Alper Görmüş

İmamoğlu’nun siyasi geçmişinde bir kazı çalışması

Ekrem İmamoğlu’nun bugünkü dili ve çizgisi geçmişiyle tutarlı mı? Elvan Salman adlı genç okurum, bu soruya cevap bulmak amacıyla gerçekleştirdiği ve bir örneğini de bana gönderdiği çalışmasında vardığı sonucu şöyle açıklıyor: “Benim yanıtım, evet bu kişi bu işe ilk atıldığı gün de şu an dediklerini, yaptıklarını yapmış...” Dosyayı inceledim, aynı sonuca vardım, şimdi de sizinle paylaşacağım.

Şimdi ürkütme değil ‘kalp kazanma’ zamanı

Sabah gazetesinin başyazarı Mehmet Barlas’a göre, “İmamoğlu'nun destekçilerinin yerine ‘Geziciler’ geçti...” Durum elbette böyle değil, fakat yazıdaki “ah, keşke” tonu, muhalefetin ne yapıp ne yapmaması gerektiği hususunda çok şey söylüyor. Muhalif ruh hali bir tuzağın eşiğindeyken, CHP’nin kampanya yöneticisinden altın kıymetinde bir uyarı geldi: “Şimdi çalışma ve kalp kazanma zamanı...”

Revize edilmiş Kılıçdaroğlu portresi

Yıllar önce kaleme aldığım portresi için “Mükemmel ikinci, mutsuz birinci” başlığını seçmiş, şöyle yazmıştım: “Bildiğimiz anlamda siyasi liderlik ona göre değil. Çünkü ne vizyonu buna müsait ne de karakteri... O aslında mükemmel bir ikinci ve mecburen birinci olmuş bütün mükemmel ikinciler gibi giderek derinleşecek bir mutsuzluğun esiri...” Yıllar beni tekzip etti, ben de oturdum, Kılıçdaroğlu portresini revize ettim.

Muhalefetteki koyu umutsuzluk dağılırken YSK seçimleri yenilerse…

Muhalefeti yıllardır esir almış koyu umutsuzluk ilk kez 31 Mart seçimleriyle birlikte dağılmaya yüz tuttu. Bu, Türkiye’nin geleceği için son derece hayırlı bir gelişme. Çünkü nihilizme varan bir umutsuzluk zaman içinde “feda” duygusunu da içeren bir sertlik de üretebilir. Sandıkta kazanılmış seçimlerin masada kaybedilmesi, bu süreci kaçınılmaz kılabilir.

Laik nihilizmle sert laik kimlikleşmenin birlikte çözülüşü (1)

Muhalefetin uzun yıllardır içinde bulunduğu nihilizme varan koyu umutsuzluk hali ilk kez 29 Mart seçimlerinde dağılmaya yüz tuttu. Laik nihilizmden kurtuluşun “olmazsa olmaz” koşulu seçim başarısı, seçim başarısının olmazsa olmaz koşulu da “sert laik” kimlik taassubundan uzaklaşmaktı ve ikisi de gerçekleşti. Böyle bakıldığında, laik nihilizmle sert laik kimlikleşmenin neden birlikte çözülmeye başladığı daha iyi anlaşılabilir.

Davutoğlu’nu eleştirirken ‘ama’yı cümlenin neresine koydun?

Öncelikli vurgunuz nereye? Ahmet Davutoğlu’nun 15 sayfalık net demokrasi deklarasyonunun önemine mi, yoksa onun eleştiriye tâbi tuttuğu dönemdeki sorumluluğuna ve hatalarına mı? Yani “ama”yı cümlenin neresine koyuyorsunuz? “Ama”yı, deklarasyonun cari siyaset içindeki önemini ikinci plana atacak biçimde kullananların tavrı, siyaseti akıldan çok duyguyla ve öfkeyle yapılan bir faaliyet olarak görmekle malûl.

CHP’nin görünmeyen kazancı: Radikal anlayış değişikliği

İtiraz süreciyle gelen sinir bozukluğunun gölgesinde kalıp değerlendirilemedi ama, CHP bu seçimle birlikte “hep yenilen” parti olmasının altında yatan temel nedenlerden birine karşı hayırlı bir isyan başlatmış görünüyor. CHP’nin seçim kampanyası için hazırlanan ve yeni anlayışın temel noktalarını özetleyen Radikal Sevgi Kitabı’na yakından bakalım...

‘CHP Neden Kazanır, AKP Neden Kaybeder?’

