Alper Görmüş

Meğer ‘sofular’ bile ‘biatçı’ değilmiş!

KONDA’nın araştırmasına göre, dindarlığı “sofu” mertebesinde olan seçmenlerin yüzde 20’si 23 Haziran seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’na oy vermiş. Yıllardır, “biat kültürü” nedeniyle AK Parti’ye oy vermek dışında herhangi bir siyasi davranış biçimi sergileyemeyecek bir kitlenin varlığından söz edenler bu sonucu nasıl tevil edecek acaba?

Muhafazakarlığın Fatih ve Başakşehir halleri

İrfan Özet’in FATİH BAŞAKŞEHİR / Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus başlıklı kitabı, muhafazakâr dünyadaki sınıfsal ayrışmayı gözler önüne seren esaslı bir saha araştırması... Yazar, muhafazakâr cemaat içinde “dayanışmacı kapanma”nın temel sosyal eğilim olduğu 20. Yüzyılın son yarısını Fatih üzerinden ele alırken, “dışlayıcı kapanma”nın temel sosyal eğilim haline geldiği yeni dönemi Başakşehir üzerinden anlatıyor.

Yeni fay hattı: Her partiden İstanbullular ve İstanbul’daki Suriyeliler

İstanbul’daki seçimlerin hemen görülüveren sonuçlarının yanı sıra henüz gündeme gelmeyen fakat etkileri çok büyük olacak bir sonucu daha var: İstanbul’daki Suriyeliler ile her partiden İstanbullular arasında şimdiye kadar yaşanan gerginlikler yeni ve çok daha sert biçimler alacak. Çünkü artık, belediye bugüne kadar partilerinde olduğu için hoşnutsuzluklarını gizleyen AK Partililer de seslerini yükseltecekler; başladılar bile.

Havuz problemi, içki problemi ve Ekrem İmamoğlu

Çok ve çoğul tercih imkânı sağlam bir demokrasi ölçüsüdür ve kamu otoritesi, toplumsal kesimlerin taleplerini değer yargısı atfetmeksizin karşılamakla yükümlüdür. Kanaatimce İmamoğlu havuz probleminde demokrat, içki probleminde ataerkil-otoriter bir tutum sergilemiştir.

AK Parti geri dönüşü olmayan yolda mı? Evet!

İdeolojik kılıf giydirilmiş (dava haline getirilmiş) siyasi çizgileri değiştirmek, toplumsal talepleri karşılamaya odaklanmış daha iddiasız siyasi çizgileri değiştirmekten çok daha zordur. Çünkü bu tür siyasi çizgiler fazlasıyla inanç yüklü hale gelmişlerdir; bunlarda değişime gitme çabasını biraz abartıyla dinde reform yapma çabasına benzetebiliriz.

AK Parti ve CHP birbirlerinin dillerini devralmış gibi…

31 Mart seçim kampanyası ile onu izleyen ikinci tur İstanbul seçimi kampanyasını izlerken zihnimde bölük pörçük bir imaj uyandı. Sanki CHP’nin kampanyası AK Parti’nin eski kampanyalarını; AK Parti’nin kampanyası da CHP’nin eski kampanyalarını andırmaya başlamıştı.

Dile getirilmesi ‘cool’ olmayan işkence ve kaçırma iddiaları…

Biz, bize benzemeyenlerin, bizimle aynı görüş ve duyguda olmayanların maruz kaldıkları kötülükler karşısında ne yapıyoruz? Kötülüğe itirazda samimiyet ölçüsü budur. Bu ülkenin siyasetçileri, aydınları, gazetecileri, “FETÖ’cünün işkence görmesi, kaçırılması benim vicdanımı yaralamaz”dan başka bir anlama gelmeyecek derin suskunluklarından ötürü ileride muhakkak çok büyük bir pişmanlık duyacaklar.

İstanbul seçimi ve tekinsiz iddialar… Ne yapmalı?

Muhalefet, 23 Haziran seçimlerine dair zihinlerde dolaşan tekinsiz ihtimallere karşı nasıl bir tutum geliştirebilir? İktidarın bu yöndeki eğilimlerinden bahisle kamuoyunu bugünden “uyanık olmaya” ve oltanın ucundaki yemi yememeye davet etmek mi doğru olur, yoksa bunları hiç dillendirmemek mi?

