Alper Görmüş

Laik-sol muhalefet uyduruk senaryolara neden ihtiyaç duyuyor?

Türkiye’de muhaliflik, neden iktidarın hukuksuz uygulamalarına direnmenin yolları üzerinde düşünmek yerine, enerjisini, ‘gizlice kotarıldığı için açığa çıkmayan daha büyük iktidar kötülükleri’ üzerine uyduruk senaryolar yazmaya ayırıyor? Gerçek hukuksuzluklar neden ‘muhalif ruh’u ‘kesmiyor’, neden ilave uyduruk senaryolar yaratma ihtiyacı duyuyor? Okurların da yardımıyla, bu zor soruların altından kalkmaya çalışma yazısı...

‘Ben palavrayım’ diye bağıran iddialar ve muhalif ruh hali…

Türkiye’deki muhalif ruh halinin başlıca özelliklerinden biri de şu: Muhaliflik, iktidarın hukuksuz uygulamalarına direnmenin yolları üzerinde düşünmekten çok, ‘gizlice kotarıldığı için açığa çıkmayan daha büyük iktidar kötülükleri’ üzerine uyduruk senaryolar yazmayı seviyor. Bu eğilimin zirvelerinden biri, 24 Haziran seçimlerinde ‘uçan mürekkepli mühür’ suretinde çıktı karşımıza. Kadri Gürsel’in konuya dair geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’te yayımlanan yazısı, muhalif ruh halinin bu illetle kesin bir hesaplaşmaya henüz hazır olmadığını gösteriyor.

CHP’nin sorunu, liderinin seçim otobüsünde yaşamaması mı?

Halkla yüzyüze temas seçim kazanmak için gerek şarttır ama yeter şart değildir. Seçimi kazanmanın yeter şartı her zaman, seçmenleri partinin önerdiği programa ikna etmektir. Elde böyle bir program yoksa istediğiniz kadar halkla doğrudan ilişki kurun, istediğiniz kadar koşturun, istediğiniz kadar seçim otobüsünde yaşayın, onlara neyi anlatacaksınız ki?

Çin: 1978’de o günün Türkiye’si kadardı, bugün en büyük ekonomi

Akıllara durgunluk veren büyük kalkınma hamlesini başlattığı 1978’de Çin aşağı yukarı o günün Türkiye’si kadar üretiyordu ve toplam ihracatı 10 milyar dolardı. Aradan 40 yıl geçti ve bu süre zarfında ülke, tıpkı 1850’lerden önceki yüzyıllar boyunca olduğu gibi dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi. Kırkıncı yılda dünya bu büyük mucizeyi tartışırken, Türkiye’de Çin’in 40 yılını özetleyen hacimli bir kitap yayımlandı. Okurken karşılaştığım rakamlar beni o kadar çok şaşırttı ki, sizlere de aktarmadan edemedim.

24 Haziran sonrası kitlesel depresyon

Şimdi, 24 Haziran’daki seçim yenilgisinin ve seçimle sağlanan rejim değişikliğinin laik sosyolojide yarattığı kopkoyu bir nihilizmin içindeyiz. Umutsuzluktan kolunu bile kıpırdatamaz hale gelmiş milyonlarca insandan söz ediyoruz, yani yaşanan, kitlesel bir depresyondan başka bir şey değil. İktidarı destekleyen yüzde elli bundan hoşnut olabilir, fakat aslında bu bütün bir toplum ve toplum hayatı için de kötü.

Küreselleşmeye uyum sağlayamayanları niçin öldürmeliyiz?

Dünya çapında yükselen popülüst-otoriter liderlerin, meşruiyet kaynaklarını küreselleşmeye uyum sağlayamayan ‘vasıfsız emekçi yığınlar’ın, ‘lümpen kalabalıklar’ın oylarından derledikleri tezi giderek yaygınlaşıyor. Bence de küreselleşme böyle tedirgin kitleler üretiyor ve ikna edici başka bir alternatif görmedikleri sürece bu kitlelerin ‘güven veren’, kendilerine benzeyen ve kendi dillerini konuşan otoriter liderlere yönelmelerinde anlaşılmayacak bir şey yok. Fakat tezin Türkiye versiyonunun taşıyıcılarının dilinde büyük bir problem var.

