşten geri dönmedi. Yer altında birbirine geçen labirentler halinde 10 kilometre uzanan Tham Luang Nang Non mağarasına girdikleri ve çıkmadıkları anlaşıldı. Sonradan öğrenildiğine göre, mağaranın hayli geniş olan ağzına sık sık giriyorlarmış zaten. Ama o gün öğleden sonra biraz daha derinlere ilerlediklerinde, ansızın bütün güney Asya’nın karakteristik muson (monsoon) mevsiminin ilk büyük yağmurlarından biri patlak vermiş. Mağarayı sel basmış ve çıkış yollarını kapatmış. Sulardan kaçarak habire daha içerilere ve sonunda, kuru bir yamacın eteğindeki düz bir çıkıntı veya sahanlığa sığınmışlar.
Bu nokta, mağaranın ağzından neredeyse 3 kilometre (tam 2950 metre) içerde. Gün ışığı tabii yok. Zifirî karanlık. Böyle bir olasılığa karşı her türlü ekipmandan, koruyucu giysilerden, yiyecek içecekten, sağlık malzemesinden vb yoksunlar. Kapalı mekânda, büyük bir bölme de olsa, havadaki oksijen düzeyi giderek azalıyor. On gün süreyle, mağaranın duvarlarında kondanse olan su damlacıklarını içerek, hayata ve birbirlerine tutunarak yaşıyorlar.
Dışarda ise büyük bir arama ve kurtarma operasyonu yürürlükte. Çamur deryasına dönen arazide, mağaranın ağzında çok sıkı önlemler alınıyor ve sâkin, kalabalıksız, seyircisiz bir düzen sağlanıyor. ABD donanmasının SEAL (deniz-hava-kara) özel harekâtçılarıyla aynı adı taşıyan Tay Deniz Kuvvetleri komandolarından 40 kadar dalgıca, çeşitli ülkelerden gelen 50 uzamn dalgıç da katılıyor. Toplam 1000 kişiyi aşkın bir görev grubu oluşuyor. Çocukların mağaranın içinde bir yerde olduğunu biliyorlar da, tam nerede olduklarını bilmiyorlar tabii. Dehliz dehliz, koridor koridor, sşstematik bir şekilde daha ilerisini ve daha ilerisini taramaya koyuluyorlar. Peşpeşe gelen sağanaklar işi zorlaştırıyor. Ama sonunda, 2 Temmuz’da (yani kaybolmalarından on gün sonra) Rick Stanton ve John Volanthen adında iki İngiliz dalgıç buluyor çocukları. “Kahraman” sayılmayı reddediyor ikisi de. Tam tersine, diyorlar, yaptığımız son derece hesaplı, büyük bir soğukkanlılıkla yapılması gereken bir işti. Volanthen’ın İngiltere’ye döndüğünde anlattığına göre, göz gözü görmez karanlıkta o büyük bölmeye varıp da su yüzüne çıktıklarında, önce (eğitildikleri gibi) havayı koklayarak anlıyorlar, bir insan grubuna ulaşmış olduklarını. Karaya tırmanıyor ve ekipmanlarını çıkarıyor, sonra çocukları görüyor, içlerinde İngilizce bilen biri sayesinde konuşup anlaşıyor ve herkesin hayatta olduğundan dış dünyayı haberdar edebiliyorlar.
Ondan sonra, asıl büyük dram başlıyor. Nasıl çıkarılacaklar? İlk fikir, yağmur mevsiminin sonunu ve suların çekilmesini beklemek şeklinde. Ama bu, dört ay demek — karanlıkta geçecek bir dört ay; mağaranın üç kilometre içine sürekli yiyecek, içecek ve oksijen taşımakla geçecek bir dört ay; çocukların sürekli sağlık bakımını yapmak ve oluşabilecek çeşitli hastalıklara karşı korumakla geçecek bir dört ay. En kötüsü, muson yağmurları sürdükçe su seviyesi daha da yükselecek ve tutundukları yerde dahi barınamayacaklar belki de. Dolayısıyla vazgeçiyor ve koşullar daha da kötüleşmeden kurtarma operasyonuna girişmeye karar veriyorlar.