YSK gerekçesi: İmamoğlu’nun haklılığını belgeleyen bir metin

Yüksek Seçim Kurulu’nun 31 Mart İstanbul seçimini iptal gerekçesi, seçimin iptal edilmesi gerektiğini savunan iktidar partisinin inandırıcılığına çok ağır bir darbe niteliğinde. Gerekçe o kadar zayıf ki, bu haliyle Ekrem İmamoğlu’nun mağduriyetini tahkim etmek dışında hiçbir işlev göremez. AK Parti’nin işi bundan sonra çok daha zor.

Kıyaslamalı insan kaybetme vakaları: 28 Şubat’ta ve günümüzde…

İktidar ve destekçisi basın 28 Şubat’la bugünlerin kıyaslanmasından nefret ediyor ama galiba bu nefret, şimdinin birçok açıdan 28 Şubat’tan gerçekten de daha kötü olduğunu bilmelerinden ve tersini savunmak zorunda olmalarından kaynaklanıyor. Onlar, mesela hukuksuzluğun en korkunç biçimlerinden biri olan “adam kaçırıp kaybetmeler” üzerinden bir kıyaslama yapsalardı acaba ne görürlerdi?

İmamoğlu’nun siyasi geçmişinde bir kazı çalışması

Ekrem İmamoğlu’nun bugünkü dili ve çizgisi geçmişiyle tutarlı mı? Elvan Salman adlı genç okurum, bu soruya cevap bulmak amacıyla gerçekleştirdiği ve bir örneğini de bana gönderdiği çalışmasında vardığı sonucu şöyle açıklıyor: “Benim yanıtım, evet bu kişi bu işe ilk atıldığı gün de şu an dediklerini, yaptıklarını yapmış...” Dosyayı inceledim, aynı sonuca vardım, şimdi de sizinle paylaşacağım.

Şimdi ürkütme değil ‘kalp kazanma’ zamanı

Sabah gazetesinin başyazarı Mehmet Barlas’a göre, “İmamoğlu'nun destekçilerinin yerine ‘Geziciler’ geçti...” Durum elbette böyle değil, fakat yazıdaki “ah, keşke” tonu, muhalefetin ne yapıp ne yapmaması gerektiği hususunda çok şey söylüyor. Muhalif ruh hali bir tuzağın eşiğindeyken, CHP’nin kampanya yöneticisinden altın kıymetinde bir uyarı geldi: “Şimdi çalışma ve kalp kazanma zamanı...”

Revize edilmiş Kılıçdaroğlu portresi

Yıllar önce kaleme aldığım portresi için “Mükemmel ikinci, mutsuz birinci” başlığını seçmiş, şöyle yazmıştım: “Bildiğimiz anlamda siyasi liderlik ona göre değil. Çünkü ne vizyonu buna müsait ne de karakteri... O aslında mükemmel bir ikinci ve mecburen birinci olmuş bütün mükemmel ikinciler gibi giderek derinleşecek bir mutsuzluğun esiri...” Yıllar beni tekzip etti, ben de oturdum, Kılıçdaroğlu portresini revize ettim.

Muhalefetteki koyu umutsuzluk dağılırken YSK seçimleri yenilerse…

Muhalefeti yıllardır esir almış koyu umutsuzluk ilk kez 31 Mart seçimleriyle birlikte dağılmaya yüz tuttu. Bu, Türkiye’nin geleceği için son derece hayırlı bir gelişme. Çünkü nihilizme varan bir umutsuzluk zaman içinde “feda” duygusunu da içeren bir sertlik de üretebilir. Sandıkta kazanılmış seçimlerin masada kaybedilmesi, bu süreci kaçınılmaz kılabilir.

Laik nihilizmle sert laik kimlikleşmenin birlikte çözülüşü (1)

Muhalefetin uzun yıllardır içinde bulunduğu nihilizme varan koyu umutsuzluk hali ilk kez 29 Mart seçimlerinde dağılmaya yüz tuttu. Laik nihilizmden kurtuluşun “olmazsa olmaz” koşulu seçim başarısı, seçim başarısının olmazsa olmaz koşulu da “sert laik” kimlik taassubundan uzaklaşmaktı ve ikisi de gerçekleşti. Böyle bakıldığında, laik nihilizmle sert laik kimlikleşmenin neden birlikte çözülmeye başladığı daha iyi anlaşılabilir.

Davutoğlu’nu eleştirirken ‘ama’yı cümlenin neresine koydun?