İki idamcı ülke (ABD ve Çin) ve idamın caydırıcılığı

Çin’de rüşvet ve yolsuzluk suçu işleyen bürokratları bekleyen cezalardan biri de idam. Buna rağmen Çin’de rüşvet ve yolsuzluk suçlarının önü alınamıyor... Amerikan Barolar Birliği’nin raporuna göre, ABD’de idamın geçerli olduğu eyaletlerde, idamın olmadığı eyaletlerden daha fazla cinayet işleniyor!

AK Parti’nin büyük konforu: Umut vererek de kazanabiliyor, korkutarak da…

Önceki bütün seçimleri ‘gelecek’ ve ‘umut’ diyerek kazanmış bir partinin birdenbire geçmişe sarılıp korku siyasetine dönmesinden sonraki ilk seçimleri de kazanması, AK Parti’nin yıllardır kullandığı konforun sadece yeni bir veçhesini sunuyor bize. Gerçekte bu konforun geniş bir yelpazesi var; öyle ki, AK Parti bazı temel politikalarını eleştirenleri ihanetle suçlayınca da, koşullar değişmediği halde o politikadan vazgeçince de ‘haklı’ oluyor. Bu konforun iki temel kaynağı var: Toplumsal kutuplaşma ve muhalefetin ‘yönetebilme ehliyeti’ hususunda bir türlü ikna edici olamaması...

Gizemli flash disk: Son defa yazıyorum ve havlu atıyorum…

Yok, yok... Bu öyle basitçe gazeteciliğimizin fikri takip zaafıyla, meraksızlığıyla açıklanabilecek bir hikâye gibi görünmüyor... Bu hikâyede iktidarından muhalefetine, Cemaat’inden Ergenekon’una herkesi rahatsız eden bir şeyler olmalı... Bana gelince... Bu, geçen yazdan bu yana konuya dair yazdığım beşinci yazı ve artık ben de havlu atıyorum; belli ki o yazıların da suya yazılmış olmaktan başka bir hükmü yok. Yine de meslektaşlarıma umutsuzca şöyle seslenerek bitirmek istiyorum: Ya meseleyi abarttığımı ve saçmaladığımı gösterin, ya siz de bir şey söyleyin!

İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçilerinin zor günleri…

CHP’den umudunu kesmiş ‘CHP dışı sol’, söylemine ve performansına bakarak Muharrem İnce’yi haklı olarak CHP’den ayırdı, bir anlamda ‘yetmez ama evet’ diyerek onu destekledi. Ne var ki İnce hızla ‘söyleminin adamı’ olmaktan çıkıyor ve bu da bu kesimi zor durumda bırakıyor. Oysa utanacak bir şey yok; demokratik siyaset demokrasiyi geliştirme sözünü verenleri desteklemeyi ve teşvik etmeyi gerektirir. Söz veren sözünde durmazsa, sen de onun arkasında durmazsın. Ne var ki, İnce’yi destekleyen ‘CHP dışı sol’ bir zamanlar AK Parti’nin demokratik adımlarını destekleyenlere kan kusturduğu için kendi kendilerini böyle bir savunma yapma hakkından mahrum etmiş durumdalar.

‘Muhafazakârlık karşıtı yeni küresel ittifak’ özgürlükçü mü?

Kendileri için korunması gereken en önemli şeyin seküler hayat tarzı olduğuna inanan kitlelerin mücadeleleri ifade özgürlüğü ve çoğulculuk gibi değerlerle birleşebileceği gibi zaman zaman bunların ihmal edildiği bir biçime de bürünebilir. Bu eğilim, demokrasisiz-otoriter laik yönetimlere ‘eyvallah’ diyecek noktalara dahi varabilir ki, Mehmet Altan’ın tanımladığı yeni insan kümelerinin bu eğilimden münezzeh olduğunu ima eden iyimserliğini ben şahsen paylaşmıyorum.