Dile kolay. Aşağıda, bütün mağara kompleksinin yukarıdan krokisi ve belirli noktalarda yandan kesitini görüyorsunuz. Mağaranın ağzından çocukların ve antrenörlerinin bulunduğu yere kadarki mesafenin sadece 1500 metresi yürünebilir (veya sürünülebilir). Kalan 1450 metresi dalmayı ve sualtında paletle yüzmeyi gerektiriyor. Kendim yıllarca serbest dalış da yaptım, az buçuk tüple de. Hiç böyle derin mağaralara girmedimse de okuduklarımdan biliyorum; mağara dalışı belki bütün dalışların en tehlikelisi. Daracık yerlerde ve düşük görüş mesafesinde paniklemek, yolunu şaşırmak, çıkışı bulamamak, bir yere takılmak ve sonuçta havasız kalmak çok mümkün. Tham
Luang mağarası ise, kurtarmaya giden yabancı dalgıçlardan İvan Karadziç’in ifadesiyle, olabilecek en berbat yer. Bazı bölümlerde suyun üzerinde hiç hava boşluğu yok. Bazı yerlerde var ama tavan çok alçak. Bazı pasajlar ise sadece 30-40 santim genişliğinde. Sırtınızda hava tüpleri ile o deliğe sığmanız olanaksız. Ancak tüplerinizi çıkarıp önünüzden ittirmeniz (veya öndeki birisine vermeniz) ve sonra kendiniz zar zor, sürtünerek geçmeniz gerekiyor. Yani gitmek de çok yavaş, dönmek de. Nitekim Tayland’ın eski deniz komandolarından, emekli olmuşken harekâta gönüllü katılan Saman Gunan bile, 2-8 Temmuz arasında içerdekilere ikmal
malzemesi taşıdıktan sonra dönüşte havası bitince boğulup öldü bu yüzden. Oysa çocukların hiçbiri, bırakın mağara dalışını, tüple dalış yapmamış hayatında. Maske, palet, regülatör görmemişler. Hattâ çoğu yüzme bile bilmiyor. En tecrübeli dalgıçları dahi zorlayan o 1450 metreden nasıl geçirilecekler?
Zamanla yarışan kurtarma ekibi, mümkün olan biricik planı hazırlıyor aslında. Bunu da yukardaki diyagramlarda görüyorsunuz. Birkaç deniz komandosu, bir doktor ve bir hemşire sürekli çocuklarla birlikte kalıyor; onları fizikman ve moralman toparlamaya, hazırlamaya, yüksek enerji içecekleriyle güçlendirmeye çalışıyor. Mağaranın ağzından en iç bölmeye kadar bir kılavuz ipi döşeniyor; karanlıkta, sıfır görüş mesafesinde bu ipten ayrılmamak, ipi çekerek yol almak zorunlu. Çocuklar dörderli gruplar halinde üç seferde, üç günde çıkarılacak. Her günün ekibinde 19 dalgıç görev alıyor. Her çocuğa iki dalgıç eşlik ediyor. Sualtında ve karanlıkta, olabilecek en klostrofobik koşullarda paniklemesinler diye sâkinleştirici ilâçlar veriliyor çocuklara (dalışta panik, panikleyen kişi için de, onu kurtarmaya çalışanlar için de neredeyse yüzde yüz ölüm demektir). Sonra her çocuğa (ağız regülatörü gerektirmeyen, hortumun doğrudan maskenin içine bağlandığı) “tam başlık” giydiriliyor ve tüpü de yanına takılıyor. Önde gidecek dalgıç, çocuğu sırtından kucaklıyor, kollarıyla sarıyor, dalış yeleği ve kemerine de kelepçeliyor. Diğer dalgıç gene şekilde gördüğünüz gibi arkalarından geliyor. 19 kişilik ekibin diğre elemanları ise güzergâhın kritik noktalarında bekliyor, en dar yerlerden geçmelerine yardımcı olmak için. 8 Temmuz’da ilk dört çocuğun çıkarılması 11 saat, 9 ve 10 Temmuz’da diğerlerinin çıkarılması 9’ar saat sürüyor. Sonunda hepsi kurtuluyor. Fakat sanmayın ki mağaranın çıkışında bekleyen ana babalar hurra diye çocuklarına koşup kucaklaşıyorlar. O da inceden inceye planlanmış. Kurtarılanlar helikopter ve ambülanslarla yakındaki bölge hastanesine kaldırılıp yoğun bakıma — ve karantinaya alınıyor. Hem kendi bağışıklık sistemleri zayıf, hem de mağaralara özgü bazı mantar türleri ciğerlerine yerleşmiş olabilir. Aileleri bir hafta süreyle ancak cam bölmenin dışından el sallayabilecek çocuklarına. Yığılma yok, itiş kakış yok, hengâme yok, feryat figan ağlama, bağırıp çağırma yok. Hamaset yok. Belâgat yok. Herşey olup bittikten sonra, Tay deniz komandolarının komutanı Tümamiral Apakorn Yuukongkaew’i dinledim televizyonda (tabii İngilizce altyazılarla). Alçak sesle, başlangıçta ne kadar küçük bir umut gördüklerini anlatıyor.