Öncelikli vurgunuz nereye? Ahmet Davutoğlu’nun 15 sayfalık net demokrasi deklarasyonunun önemine mi, yoksa onun eleştiriye tâbi tuttuğu dönemdeki sorumluluğuna ve hatalarına mı? Yani “ama”yı cümlenin neresine koyuyorsunuz? “Ama”yı, deklarasyonun cari siyaset içindeki önemini ikinci plana atacak biçimde kullananların tavrı, siyaseti akıldan çok duyguyla ve öfkeyle yapılan bir faaliyet olarak görmekle malûl.

CHP’nin görünmeyen kazancı: Radikal anlayış değişikliği

İtiraz süreciyle gelen sinir bozukluğunun gölgesinde kalıp değerlendirilemedi ama, CHP bu seçimle birlikte “hep yenilen” parti olmasının altında yatan temel nedenlerden birine karşı hayırlı bir isyan başlatmış görünüyor. CHP’nin seçim kampanyası için hazırlanan ve yeni anlayışın temel noktalarını özetleyen Radikal Sevgi Kitabı’na yakından bakalım...

‘CHP Neden Kazanır, AKP Neden Kaybeder?’

CHP’nin son seçim kampanyasında sergilediği “radikal sakinlik” hali atarlı, laf sokmalı eski kampanyalarla tam bir tezat teşkil etti. Düne kadar bu stratejiyi, sadece Ekrem İmamoğlu tarzının partideki etkisiyle açıklama eğilimindeydim. Dün, CHP’nin kampanyasını kimin yönettiğini öğrenince ve onun kampanya için kaleme aldığı Radikal Sevgi Kitabı’nı okuyunca, “radikal sakinlik”in altında nelerin yattığı hususunda daha bütünlüklü bir bilgiye ulaşmış oldum.

CHP başka bir adayla kazansaydı AK Parti böyle davranmayabilirdi

AK Parti, nasıl oluyor da ne kadar önemli olursa olsun kısa vadeli bir kazanım uğruna (İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı), orta ve uzun vadede kendini ateşe atma anlamına gelecek bir hamlede bulunuyor? Bence bunun başta gelen nedenlerinden biri, o koltuğa oturacak kişinin Ekrem İmamoğlu oluşu... CHP, İstanbul’u başka bir adayla kazansaydı, AK Parti dengesini bu denli kaybetmezdi.

Yenilgiyi kabul edememenin içgüdüsel kökenleri hakkında küçük bir deneme

İnsanoğlunun vahşi dönemlerinde hep galip gelmek hayatta kalmakla eş anlamlıydı. Bu nedenle atalarımız, yenilmenin de kabul edilebilir olduğu bir olgunluktan hiç nasiplenmemiş galibiyet canavarlarıydı. Uygarlık, insanın birçok vahşi içgüdüsünün yanı sıra galibiyet canavarlığı içgüdüsünü de törpüleye törpüleye gelişti. Bu anlamda yenilmeyi bilmek ve hazmetmek, insani gelişmişliğin en önemli ölçütlerinden biri...

Kürt siyasetinin şeytanlaştırılması: Tamam mı, devam mı?

Kürt oylarının, Türkiye’yi yönetmek için yüzde 50 artı 1’in şart olduğu yeni sistem koşullarında kazandığı kilit konum, Kürt’lerin siyasi temsilcileri ve Kürt partileri konusunda iktidarı bundan sonra yeni değerlendirmeler yapmak zorunda bırakacak. Bu kilit konum, iktidarın Kürt siyasetine ve Kürtlere dair üslubunu da gözden geçirmesi sonucunu doğuracak.

Televizyonların seçim gecesi hali ya da başkası adına utanmak

Bir parçasını eski merkez medyanın oluşturduğu iktidara yakın televizyonlar seçim gecesinde sergiledikleri performansla, izleyenleri, utanma duygusunun en zor baş edileniyle yüz yüze bıraktılar: Başkası adına utanmak... Kendi ayıbının yükünü samimi bir özürle biraz azaltabilirsin, fakat başkasının ayıbında bu hakkın da elinden alınmıştır.

Siyasetin şeytanlaştırılıp alanının daraltılması: Tamam mı devam mı?

AK Parti iktidarının otoriter döneminin “başarı”larından biri de siyaset alanını yeniden tarif edip, bunu destekçilerine de kabul ettirebilmesi oldu. Bu kesim günümüzde artık siyaseti iktidarın yapıp ettiklerinden, moda deyişle “icraat”tan ibaret bir şeymiş gibi algılıyor ve muhalefeti bu anlamdaki “siyaset”in düşmanı sayıyor. Bu algı değişecek mi, yoksa tam tersine derinleşip kökleşecek mi? Seçim sonuçları bu açıdan bize ne söylüyor?