CHP’nin son seçim kampanyasında sergilediği “radikal sakinlik” hali atarlı, laf sokmalı eski kampanyalarla tam bir tezat teşkil etti. Düne kadar bu stratejiyi, sadece Ekrem İmamoğlu tarzının partideki etkisiyle açıklama eğilimindeydim. Dün, CHP’nin kampanyasını kimin yönettiğini öğrenince ve onun kampanya için kaleme aldığı Radikal Sevgi Kitabı’nı okuyunca, “radikal sakinlik”in altında nelerin yattığı hususunda daha bütünlüklü bir bilgiye ulaşmış oldum.

CHP başka bir adayla kazansaydı AK Parti böyle davranmayabilirdi

AK Parti, nasıl oluyor da ne kadar önemli olursa olsun kısa vadeli bir kazanım uğruna (İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı), orta ve uzun vadede kendini ateşe atma anlamına gelecek bir hamlede bulunuyor? Bence bunun başta gelen nedenlerinden biri, o koltuğa oturacak kişinin Ekrem İmamoğlu oluşu... CHP, İstanbul’u başka bir adayla kazansaydı, AK Parti dengesini bu denli kaybetmezdi.

Yenilgiyi kabul edememenin içgüdüsel kökenleri hakkında küçük bir deneme

İnsanoğlunun vahşi dönemlerinde hep galip gelmek hayatta kalmakla eş anlamlıydı. Bu nedenle atalarımız, yenilmenin de kabul edilebilir olduğu bir olgunluktan hiç nasiplenmemiş galibiyet canavarlarıydı. Uygarlık, insanın birçok vahşi içgüdüsünün yanı sıra galibiyet canavarlığı içgüdüsünü de törpüleye törpüleye gelişti. Bu anlamda yenilmeyi bilmek ve hazmetmek, insani gelişmişliğin en önemli ölçütlerinden biri...

Kürt siyasetinin şeytanlaştırılması: Tamam mı, devam mı?

Kürt oylarının, Türkiye’yi yönetmek için yüzde 50 artı 1’in şart olduğu yeni sistem koşullarında kazandığı kilit konum, Kürt’lerin siyasi temsilcileri ve Kürt partileri konusunda iktidarı bundan sonra yeni değerlendirmeler yapmak zorunda bırakacak. Bu kilit konum, iktidarın Kürt siyasetine ve Kürtlere dair üslubunu da gözden geçirmesi sonucunu doğuracak.

Televizyonların seçim gecesi hali ya da başkası adına utanmak

Bir parçasını eski merkez medyanın oluşturduğu iktidara yakın televizyonlar seçim gecesinde sergiledikleri performansla, izleyenleri, utanma duygusunun en zor baş edileniyle yüz yüze bıraktılar: Başkası adına utanmak... Kendi ayıbının yükünü samimi bir özürle biraz azaltabilirsin, fakat başkasının ayıbında bu hakkın da elinden alınmıştır.

Siyasetin şeytanlaştırılıp alanının daraltılması: Tamam mı devam mı?

AK Parti iktidarının otoriter döneminin “başarı”larından biri de siyaset alanını yeniden tarif edip, bunu destekçilerine de kabul ettirebilmesi oldu. Bu kesim günümüzde artık siyaseti iktidarın yapıp ettiklerinden, moda deyişle “icraat”tan ibaret bir şeymiş gibi algılıyor ve muhalefeti bu anlamdaki “siyaset”in düşmanı sayıyor. Bu algı değişecek mi, yoksa tam tersine derinleşip kökleşecek mi? Seçim sonuçları bu açıdan bize ne söylüyor?

Toplumun yarısını ‘soyun o zaman dövüşeceğiz’ demeye zorlayan iktidarlar

Demokrasi tarihimizin bazen biraz esneyen fakat özünde hiç değişmeyen bir kuralı var: İktidarlar, toplumun yarısını, onları nefessiz bırakacak bir baskı altında tutuyorlar. Bu da, baskı altındakilerin iktidarı esas olarak “kendilerini mağdur edenleri mağdur etmek” için istemeleri gibi karanlık bir ruh haline yol açıyor. Sonra iktidar değişiyor ve tablo, özneler yer değiştirmiş olarak aynen devam ediyor: Kusursuz, tıkır tıkır işleyen bir kısır döngü!

Ardern’in tuttuğu ayna sonrasında Batılı siyasetçilerin zorlukları

Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in Müslümanlara yönelik terör saldırısına karşı ortaya koyduğu özgün ve etkili tavrın onun adıyla kavramsallaştırılması münasip olmaz mı?.. Nâçizâne öneriyorum: “Ardern aynası...” Yani: Olumsuz kutuplaştırıcı tutumların kemikleştiği koşullarda ortaya çıkan ve kendisinden yansıyanlarla mevcut ezberlerin sürdürülebilmesini zora sokan yeni, özgün ve olumlu bakış açısı ya da tavır.

