Alper Görmüş

‘Muhafazakârlık karşıtı yeni küresel ittifak’ özgürlükçü mü?

Kendileri için korunması gereken en önemli şeyin seküler hayat tarzı olduğuna inanan kitlelerin mücadeleleri ifade özgürlüğü ve çoğulculuk gibi değerlerle birleşebileceği gibi zaman zaman bunların ihmal edildiği bir biçime de bürünebilir. Bu eğilim, demokrasisiz-otoriter laik yönetimlere ‘eyvallah’ diyecek noktalara dahi varabilir ki, Mehmet Altan’ın tanımladığı yeni insan kümelerinin bu eğilimden münezzeh olduğunu ima eden iyimserliğini ben şahsen paylaşmıyorum.

Ya ‘cahil kitleler’ varsayımınız yanlış ya da seçim kazanma ümidiniz…

İmkânsız bir temenni, altı boş bir iyimserlik, apaçık bir mantıksızlık: Bir yandan ‘cahil’ kitlelerin ‘ilerici’ partilere oy vermelerini engelleyen ebedi bir karanlık içinde yüzdüklerini ve asla değişmeyeceklerini öne sürmek... Öbür yandan, onların oylarının hatırı sayılır bir bölümünü almadan bir seçimi kazanmanın mümkün olmadığını bile bile ‘bu defa’ kazanacağına inanmak...

Kendileri gidemeyen liderlerin hazin gidişleri ve Kılıçdaroğlu

Türkiye’deki siyasetçiler zamanlarının dolduğunu bir türlü kabullenemiyorlar, “bitirme” kararlarını bir türlü veremiyorlar, “tahttan inme”yi bir türlü beceremiyorlar ve her seferinde “tahttan indirilmeyi” bekleyip zelil bir halde siyaset sahnesinden çekiliyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu, kendileri gidemeyen liderlerin hazin sonunu paylaşacak son lider olmaya aday gibi görünüyor.

Seçimdeki ittifak küresel çaptaki yeni ittifak modelinin bir parçası mı?

Mehmet Altan, davetli olduğu Frankfurt Üniversitesi’ndeki bir sempozyuma cezaevinden gönderdiği tebliğde, dünya çapında “(eski) insan kümelerinin çözüldüğü ve yeniden bir başka biçimde birleştiği” tespitini yapıyor. Altan’a göre Türkiye’de “milliyetçilerden, muhafazakârlardan, Kemalistlerden, demokratlardan oluşan yeni ittifak” da bu küresel ittifak modelinin bir parçası ve uzantısı

Suruç (2018), Akkise (2001): Aynı medya utancı

İktidara ideolojik olarak (da) bitişmenin bir sonucu olan gönüllü dezenformasyon şüphesiz ki sadece bu dönemin bir uygulaması değil. Türkiye’nin vesayet yıllarında, iktidarda olan vesayetçi güçlerin dezenformasyonlarını gerçekmiş gibi haberleştiren ve bunu da gönüllü olarak yapan bir medya kesimi yine vardı. Fakat artık boynuz kulağı geçmiş durumda. İşte iki dönemden bunu gösteren bir haber karşılaştırması: Akkise 2001 ve Suruç 2018.

HDP’nin oyları şaşırtıcı yükseklikte olacak

Vahap Coşkun’un, bu seçimde CHP’den HDP’ye kayacak oyların miktarı hususunda yanıldığı kanaatindeyim. Hayır, “son derece sınırlı” olmayacak, en azından 7 Haziran 2015’teki kadar olacak ve HDP’nin oyları yüzde 13’ü aşacak. Ben burada Vahap Coşkun’la gıyabında iddiaya giriyorum. Seçimlerden sonra bu yazımı -sonuç ne olursa olsun- hatırlayacağım ve hatırlatacağım.

