Bu hafta standart programımızın ve standart konularımızın, konu tarzımızın biraz dışına çıkmak istiyorum izninizle. Siz iyi bir Fenerbahçelisiniz. Maçları takip ediyorsunuz, stadyuma da gidiyorsunuz birçok maçta. Ben de bir Galatasaraylıyım. Bu sene Fenerbahçe’de son yıllarda olmayan, hattâ belki Süper Lig’de bile son yıllarda çok nadir görülen bir gelişme oldu. Fenerbahçe’nin göreve getirdiği teknik direktör Jorge Jesus hem başarılı oldu, hem de sadece Fenerbahçelilerin değil, diğer takımların taraftarlarının da sevgisini, sempatisini ve saygısını kazandı. Bununla başlayalım istiyorum. Siz Jose Jesus’un Fenerbahçe’deki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bununla ilgili bir köşe yazısı da yazdınız. Yani ne yaptı da diğer teknik direktörlerden farklı olarak hem sportif başarıya ulaştı, hem de kısa sürede bu saygınlığı elde etti?
Futbol yorumcusu havasına girmeden futbol konuşmaya çalışayım Mustafa. Zaten Jesus’un getirdiği tarz sadece futbol açısından değil, bir anlamda sistem kurulumu, mevcut klişelerin bozulması, ezberlerin altüst edilmesi ve yaratıcılık bakımından da önemli ve insanları etkiliyor. Bu antrenör pek çok yeni futbolcuyu ve birkaç eski ismi birleştirerek çok kısa sürede kendi sistemiyle futbol oynatmaya ve sonuç almaya başladı. Genel olarak baktığımızda görkemli, gösterişli, baskılı bir hücum futbolu oynatıyor. Çeşitli futbolseverlerin dikkatini çeken ve onlarda saygı uyandıran husus ilk olarak bence bu oldu. Ne oynattığı kadar, oynatmak istediği sistemi, üstelik kısa sürede ve futbolculara bağımlı olmadan, zaman, eksik oyuncu gibi bahaneler üretmeden sahaya yansıtabilmesi bunda etkili oldu. Bir anlamda teknik direktörün, o kenardaki adamın sistem açısından ne kadar belirleyici olabileceğini, tek tek futbolcuların ötesinde bir yapıyı nasıl inşa edebileceğini gösterdi. Bu, her futbolsever açısından lezzetli bir şey. Kim olursanız olun; ister açık tribün amigolarından olun, ister emektar kale arkası futbol seyircilerinden olun, ister entelektüel ağır futbol seyircilerinden, bu, herkesi çeken ve etkileyen bir şey. Birinci husus bu.
İkinci husus güç ve başarıyla ilgili. Türk futbolu güçlü adamları, hocaları, hem öğretici hem iddialı teknik direktörleri sever. Derwall en önemli örnektir. Derwall geldiği zaman, Türkiye’de baskıya dayanıksız, pas hatalarıyla malûl, son derece düzensiz, sistemsiz bir futbol oynanırdı. Türk futbolu sistem nedir, birlikte hareket etmek nedir, ya da dişli bir şekilde defans yapmak nedir, fizik güç nedir, geriye kapanmak nedir, bunları bu Almanla öğrenmeye başladı. Bekler, topa yere yatarak şarjla karışık müdahaleyi bile onun zamanında öğrenmeye başladılar. Onunla futbol göbekten verkaçlarla, adam markajıyla tanıştı. Derwall’in Galatasaray ve milli takımdaki çabaları ülkeyi etkiledi. Bir sürü öğrencisi, izleyicisi, dolaylı takipçisi oldu. Mustafa Denizli onlardan biriydi. Daha çok Piontek’le çalışmış olsa bile Fatih Terim’i de bunlar içerisinde sayabiliriz. Öğrenciler çeşitli varyasyonlar ürettiler. Hücum futbolu diyen çıktı. Daha sistemli futbol oynatmaya çalışan, adam markajı, rakip bloke etme üstüne kafa yoran antrenörler oldu. 2002 yılının tiki-tika futbolu bunların bir devamıydı. Derwall, Piontek güçlü hocalardı.
Jorge Jesus da zannediyorum bu tarz bir adam. Futbolu düşünerek hem yeniden kurgulayan, hem hızla ve basit kural ve temel yeteneklerle pratiğe geçirebilen birisi. Süratli, atletik baskıcı, taktik anlayışı kuvvetli futbolcularla tam bir geçiş futbolu oynatıyor. Takım topu kaybettiği yerde, genellikle hücum bölgesinde defansa ve baskıya başlıyor. Geriye koşmuyor; alanı daraltarak, takım boyunu kısaltarak, ileriye rakibe ve topa basıyor. Unutmayın bu futbolu getiren antrenörün elinde bir kâğıt kalem yok, önünde bir bilgisayar yok ya da konuştuğu bir ekran yok. Bu adam, 24 tane başka adamı yönetiyor. Bir sistemi onlara aktarıyor, öğretiyor, paylaşmalarını sağlıyor.