* * *
Sabır. Ciddiyet. Şatafatsızlık. Tantanasızlık. Sessiz vekar. Gösterişli heyecanlardan uzaklık. Seyircisizlik. Melodramsızlık. Kahramanlık edebiyatından yoksunluk. Profesyonellik. Her kafadan bir ses çıkmaması. Çok muazzam işler yapıyormuş havasında oradan oraya koşuşmamak. En küçük ayrıntıyı kaçırmayan, bütün olasılıkları hesaplamaya çalışan çok dikkatli bir planlama ve aynı titizlikle uygulama.
Aynen Türk kültürünün özellikleri, değil mi? Ne kadar da bize benziyorlar, güneydoğu Asya’nın o küçük köşesinde! (Orta Asya’dan göç etmiş olabilirler mi dersiniz?) Biz de aynen böyle davranmaz mıyız, büyük kazalar, doğal âfetler, millî felâketler karşısında? Örgütsel yeteneklerimiz kendini hemen belli eder. Hiç bağıran çağıran, emir yağdıran olmaksızın, kalabalık müthiş bir intizamla derhal organize olur. Kimse boşta kalmaz. Hariçten gazel okumaz. Herkes konsantre olur, sükûnet içinde kendi işini yapar.
Son örnek, 7 Temmuz’daki Çorlu tren kazası. 24 ölü dışında, 368 yolcudan 318’i hastanelere başvurmuş. 194’ü ayakta tedavi olmuş; 124’ü halen yatıyor. Fakat bakmayın, dümdüz ovada, en küçük bir viraj olmadan giden trenin altı vagonundan beşinin devrilivermesine. Aslında koşullar Tham Luang mağarasından çok daha zor. Muson yağmurları da neymiş; 8 Temmuz’da o yoldan sabah 07:00 treni geçtikten sonra, metrekareye 32 kilogram yağmur düşmüş, öğleden sonra 14:20 ile 15:10 arasında. (Çok mu büyük bir rakam? Bir desimetreküp = bir litre, yani bir kilo su değil miydi? Bir metrekareye 10 santim yağmur düşse, 100 kg etmiyor mu? Başka bir deyişle, metrekareye 32 kilo yağmur 3.2 santim demek değil mi aslında? Anlamadım.) Fakat her neyse; kazanın nedeni buymuş, rayların altında boşluk oluşmasıymış. (Ne yani, şiddetli yağıştan sonra tekrar kontrol mu edilecekmiş raylar?) Kaza yerinin karayolundan 3 kilometre uzak olması kurtarma çalışmalarını ayrıca olumsuz etkilemiş. Dahası, kazayı izleyen günlerde çeşitli televizyon programlarındaki tartışmalar da, toplumumuzun bu tür olaylar karşısındaki nesnel, yansız, analitik, serinkanlı, ucuz faydacılıktan uzak yaklaşımını bir kere daha somutlamış.
You wish, diye bir deyim vardır İngilizcede. Keşke anlamına gelir.