Ece Sevim Öztürk’ün hikâyesi ve o aynadan gazeteciliğimiz…

Gazetecilik, özünde salt hakikatin hatırı için yürütülmesi gereken bir meslek; dolayısıyla, ‘bu hakikat bizim işimize gelmez, öyleyse görmeyelim ya da görene dünyayı dar edelim’ diyen gazetecilerle, ‘şu gazeteci şu haberi şöyle yazdığına göre şunlardan ya da bunlardan olmalı’ diyen okurların çok olduğu bir yerde gazetecilik bitmiş demektir. Ece Sevim Öztürk, gazeteciliğini ‘salt hakikatin hatırına gazeteciliğe’ en fazla yaklaştırmış gazetecilerden biriydi ve şimdi gözaltında bu arayışının bedelini ödüyor.

Dilemmaların geçit resmi…

Hangi siyasi yönelimden olurlarsa olsunlar fark etmiyor; seçmenlerin eski seçim öncelerindeki nispî huzurlarının yerinde yeller esiyor. Muhafazakârlar da, laikler de, milliyetçiler de, Kürtler de, sosyalist solcular vb. de siyasi temsilcilerinden daha önce hiç duymadıkları söylemleri içlerine sindirmeye, içinde bulundukları dilemmalarla baş etmeye çalışıyorlar. Fakat galiba en zor durumda olanlar CHP tabanındaki laik-Kemalist seçmenler.

Kadını mücadeleye çağıran erkeği bekleyen ‘tehlikeler…’

Erkeklerin, kadınları bir ‘dava’ uğruna kendileriyle birlikte mücadeleye çağırmaları, eşyanın tabiatı gereği bir sürtüşmeyi de beraberinde getirir. Çünkü bu iki cins arasında ‘dava’nın şu ya da bu nitelikte olmasının değiştiremeyeceği bir çıkar zıtlığı vardır ve kadınların, bir kez mücadeleye çağrılıp da kamusal alana çıkmalarından sonra aleyhlerine işleyen statükoyu değiştirmek için çaba sarf etmeleri kaçınılmazdır... Dün nasıl sol’un içinden çıkan feminist kadınlar solcu erkeklerle kaçınılmaz bir çatışma içine girdilerse, bugün de ‘İslam kızları’ ‘İslam erkekleriyle’ çatışıyorlar.

Seçim öncesi muhtemel ‘Mümbiç müjdesi’nin anlamı?

Türkiye ile ABD arasında bugün (4 Haziran) yapılacak Mümbiç toplantısında PYD/YPG’nin bölgeden çıkartılması kararının açıklanması kuvvetle muhtemel... İktidarın “ABD’ye geri adım attırdık” propagandasına imkân verecek böyle bir gelişmenin tam da iktidar için olağanüstü önemdeki bir seçim öncesinde gelmesini ‘tesadüf’le açıklamak saflık olur. O zaman da akla şu soru geliyor: ABD, iktidara sunduğu bu ‘müjde’ karışılığında ne alacak? Seçim öncesi bu kadar büyük bir havuç sopasız olur mu, ya da ‘sopa’ ne?

‘Milat’ neden 7 Şubat değil de 17-25 Aralık?

Türkiye iktidar için ‘tehlikeli’ soruların sorulabildiği bir ülke haline geldiğinde ilk sorulardan biri şu olacak: Gülen Cemaati’nin devleti yasa dışı yollarla ele geçirmeyi hedefleyen bir ‘suç örgütü’ne dönüşmesinin başlangıç tarihi neden 7 Şubat 2012 değil de 17-25 Aralık 2013?.. Öyle ya: ‘Yolsuzluk perdesi arkasında hükümeti devirmek’ Cemaat’i suç örgütü yapıyor da, nihai hedefi ‘Başbakan’ı tutuklamak’ olan ‘MİT operasyonu’ neden yapmıyor?

‘Millet bahçeleri’ lütuf değil, söke söke alınmış bir hak!

AK Parti’nin İstanbul’daki havalimanını ve büyükşehirlerdeki statları ‘millet bahçeleri’ adıyla büyük parklara dönüştürme kararı lütuf değil, söke söke alınmış bir hak... Fakat ortada tuhaf bir atmosfer var; insanlar, sanki bu sonuçla kendi gayretleri arasında bir bağ yokmuş gibi, ‘millet bahçeleri’ sanki kendi gayretlerinin bir semeresi değilmiş gibi davranıyorlar... Başarılarını kutlamak yerine sessizliği tercih ediyorlar...