Toplumun yarısını ‘soyun o zaman dövüşeceğiz’ demeye zorlayan iktidarlar

Demokrasi tarihimizin bazen biraz esneyen fakat özünde hiç değişmeyen bir kuralı var: İktidarlar, toplumun yarısını, onları nefessiz bırakacak bir baskı altında tutuyorlar. Bu da, baskı altındakilerin iktidarı esas olarak “kendilerini mağdur edenleri mağdur etmek” için istemeleri gibi karanlık bir ruh haline yol açıyor. Sonra iktidar değişiyor ve tablo, özneler yer değiştirmiş olarak aynen devam ediyor: Kusursuz, tıkır tıkır işleyen bir kısır döngü!

Ardern’in tuttuğu ayna sonrasında Batılı siyasetçilerin zorlukları

Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in Müslümanlara yönelik terör saldırısına karşı ortaya koyduğu özgün ve etkili tavrın onun adıyla kavramsallaştırılması münasip olmaz mı?.. Nâçizâne öneriyorum: “Ardern aynası...” Yani: Olumsuz kutuplaştırıcı tutumların kemikleştiği koşullarda ortaya çıkan ve kendisinden yansıyanlarla mevcut ezberlerin sürdürülebilmesini zora sokan yeni, özgün ve olumlu bakış açısı ya da tavır.

Ardern ve Erdoğan: Âlicenaplığın dilinin gücün diline üstünlüğü

“Gücün yapamadığını âlicenaplık, tutarlılık ve cesur duruş yapar” demişti Aliya İzzetbegoviç... Yeni Zelanda’da 50 Müslümanın canını alan terör saldırısı karşısında Yeni Zelanda Başbakanı ile TC Cumhurbaşkanı’nın aldıkları tavır, bu bilgece sözü doğrulayan bir test işlevi gördü. Gücün dili âlicenaplığın dili karşısında o kadar etkisiz kaldı ki, dengesizlik, Erdoğan’ın Washington Post makalesine koyduğu son cümleyle giderilmeye çalışıldı.

Yeni Zelanda katliamı manifestosundaki ‘beka’ kaygısı…’

Sonuncusuna Yeni Zelanda’daki saldırıyla şahit olduğumuz sınırsız zalimlikteki eylemler, kıtalarını kaybetmekten korkan beyaz Avrupalıların “beka kaygısı”nı daha da güçlendirmeye matuf... O nedenle, bazılarının önerdiği gibi Avrupalılara “anladıkları dilden” cevap vermek, onların “beka” uyarılarına daha fazla kulak kabartmalarından, yani Brenton Tarrant ve benzerlerinin amaçladıkları şeye hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.

IŞİD’li esir kadınların vicdan rahatlığını nasıl açıklayabiliriz?

Geçtiğimiz hafta sosyal medyada IŞİD’li esir kadınlarla yapılmış söyleşiler içeren çok sayıda video izledik. Bunların tamamına yakınında IŞİD’li kadınlar, kocalarının Yezidi erkeklerin kafalarını kesmesinden, ya da Yezidi kadınların ırzlarına geçmelerinden herhangi bir rahatsızlık duymuyorlardı. Kabulü de anlaması da imkânsız bir ruh hali; fakat açıklamak o kadar da zor değil.

Liderlerin ‘beka’ya gerçekte inanmadıklarının başlıca göstergeleri

Türkiye gerçek bir varoluş tehdidiyle karşı karşıya olsaydı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortağı Devlet Bahçeli’nin ülkenin yarısını dışlayan, iten bir dil tutturmaları eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Yalnız bu bile “beka” söyleminin politik hedeflerin aracı kılınmış bir retorikten ibaret olduğunu göstermeye yeter. Fakat başka göstergeler de var.

Gezi iddianamesi: İktidarın gezi anlatısını zora sokan bir belge

İktidar, kendi medyasının da yardımıyla toplumun bir kesimine benimsettiği “cinayi bir faaliyet olarak Gezi” tezinin bir hukuki metin (Osman Kavala ve Gezi iddianamesi) haline gelmesinden umduğu faydayı bulamayacak. İddianame o kadar zayıf ki, faydadan çok zarar getirecek: Erdoğan’ın benzersiz ustalığı sayesinde toplumun yarısına benimsetilen tez, dava sürecinde ağır yaralar alacak.