Ardern ve Erdoğan: Âlicenaplığın dilinin gücün diline üstünlüğü

“Gücün yapamadığını âlicenaplık, tutarlılık ve cesur duruş yapar” demişti Aliya İzzetbegoviç... Yeni Zelanda’da 50 Müslümanın canını alan terör saldırısı karşısında Yeni Zelanda Başbakanı ile TC Cumhurbaşkanı’nın aldıkları tavır, bu bilgece sözü doğrulayan bir test işlevi gördü. Gücün dili âlicenaplığın dili karşısında o kadar etkisiz kaldı ki, dengesizlik, Erdoğan’ın Washington Post makalesine koyduğu son cümleyle giderilmeye çalışıldı.

Yeni Zelanda katliamı manifestosundaki ‘beka’ kaygısı…’

Sonuncusuna Yeni Zelanda’daki saldırıyla şahit olduğumuz sınırsız zalimlikteki eylemler, kıtalarını kaybetmekten korkan beyaz Avrupalıların “beka kaygısı”nı daha da güçlendirmeye matuf... O nedenle, bazılarının önerdiği gibi Avrupalılara “anladıkları dilden” cevap vermek, onların “beka” uyarılarına daha fazla kulak kabartmalarından, yani Brenton Tarrant ve benzerlerinin amaçladıkları şeye hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.

IŞİD’li esir kadınların vicdan rahatlığını nasıl açıklayabiliriz?

Geçtiğimiz hafta sosyal medyada IŞİD’li esir kadınlarla yapılmış söyleşiler içeren çok sayıda video izledik. Bunların tamamına yakınında IŞİD’li kadınlar, kocalarının Yezidi erkeklerin kafalarını kesmesinden, ya da Yezidi kadınların ırzlarına geçmelerinden herhangi bir rahatsızlık duymuyorlardı. Kabulü de anlaması da imkânsız bir ruh hali; fakat açıklamak o kadar da zor değil.

Liderlerin ‘beka’ya gerçekte inanmadıklarının başlıca göstergeleri

Türkiye gerçek bir varoluş tehdidiyle karşı karşıya olsaydı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortağı Devlet Bahçeli’nin ülkenin yarısını dışlayan, iten bir dil tutturmaları eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Yalnız bu bile “beka” söyleminin politik hedeflerin aracı kılınmış bir retorikten ibaret olduğunu göstermeye yeter. Fakat başka göstergeler de var.

Gezi iddianamesi: İktidarın gezi anlatısını zora sokan bir belge

İktidar, kendi medyasının da yardımıyla toplumun bir kesimine benimsettiği “cinayi bir faaliyet olarak Gezi” tezinin bir hukuki metin (Osman Kavala ve Gezi iddianamesi) haline gelmesinden umduğu faydayı bulamayacak. İddianame o kadar zayıf ki, faydadan çok zarar getirecek: Erdoğan’ın benzersiz ustalığı sayesinde toplumun yarısına benimsetilen tez, dava sürecinde ağır yaralar alacak.

Açlık grevleri ve Türkiye’nin yarınki yüzü

O günler gelip de onlarca insanın açlık grevlerinde hayatlarını kaybettikleri haberleri dünya çapında yaygınlaştığında Türkiye’nin yüzü bundan ibaret olacak; başka hiçbir şey bu görüntünün önüne geçemeyecek. Fakat Kürt siyaseti açlık grevlerini bu noktaya kadar sürdürebilecek bir taban desteğine sahip olamayabilir.

Eski iktidar ortaklarının şimdi çok tuhaf görünen iki hamlesi

Mademki devleti sızma yöntemiyle ele geçirmesine ramak kalmıştı, Gülen Cemaati başarısızlık durumunda kadrolarının devletten kazınması anlamına gelecek darbe girişimine hangi akla hizmetle başvurmuştu? Ve: AK Parti, eski sistemle ülkeyi tek başına yönetmeye devam edebilecekken, neden ancak koalisyonla yönetebileceği bir hükümet modelini zorladı? Onlarınmış gibi görünseler de, bunlar başka bir oyun kurucunun hamleleri olabilir mi?