Futbolseverleri coşturan, hücumcu, baskıcı, mücadeleci bu futbol bir de başarı getirince, bence başka hocalar dahil herkesi etkilemeye başladı.
Hatta Jorge Jesus bir anlamda kutsallaşmaya başladı. Bu abartılı bir durum tabii. Çünkü onun da başarısız olacağı günler gelecek. Çünkü futbol böyle bir oyun. Karşımızda bir satranç tahtası ve oyuncusu yok. Satranç taşları insanlardan, duygulardan, tepkilerden oluşuyor. İklim var, psikoloji var, karşı tarafın canlı taşları var. Belki bir gün kaybedecek ama Jesus bunları yönetebildiği için ve bu oranda güçlü.
Onun futbol anlayışının yaratıcılık kısmı, sahada kurduğu sistemi anlama gayreti benim için müthiş bir zevk. Onun için maç seyrederken konuşulmasından hoşlanmam. Yani sadece izlemeye değil aynı zamanda anlamaya davet ediyor beni. Bilmiyorum herkeste böyle oluyor mudur? Belki de kimisi sadece coşkuyla seyrediyordur. Ama ben sorunları nasıl aştığını, futbolu nasıl kurguladığını çok severek izliyorum.
Burada beni eğlendiren başka bir husus daha var. Bu da, sıradanlığı çıplak hale getirmesi. Adam öyle bir futbol oynatmaya başladı ki, spor basınında, futbol dünyasında çoğunluk bir şey anlamadı önce. Birkaç tanesini ayrı tutmak lazım tabii; çok değerli futbol yazarlarımız, hocalarımız var, şüphe yok, ama kalıplar da belli. Türkiye’deki spor yazarları sistem dizilimini önemserler. 4-4-2, 3-5-2 gibi sistemleri statik kalıplar, oyuncuları belli hareketleri yapan satranç taşları gibi görürler, ön libero ve çıpa takıntıları vardır. Top kaybedildiği zaman bütün takımın geriye, herkesin yerine koşmasını olması gereken şey görürler, düz pres veya istikrarlı kadro gibi analiz cihazları vardır. Sahada onları ararlar. Jesus’un oynattığı futbola kontratak futbolu da diyemediler. Çünkü kontratak futbolu takımın kapanması ve topu bir anda defanstan hızla ileriye çıkarmasıyla ilgili. Oysa Jesus Türk yazarlarına savunmanın hücumda başladığını göstermeye başladı. Jesus’un Brezilya’da çalışırken oradaki futbol anlayışını nasıl etkilediğini bugün Brezilyalılar yazıyor. Topu kaybedenin geriye koşması yerine, bulunduğu alanı ve karşısındaki rakibi savunması, topa doğru hareket etmesi üzerine kurulu, bir hücumdan başlayan savunma anlayışının altını çiziyorlar. Türkiye bir hazine buldu ama hâlâ farkında değil. Türkiye’de ben hâlâ oynattığı futbolun anlaşıldığını sanmıyorum.
Siz de az önce bahsettiniz. İyi bir oyun oynatma, farklı bir taktik, farklı bir oyun misyonu gerçekten önemli. Ama daha önceye baktığımızda Süper Lig’e gelen bazı hocaların gerçekten taktiksel anlamda çok kaliteli, yetişmiş ve Türkiye’de bir şeyler yapabilme potansiyeli olan hocalar olduğunu görüyoruz. Domenec Torrent bunlardan birisiydi örneğin. Geçmişiyle birlikte düşündüğümüzde diğer bazı hocalar da vardı. Fakat sanırım Jorge Jesus’ta ilaveten şu da var; maçı on bir oyuncuyla birlikte yaşıyor fakat bunu abartılı şekilde de yapmıyor. Biz çok samimi bir profil görüyoruz orada maç esnasında, maç anında, pozisyonlarda. Bir Torrent gibi, bir Aykut Kocaman gibi, bir Ersun Yanal gibi bir karakter değil; tam tersine oyunun içerisine dahil olan taraftarla birlikte, futbolcularla birlikte, hakemlerle gerektiğinde bir on ikinci adam işlevi görüyor gibi. Bunun etkisi de vardır diye düşünüyorum.
Bu tür kenardan heyecanı aktaran, enerjiyi aktaran hocalar var tabii. Jesus’un da bu özelliğinin altını çizmek gerekir, haklısın. Takıma o enerjiyi aktarıyor. Fakat tabii biraz üstte ve karizmatik olmak lazım. Mesela o enerjiyi ben aktaramam. Futbolcular benim enerjimi alırlar, kafama geçirirler. Kenarda heyecanla durmak başka, üstat olmak başka. Diğerlerine sadece bir enerjiyi aktarma değil, oyunun gerçek sahibinin kenarda durduğu duygusunu aktarma, bunu içselleştirme, gönüllü biat, yani meşruiyet üretme ve onu canlandırma duygusu vermesi de lazım. Bunu veriyor bu adam. Tabii bunların fazlası da var, çünkü bir futbol kurgusu var.