Ya ‘cahil kitleler’ varsayımınız yanlış ya da seçim kazanma ümidiniz…

İmkânsız bir temenni, altı boş bir iyimserlik, apaçık bir mantıksızlık: Bir yandan ‘cahil’ kitlelerin ‘ilerici’ partilere oy vermelerini engelleyen ebedi bir karanlık içinde yüzdüklerini ve asla değişmeyeceklerini öne sürmek... Öbür yandan, onların oylarının hatırı sayılır bir bölümünü almadan bir seçimi kazanmanın mümkün olmadığını bile bile ‘bu defa’ kazanacağına inanmak...

Kendileri gidemeyen liderlerin hazin gidişleri ve Kılıçdaroğlu

Türkiye’deki siyasetçiler zamanlarının dolduğunu bir türlü kabullenemiyorlar, “bitirme” kararlarını bir türlü veremiyorlar, “tahttan inme”yi bir türlü beceremiyorlar ve her seferinde “tahttan indirilmeyi” bekleyip zelil bir halde siyaset sahnesinden çekiliyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu, kendileri gidemeyen liderlerin hazin sonunu paylaşacak son lider olmaya aday gibi görünüyor.

Seçimdeki ittifak küresel çaptaki yeni ittifak modelinin bir parçası mı?

Mehmet Altan, davetli olduğu Frankfurt Üniversitesi’ndeki bir sempozyuma cezaevinden gönderdiği tebliğde, dünya çapında “(eski) insan kümelerinin çözüldüğü ve yeniden bir başka biçimde birleştiği” tespitini yapıyor. Altan’a göre Türkiye’de “milliyetçilerden, muhafazakârlardan, Kemalistlerden, demokratlardan oluşan yeni ittifak” da bu küresel ittifak modelinin bir parçası ve uzantısı

Suruç (2018), Akkise (2001): Aynı medya utancı

İktidara ideolojik olarak (da) bitişmenin bir sonucu olan gönüllü dezenformasyon şüphesiz ki sadece bu dönemin bir uygulaması değil. Türkiye’nin vesayet yıllarında, iktidarda olan vesayetçi güçlerin dezenformasyonlarını gerçekmiş gibi haberleştiren ve bunu da gönüllü olarak yapan bir medya kesimi yine vardı. Fakat artık boynuz kulağı geçmiş durumda. İşte iki dönemden bunu gösteren bir haber karşılaştırması: Akkise 2001 ve Suruç 2018.

HDP’nin oyları şaşırtıcı yükseklikte olacak

Vahap Coşkun’un, bu seçimde CHP’den HDP’ye kayacak oyların miktarı hususunda yanıldığı kanaatindeyim. Hayır, “son derece sınırlı” olmayacak, en azından 7 Haziran 2015’teki kadar olacak ve HDP’nin oyları yüzde 13’ü aşacak. Ben burada Vahap Coşkun’la gıyabında iddiaya giriyorum. Seçimlerden sonra bu yazımı -sonuç ne olursa olsun- hatırlayacağım ve hatırlatacağım.

Ece Sevim Öztürk’ün hikâyesi ve o aynadan gazeteciliğimiz…

Gazetecilik, özünde salt hakikatin hatırı için yürütülmesi gereken bir meslek; dolayısıyla, ‘bu hakikat bizim işimize gelmez, öyleyse görmeyelim ya da görene dünyayı dar edelim’ diyen gazetecilerle, ‘şu gazeteci şu haberi şöyle yazdığına göre şunlardan ya da bunlardan olmalı’ diyen okurların çok olduğu bir yerde gazetecilik bitmiş demektir. Ece Sevim Öztürk, gazeteciliğini ‘salt hakikatin hatırına gazeteciliğe’ en fazla yaklaştırmış gazetecilerden biriydi ve şimdi gözaltında bu arayışının bedelini ödüyor.