“Eskiden adalet sevgisi sandığımız şey meğer iktidardan uzaklığımızmış”

Ulvi Alacakaptan, muhafazakâr kamuoyunun dünya nimetlerine iktidar sonrası düşkünlüğünü anlatmak için, “Eskiden ihlas sandığımız şey meğer parasızlıkmış” demişti. AK Parti, bu söze nazireyle adalet karşısındaki bugünkü tutumunun dürüst bir muhasebesini yapsa şöyle demesi gerekirdi: “Eskiden adalet sevgisi sandığımız şey meğer iktidardan uzaklığımızmış...”

Son polis tacizinin aynasında AK Parti iktidarı ve AK Parti kamuoyu…

Otoriter yönetimler, demokratik yönetimlerin tersine, suç şüphelisi devlet görevlilerine karşı koruyucu-kollayıcı bir tutum alırlar. Sırf bu ölçüyle bile AK Parti iktidarının otoriter döneminin hangi yıllarda başladığını saptayabiliriz. Son polis tacizi olayı, AK Parti’nin dümeni otoriterliğe kırmadığı eski yıllarında yaşansaydı, AK Parti’nin ve AK Partililerin tepkileri çok farklı olurdu.

Muhafazakâr gençlikte yeni seküler gedik: K-Pop

Deizme kayanlar, başörtüsünü çıkartanlar derken İslâmî kesimin başı şimdi de çoğunlukla imam hatipli kız öğrencilerin “deli gibi” sevdikleri Kore popu (K-pop) ve onun en ünlü temsilcisi BTS grubu ile dertte... K-pop’un ve özellikle BTS’nin Müslüman gençleri dejenere etmek için geliştirilmiş bir proje olduğuna inanılıyor.

Parodi tadındaki gerçeklerin ülkesinde ‘Türkiye’ kelimesini nasıl bölmeli?

Sekiz yaşındaki Hiranur İrgören, heceleme ödevinde listedeki “Türkiye” kelimesini hecelere ayırmamış. Nedenini soran öğretmenine de "Türkiye bölünmez. Türkiye tek hecedir. Bu nedenle Türkiye kelimesini hecelere ayırmadım” cevabını vermiş. Fakat iş burada kalmamış ve medya-Milli Eğitim eliyle “parodi tadında gerçekler” stoğumuza bir yenisi daha eklenmiş.

Bayrak istismarının kısa tarihi: Dün sopaydı, bugün perde…

Bayrak, 28 Şubat’tan sonra laik bir müdahaleyle birleştirici sembol olmaktan çıktı ve “onu sevmeye hakkı olmayan” muhafazakârlara beslenen bölücü öfkenin ifadesi oldu (sopa). Şimdi, muhafazakâr iktidarın yeni döneminde ise kâh “domates-biber-patlıcan”ın yarattığı rahatsızlığı, kâh çöken bir binada can verenler adına sorulacak soruları görünmez kılmak için kullanılıyor (perde).

30 yıllık bir çullanma hikâyesi: Cem Karaca ve sol…

Ülkemizin sevilen sporu “çullanma” üzerine kaleme aldığım yazı, tam da Cem Karaca’nın ölüm yıldönümü olan 8 Şubat’ta (dün) yayımlandı. Böyle bir tesadüfün, zihnimi 30 yıl öncesine, sol’un Cem Karaca’ya kan kusturan çullanmasına kaydırmaması mümkün değildi... Aklıma, Cem Karaca’yı bu bakışla ele alan iki yazı geldi; bunlardan biri bana, öbürü gazeteci Necdet Şen’e aitti.

HDP, medya, siyaset ve çullanma kültürünün en utanç verici hali

Kalabalığın tek bir insan üzerine, çoğunluğun azınlığın üzerine fiziki-manevi çullanması, artık kültürümüzün belirgin bir parçası haline geldi. Çullananların kullandığı araçlar, hiç değilse kendisini savunması için çullanılandan esirgeniyorsa, çullanmanın en utanç verici haliyle karşı karşıyayız demektir. Şimdilerde HDP ve HDP’liler üzerine düzenlenen seferberlikte olduğu gibi...

24 sansasyonel ‘Suriyeliler’ haberinden sadece ikisi doğru çıktı

Uğraş alanlarıyla ilgili malzeme bulma konusunda hiçbir sıkıntıları olmayan, fakat o malzemeleri olgusal hakikatin tartısına vurduklarında, inanç konforları bozulan birilerinin lanetini üzerlerine çeken bir grup insan ya da teyit.org... Sansasyonel “Suriyeliler” haberleriyle ilgili uzun bir döneme yayılan incelemelerinin toplu sunumunun ürkütücü sonuçları...