Peki Fenerbahçe sahada neyi farklı yapıyor, neyi başarıyor?
Fenerbahçe’nin futbolunun özelliklerine bakalım.
Bir özelliği, oyunu geçiş futbolunu mümkün kılacak oranda çok dar bir alana hapsetmesi. Bu sadece geleneksel bir takım boyu kısaltma ve rakibi kolay karşılama şeklinde olmuyor. Fenerbahçe hücum ettiği zaman toplu ilerliyor, rakip kaleye baskı kurduğu zaman bile futbol kırk metrenin içinde oynanıyor. Rakip hücuma yöneldiği vakit ise Fenerbahçe, defansını o kadar ileri çekiyor ki rakibin defansıyla Fenerbahçe defansı arasında otuz, otuz beş metre kalıyor. Dolayısıyla yüz metrelik futbol alanında değil, o otuz beş metrelik alanda oynanıyor futbol. Bunun taktik tarafı daha önemli. Orada bir fiziki, atletik baskı, tek top yeteneğine dayalı karşılamalar oluyor. Ama gelişigüzel değil. O kaos içerisinde nasıl bir düzen sağlıyor? O kaos içerisinde nasıl bir sistem kuruyor? Ona bakmak lazım. O dar alan içerisinde futbolcuların yerleşimleri, yaptıkları presler, alanı kontrol etmeleri ya da çapraz koşular yapmaları gibi, biraz Amerikan futbolunu andıran biraz basketbolu andıran, taktik gücüne dayalı bir sistem bu. Futbolun bildiğimiz geniş alanda sadece çalım, adam eksiltme, uzun pas, orta gibi unsurlarla yol almadığı bir futbol tarzı… Yani otuz beş metrelik alanda yirmi futbolcu birbirine giriyor. O kadar dar bir alan ki, müthiş pres, hızlı düşünme, yan koşu, topsuz oyun, taktik zekâ istiyor. Ne demek taktik zekâ? Sadece topla oynamayacaksınız da etrafınızdaki on kişiyi ve karşı taraftaki beş kişiyi, her neyse, görme kabiliyetine sahip olacaksınız, topsuz boşlukları dolduracak ya da açacaksınız, oynadığınız sistemi taşıyacaksınız, rakibin açığına vurmayı bileceksiniz.
Şimdi tabii bir adam gelip bunları ortalama bir takımla kısa sürede zaman zaman başarılı zaman zaman başarısız inşa ettiğinde açıkçası bir zihniyet kalıbını yeniliyor demektir ki, bu nasıl tarif edilirse edilsin, her futbolseverin dikkatini çeker. Rakibi de endişeye sürükler.
Bir başka özelliği Fenerbahçe’nin, geniş bir oyuncu kadrosuyla oynaması. Sonradan giren 5 kişiyi dikkate alırsak artık 16 kişiyle oynanıyor maçlar. Biraz basketbola yaklaşıyor ki Jesus maçları 15-16 oyuncuyla oynuyor. Böyle olduğu oranda da futbolun oyuncu olarak, beyni, kalbi, değişmezi azalıyor, güç kenardaki sistem merkezine doğru geçiyor, tabii elinizde Maradona, Messi ve benzerleri yoksa… Dolayısıyla futbolcu iktidarının, futbolcunun zaman zaman genç yaşta öne çıkan o küstahlığının önü alınmaya başlanıyor. Ve bu tabii seyirciyle birlikte mümkün. Seyirci de bu futbol ve tarzdan çoşku alırsa futbolcunun o büyük iktidar alanları, keyfi meydan okuma alanları da ortadan kalkıyor. Tabii yanlış anlaşılmasın, oyunda esas her şeye rağmen futbolcudur, bunu unutmadan söylüyorum, bu sistemin başarısı da bir noktada, bu sisteme uygun futbolcuya ve kalitesine bağlı.
Basketbolu da severek seyrediyorum. Jesus geldi, ikinci maçta “Bu adam futbolun Obradovici” demiştim. Galiba birkaç kere bir yerlerde yazıldı. Gücünü sistemden alan bir başarı arayışı ya da sistemik bir başarı…
Bu başarı da böyle devam ederse zannederim Jesus tipi model Türkiye’de yavaş yavaş etkili olmaya başlar. Diyelim ki Fenerbahçe başarılı olur ve bu adam birkaç sene daha Türkiye’de kalırsa, bu tarzıyla futbol dünyasını, genç antrenörleri etkileyebilecektir.
Unutma, bugün bizim bütün antrenörlerimiz hâlâ rakibi nasıl durdururuz, oyunu nasıl kilitleriz üzerine kurulu bir anlayışa sahiptirler. Dolayısıyla Jesus’un getirdiği bu tarz farklı ve lezzetli.