Dilemmaların geçit resmi…

Hangi siyasi yönelimden olurlarsa olsunlar fark etmiyor; seçmenlerin eski seçim öncelerindeki nispî huzurlarının yerinde yeller esiyor. Muhafazakârlar da, laikler de, milliyetçiler de, Kürtler de, sosyalist solcular vb. de siyasi temsilcilerinden daha önce hiç duymadıkları söylemleri içlerine sindirmeye, içinde bulundukları dilemmalarla baş etmeye çalışıyorlar. Fakat galiba en zor durumda olanlar CHP tabanındaki laik-Kemalist seçmenler.

Kadını mücadeleye çağıran erkeği bekleyen ‘tehlikeler…’

Erkeklerin, kadınları bir ‘dava’ uğruna kendileriyle birlikte mücadeleye çağırmaları, eşyanın tabiatı gereği bir sürtüşmeyi de beraberinde getirir. Çünkü bu iki cins arasında ‘dava’nın şu ya da bu nitelikte olmasının değiştiremeyeceği bir çıkar zıtlığı vardır ve kadınların, bir kez mücadeleye çağrılıp da kamusal alana çıkmalarından sonra aleyhlerine işleyen statükoyu değiştirmek için çaba sarf etmeleri kaçınılmazdır... Dün nasıl sol’un içinden çıkan feminist kadınlar solcu erkeklerle kaçınılmaz bir çatışma içine girdilerse, bugün de ‘İslam kızları’ ‘İslam erkekleriyle’ çatışıyorlar.

Seçim öncesi muhtemel ‘Mümbiç müjdesi’nin anlamı?

Türkiye ile ABD arasında bugün (4 Haziran) yapılacak Mümbiç toplantısında PYD/YPG’nin bölgeden çıkartılması kararının açıklanması kuvvetle muhtemel... İktidarın “ABD’ye geri adım attırdık” propagandasına imkân verecek böyle bir gelişmenin tam da iktidar için olağanüstü önemdeki bir seçim öncesinde gelmesini ‘tesadüf’le açıklamak saflık olur. O zaman da akla şu soru geliyor: ABD, iktidara sunduğu bu ‘müjde’ karışılığında ne alacak? Seçim öncesi bu kadar büyük bir havuç sopasız olur mu, ya da ‘sopa’ ne?

‘Milat’ neden 7 Şubat değil de 17-25 Aralık?

Türkiye iktidar için ‘tehlikeli’ soruların sorulabildiği bir ülke haline geldiğinde ilk sorulardan biri şu olacak: Gülen Cemaati’nin devleti yasa dışı yollarla ele geçirmeyi hedefleyen bir ‘suç örgütü’ne dönüşmesinin başlangıç tarihi neden 7 Şubat 2012 değil de 17-25 Aralık 2013?.. Öyle ya: ‘Yolsuzluk perdesi arkasında hükümeti devirmek’ Cemaat’i suç örgütü yapıyor da, nihai hedefi ‘Başbakan’ı tutuklamak’ olan ‘MİT operasyonu’ neden yapmıyor?

‘Millet bahçeleri’ lütuf değil, söke söke alınmış bir hak!

AK Parti’nin İstanbul’daki havalimanını ve büyükşehirlerdeki statları ‘millet bahçeleri’ adıyla büyük parklara dönüştürme kararı lütuf değil, söke söke alınmış bir hak... Fakat ortada tuhaf bir atmosfer var; insanlar, sanki bu sonuçla kendi gayretleri arasında bir bağ yokmuş gibi, ‘millet bahçeleri’ sanki kendi gayretlerinin bir semeresi değilmiş gibi davranıyorlar... Başarılarını kutlamak yerine sessizliği tercih ediyorlar...