Doların yükselişi ve Durmuş Yılmaz’ın komplo teorisi

Hakikatin fazla irrasyonel ve inanılmaz göründüğü hallerde, o hakikatin ardında başka nedenler ararız; bu arayış sık sık âfâki komplo teorilerine de varabilir... Doların çılgın yükselişini seyretmekle yetinen bir siyasi irade varken, Durmuş Yılmaz gibi birinin bile insana ilk anda ‘yok artık’ dedirten alternatif açıklama çabalarına yönelmesini yadırgamak hiç kolay değil.

Tercihini çarpıtanlar bu seçimde hangi partiyi çarpar?

Anketlerde tercihleri sorulan deneklerin bir bölümü, algıladığı toplumsal baskılar nedeniyle bu seçimde de tercihlerini çarpıtacaklar. Yani bazı denekler seçimde mesela ‘a’ partisine oy verecekleri halde bunu ifade etmenin ‘cool’ olmayacağı mülahazasıyla, anketlerde mesela ‘b’ partisine oy vereceklerini beyan edecekler, ya da tersi...

Seçim öfke saçarak değil umut vererek kazanılır…

Muharrem İnce, kampanyasını efendi bir dille yönetmek hususunda bir irade ortaya koydu ve bunu da hayli inandırıcı bir biçimde realize ediyor. İnce, şansının devam etmesi için bunun ‘gerek şart’ olduğunun da, ‘yeter şart’ olmadığının da farkında: Negatif ve ‘devirmeci’ bir tavrının olmadığını, öç almak için değil iş yapmak için seçimi kazanmak istediğini sürekli biçimde tekrarlayarak, ‘efendi’ tavrının ona sağladığı olumlu imajı tahkim ediyor.

İnce’nin kampanyası: ‘Tepki’ değil, ‘etki’ ortaya koymak…

Muharrem İnce’nin bir şansı varsa (ki olduğuna inananlardanım), bunun gerek şartı (yeter şartı değil), ‘tepki’ değil ‘etki’ ortaya koymak... Yani rakibe sataşmadan kendi tasavvurunu anlatmak... Muharrem İnce, kendini adeta yeniden kodlayarak bu yola girdi ve yürüyor.

Kabir Azabı kitabı ve bir başka iletişim stratejisi…

Özal’ın ölümünün ardından ilgili ilgisiz, doğru yanlış ortaya o kadar fazla enformasyon yığıldı ki, kamuoyunun ilgisi dağıldı ve bir noktada da ‘bu meselenin aslı hiçbir zaman ortaya çıkmayacak’ duygusu oluştu. Doğrusu ben, bu haberleri gazetelere pompalayan odakların, ‘yağmur halinde enformasyon’ karşısında insanların nasıl bir tepki gösterdiğini bildiklerini ve konuyu gündemden düşürmek için yağmuru sağanağa çevirmeye çalıştıklarını düşünüyorum.

Erdoğan nasıl kaybeder, İnce nasıl kazanır?

Gerek Erdoğan’ın kışkırtıcı söz ve tavırları, gerekse iktidara yakın medyanın Muharrem İnce’yle ilgili ‘belaltı’ vuruşları, İnce’nin kampanyasını nasıl yürütmesi gerektiği hususunda esaslı bir fikir veriyor: İnce, kışkırtmanın dozu ne kadar yükselirse yükselsin, asla onların istediği gibi ağzından köpükler saçarak konuşan biri haline gelmemeli. Şu âna kadarki görüntü, İnce’nin bu tuzağa düşmediğini gösteriyor.

CHP’de yürek soğutan fakat iktidar getirmeyen söyleme mecburi veda

CHP’nin çekirdek seçmeni artık iktidar için sadece laiklere seslenen ve onların yüreğini soğutacak tarzda konuşan liderlerin yetmeyeceğine inanıyor ve gönülsüz de olsa, liderlerinin seçim kazandıracak yeni bir söyleme geçmelerine razı oluyor; o söylem, eskisi gibi yüreklerini soğutamasa da... Muharrem İnce’nin Kürtlerle ve muhafazakârlarla ilgili olarak, taban tepkisinden hiç korkmadan hayli radikal bir dile yönelmesi biraz da tabandaki bu mecburi kavrayıştan kaynaklanıyor.

