Tek tek bireyler gibi toplulukların enerjileri de sınırlı ve öfke de arzu da enerji talep eden duygular; yani birine yönelttiğiniz enerji ve çaba, öbüründen esirgediğiniz enerji ve çabadır.
1980’lerden sonra Türkiye’de siyasi mücadelenin ana eksenini devletin laik, toplumun seküler esaslar doğrultusunda örgütlenmesini talep edenlerle, buna çeşitli düzeylerde karşı çıkan dindar muhafazakârlar arasındaki mücadele oluşturmaya başladı. Bunun kök nedeni, her iki tarafta makulün sınırlarını aşan sert yorumların giderek daha fazla öne çıkmasıydı.
İktidarın “laik devlet-seküler toplum”cuların elinde olduğu on yıllar boyunca laiklik devletin dini baskı altında tutması; sekülerlik de dinin toplumsal alandan tümüyle dışlanıp ‘vicdanlara’ geri püskürtülmesi anlamına geldi, pratik de bu doğrultuda gerçekleşti.
İktidar el değiştirince bunun tam tersi oldu; hâlâ bu sürecin içindeyiz.
Birinci dönemde muhafazakâr dindarlar laiklere, ikinci dönemde laikler muhafazakâr dindarlara öfkelendi.
Fakat ikinci dönemde öfkenin yönü sadece laiklerden muhafazakârlara değildi: bu dönemde laik kesimin öfkesi aynı zamanda kendilerini temsil eden partilere ve siyasetçilere de (yani CHP’ye ve CHP’li siyasetçilere de) yönelikti. Ve bu öyle “öbür tarafta biat kültürü var, eleştiri yok, oysa solda eleştiri kültürü var”la açıklanabilecek bir durum değil. “Eleştiri kültürü”nden solun da pek nasipli olmadığını biliyoruz.
İktidar arzusunu bile bastıran bir öfke hali
AK Parti iktidarının ilk sekiz yılındaki Baykal CHP’si döneminde parti, tabanına iktidar sözü veren değil, iktidarı laiklik söylemiyle döven (ve başka da bir şey demeyen) bir liderlikle yönetildi. Tabanın buna hiçbir itirazı yoktu. Daha doğrusu liderlerinin hem böyle yapmasını hem de kendilerine iktidar getirmesini, yani imkânsızı istiyordu. CHP tabanı, hayranlıkla izlediği Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil’in yazdıkları gibi konuşan liderlerini alkışlıyor, fakat seçimi kazanamayınca da ona kızıyordu.
Karşı tarafta ise sadece kendi çelik çekirdeğine konuşan, onların yüreğini soğutan liderliğin tersine, kendisine benzemeyenlerin, kendisine karşı olanların oyunu ve onayını almayı hedefleyen bir dille konuşan bir liderlik vardı. Fakat liderin bunu yapabilmesini sağlayan şey, tabanının bu duruma itiraz etmemesiydi. Çünkü o taban, evet, liderinin kazanmak için hitap ettiği kesime öfkeliydi ama iktidar arzusu öfkesinin önündeydi.
Bir tarafın liderliği sadece kendi taraftarlarını değil herkesi kucaklayacağını söylerken, öbür taraf “göbeğini kaşıyanlar,” “kömüre, makarnaya tav olanlar” edebiyatıyla öfke kusuyordu.
Kılıçdaroğlu, parti başkanı olmasından (2010) birkaç yıl sonra yegâne programı laiklik savunusu olan bir partinin seçim kazanamayacağını anlayıp CHP’yi dönüştürme gayreti içine girdi. Temel motivasyonu seçim kazanmak olan parti kadroları zamanla bu dönüşümü benimsedi, fakat iktidara duyduğu öfke iktidar arzusundan baskın olan parti tabanının bu yeni durumu benimsemesi kolay olmadı, ta ki 2019 seçimlerine kadar.
2019 seçimleri, iktidarın Baykal CHP’siyle değil Kılıçdaroğlu CHP’siyle mümkün olabileceğini gösterdi ve tabanın iktidar arzusu nihayet başat arzu olma rotasına girdi. Bu, CHP tabanının artık yüreğini soğutan değil onu iktidara taşıyacak bir liderlik istediğini gösteren bir tabloya işaret ediyordu.
Otobüsteki fotoğraf
Altılı masa ile masadaki AK Parti’den koparak kurulan iki partiye başlangıçta gösterilen teveccüh ve Kılıçdaroğlu’nun kapsayıcı siyasi çabalarına verilen destek de bu tabloyu tamamlıyordu. Fakat son aylarda ilginç şeyler olmaya başladı. DEVA ve Gelecek’in muhalefet içindeki varlığına itirazın yanı sıra onların da yargılanmaları gerektiğine dair sesler duyulmaya başladı.
En son Ekrem İmamoğlu’nun gezisindeki malum fotoğraf üzerine kopan fırtına ise CHP’ye oy verecek çevrelerde ve o çevreleri yönlendiren kesimlerde öfke ve rövanş duygusunun bir kez daha iktidar arzusunun önüne geçtiğini gösteriyor gibi. Çünkü bu çullanmalı tepki sahipleri çoğunlukla, aynı zamanda İmamoğlu’nun muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olmasını isteyenlerden oluşuyor.
Bunca yıllık iktidar susamışlığı koşullarında ve bu kadar baskı altında, enerjisini son yıllarda iktidarla arasına bariz bir mesafe koyan iktidar destekçisi bir yazar üzerinden cumhurbaşkanı adayı olmasını istediği bir siyasetçiye öfke duymaya harcayan bir muhalif kimlikle karşı karşıyayız.
Bir siyasi topluluğu, siyasetin temel amacı olan iktidar hedefini ikincil kıldıracak kadar öfkeli hale getiren şey ne olabilir?
Büyük öfkeler büyük haklılık duygularından beslenir; burada da var böyle bir şey ve bence buradaki derin öfke, sahiplerinin, iktidarın sadece kendi hakları olduğuna inanmasından kaynaklanıyor.