Bahçeli asıl CHP tabanına teşekkür etmeliydi…

CHP’nin, siyaset oyununu oyunun gerektirdiği esneklik ve taktik ustalıkla oynayabilmesinin önündeki esas engel liderik değil taban... Abdullah Gül’ün ortak adaylığı hususunda liderlikle CHP tabanı arasındaki itişme bunu bir kez daha gösterdi. Peki CHP tabanı neden böyle? Siyasal davranışlarında neden nüans yok? ‘Nispîlik’ kavramı onları neden bu kadar çok sinirlendiriyor? Siyasi öznelerin başta nasıllarsa hep öyle kalacaklarına, hiç değişmeyeceklerine nasıl böyle kolayca ikna ediyorlar kendilerini?

AK Parti: ‘Dava siyaseti’nden ‘davaizm’e…

Siyasi partilerin maksimum siyasi tahayyülleri, yani ‘dava’ları toplumsal taleplerle uyum içindeyse ‘dava’ canlılığını korur, değilse önce yıpranır sonra ölür. ‘Dava’yı toplumsal taleplerin önüne geçirerek (‘dava siyaseti’) ya da ‘dava’ya mutlak itaat talep eden bir anlayışla (‘davaizm’) bu kaderin önüne geçilemez. AK Parti’den son zamanlarda yükselen sesler, bu partinin, dört-beş yıldır sürdürdüğü ‘dava siyaseti’ni de aşıp ‘davaizm’e saplandığını gösteriyor.

Mizahı gerçek saymak, sonra da ‘gerçeği’ manipüle etmek…

Türkiye’de politik mizah belalı bir iş... Her şeyden önce, mizahı gerçek zannedip sahibini taşlayanları göze almak lâzım. Daha fenası: Okuduğu şeyin mizah olduğunun farkında olmasına rağmen onu gerçek sayıp (gerçek ‘zannedip’ değil) sonra da o ‘gerçeği’ manipüle edenlerle uğraşmak çok daha zor. Mizahı anlamamakta değil ama, anlamazlıktan gelip suistimal etmekte ahlaki bir problem var. Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal’ın bir mizah yazısını anlamamış gibi yaparak Ünal’ın üzerine çullananlar işte böyle bir problemle malûl.

Türkiye’de Ümit Horzum, Fransa’da Theo

Türkiye’deki varlığı iki yıla yaklaşan OHAL’in meşruiyetini ‘Fransa’da da uzun sürdü’ argümanına dayandıran siyasetçiler gayet iyi biliyorlar ki, ortada isim benzerliğinden başka bir şey yok. Çünkü Fransa’da toplumu, medyayı ve yargıyı hesaba katmak zorunda olan bir devlet var. İki OHAL arasında nasıl bir fark olduğunu anlayabilmek için, Türkiye’de Ümit Horzum’un başına gelenlerle Fransa’da Theo’nun başına gelenleri kıyaslamak yeter.

Çin işi distopya

Çin’de şimdilik pilot bölgelerde uygulanan puanlama sistemine göre bireyler devletin istediği tarzda davrandıklarında artı puan alıp ödüllendiriliyorlar. Uygulama, 2020’den sonra yaygın ve zorunlu bir nitelik kazanacakmış. Çin, iktidarın toplumu total olarak denetleme hedefinde baskı ve yasaklamanın yanı sıra ‘ödüllendirme’yi de kullanarak, sağlam bir distopya için sadece ‘sopa’nın yeteceğini öngören Orwell’in değil, sopanın yanında ‘havuç’ da öneren Huxley’nin yolundan gitmeye karar vermiş görünüyor.

Deizmin döl yatağı: Modernlik

Türkiye’de gençlerin deizme kaydıklarını dile getiren ilahiyatçılara göre bunun başlıca nedeni “sahnede dini temsil ettiğini söyleyen insanların eylemleri...” Bu figürlerin, olumsuz rol modelleri olarak kurumsal dinden uzaklaşma eğilimini güçlendirdikleri muhakkak. Fakat deizm asıl çekiciliğini, modern-seküler hayatın iğvası ile dinin vecibeleri ve kuralları arasında sıkışmış gençlere, inancı da içeren ‘popülist’ bir çıkış yolu sunmasından alıyor.

Deizme kayışın bir kaynağı: Dindar siyasi figürler…

Dünyaya yeni bir anlam, yeni bir nizam verme iddiasındaki bütün inanç sistemleri (dinler) ve bütün büyük siyasi anlatılar (ideolojiler) toplumların karşısına bütünlüklü, kapsayıcı teorik çerçevelerle çıkarlar. Dinlerin ve ideolojilerin elitleri, aidiyet duygularını o teorik çerçeveye inançlarından ve sadakatlerinden alırlar. Buna karşılık geniş toplumsal kesimlerin teoriye dair algıları, esasen teorinin pratikteki görünümü ve teoriyi taşıma iddiasındaki figürler üzerinden şekillenir. Yani kitleler ‘lafza’ değil işe bakarlar.

‘Sayın vatansever muhbir’den ‘iftiracı katil’e…

İktidara yakın gazeteler, yüzden fazla meslektaşını ‘FETÖ üyesi’ olmakla suçlayan Volkan Bayar hakkındaki ‘iftiracı’ şikâyetlerini ‘sümen altı eden’ ve onu üniversiteden ihraç etmeyen rektörü topa tutuyor. Peki, üniversite, cinayetlerden önce Volkan Bayar’ı ‘meslektaşlarını haksız yere FETÖ’cü olmakla suçladığı’ gerekçesiyle ihraç etseydi aynı gazeteler ne yapardı? Cevap: Üniversite, Volkan Bayar adlı ‘sayın vatansever muhbir’i ‘FETÖ’cüleri ihbar ettiği için’ ihraç etmekle suçlanırdı ve topa tutulurdu. Ki, buna tıpatıp benzeyen bir örnekte aynen böyle olmuştu.

AK Parti neden ‘toplum’dan kendi ‘cemaat’ine döndü?

Bütün iktidarlar daha az talepkâr ve talepleri kendisini ‘sinirlendirmeyecek’ toplumları (yani kendi cemaatlerini) yönetmek isterler... Dolayısıyla, kendi cemaatinin oylarıyla seçim kazanmanın mümkün hale gelmesinden itibaren de toplumun tamamının memnuniyetini gözetmekten adım adım uzaklaşırlar. AK Parti’nin ilk 10 yıldaki görünümünün de, sonraki dönüşümünün de en temelde böyle bir analizle anlaşılabileceğini düşünüyorum.

AK Parti’nin ‘toplum’dan kendi ‘cemaat’ine dönüşünün yıldönümü

Süreçlerin başlangıç ya da bitişleri için kullanılan somut tarihlerin sadece sembolik önemde olduğunu hepimiz biliriz; on yıllara yayılan bir tarihsel sürecin şu somut günde bitip aynı gün onun yerini halefinin aldığı tabii ki düşünülemez. Bu rezervi akılda tutarak soralım: AK Parti’nin toplumdan kendi cemaatine dönme (ya da ‘kendi cemaatini toplum sanma’) süreci için sembolik bir başlangıç tarihi zikredilebilir mi? Ben bu soruya cevaben ‘evet’ diyorum ve tarih olarak da bundan tam beş yıl öncesini, 1 Nisan 2013’ü veriyorum.

‘Amerikancılık’ suçlamasındaki ahlaki problem (2)

ABD Barzani’yi desteklerken ‘kötü’, PYD’yi desteklerken ‘iyi’... Çünkü Barzani aşiretçi, sağcı, gerici fakat PYD solcu, ilerici ve seküler! Amerika’nın bütün ‘ilkesel ve ideolojik’ düşmanlarının, yeri geldiğinde nasıl ‘Amerikancı’ kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimse kalkıp kendi anti-Amerikancılığının ‘ilkesel ve ideolojik’ olduğunu öne sürmesin.