Doların yükselişi ve Durmuş Yılmaz’ın komplo teorisi

Hakikatin fazla irrasyonel ve inanılmaz göründüğü hallerde, o hakikatin ardında başka nedenler ararız; bu arayış sık sık âfâki komplo teorilerine de varabilir... Doların çılgın yükselişini seyretmekle yetinen bir siyasi irade varken, Durmuş Yılmaz gibi birinin bile insana ilk anda ‘yok artık’ dedirten alternatif açıklama çabalarına yönelmesini yadırgamak hiç kolay değil.

Tercihini çarpıtanlar bu seçimde hangi partiyi çarpar?

Anketlerde tercihleri sorulan deneklerin bir bölümü, algıladığı toplumsal baskılar nedeniyle bu seçimde de tercihlerini çarpıtacaklar. Yani bazı denekler seçimde mesela ‘a’ partisine oy verecekleri halde bunu ifade etmenin ‘cool’ olmayacağı mülahazasıyla, anketlerde mesela ‘b’ partisine oy vereceklerini beyan edecekler, ya da tersi...

Seçim öfke saçarak değil umut vererek kazanılır…

Muharrem İnce, kampanyasını efendi bir dille yönetmek hususunda bir irade ortaya koydu ve bunu da hayli inandırıcı bir biçimde realize ediyor. İnce, şansının devam etmesi için bunun ‘gerek şart’ olduğunun da, ‘yeter şart’ olmadığının da farkında: Negatif ve ‘devirmeci’ bir tavrının olmadığını, öç almak için değil iş yapmak için seçimi kazanmak istediğini sürekli biçimde tekrarlayarak, ‘efendi’ tavrının ona sağladığı olumlu imajı tahkim ediyor.

İnce’nin kampanyası: ‘Tepki’ değil, ‘etki’ ortaya koymak…

Muharrem İnce’nin bir şansı varsa (ki olduğuna inananlardanım), bunun gerek şartı (yeter şartı değil), ‘tepki’ değil ‘etki’ ortaya koymak... Yani rakibe sataşmadan kendi tasavvurunu anlatmak... Muharrem İnce, kendini adeta yeniden kodlayarak bu yola girdi ve yürüyor.

Kabir Azabı kitabı ve bir başka iletişim stratejisi…

Özal’ın ölümünün ardından ilgili ilgisiz, doğru yanlış ortaya o kadar fazla enformasyon yığıldı ki, kamuoyunun ilgisi dağıldı ve bir noktada da ‘bu meselenin aslı hiçbir zaman ortaya çıkmayacak’ duygusu oluştu. Doğrusu ben, bu haberleri gazetelere pompalayan odakların, ‘yağmur halinde enformasyon’ karşısında insanların nasıl bir tepki gösterdiğini bildiklerini ve konuyu gündemden düşürmek için yağmuru sağanağa çevirmeye çalıştıklarını düşünüyorum.

Erdoğan nasıl kaybeder, İnce nasıl kazanır?

Gerek Erdoğan’ın kışkırtıcı söz ve tavırları, gerekse iktidara yakın medyanın Muharrem İnce’yle ilgili ‘belaltı’ vuruşları, İnce’nin kampanyasını nasıl yürütmesi gerektiği hususunda esaslı bir fikir veriyor: İnce, kışkırtmanın dozu ne kadar yükselirse yükselsin, asla onların istediği gibi ağzından köpükler saçarak konuşan biri haline gelmemeli. Şu âna kadarki görüntü, İnce’nin bu tuzağa düşmediğini gösteriyor.

CHP’de yürek soğutan fakat iktidar getirmeyen söyleme mecburi veda

CHP’nin çekirdek seçmeni artık iktidar için sadece laiklere seslenen ve onların yüreğini soğutacak tarzda konuşan liderlerin yetmeyeceğine inanıyor ve gönülsüz de olsa, liderlerinin seçim kazandıracak yeni bir söyleme geçmelerine razı oluyor; o söylem, eskisi gibi yüreklerini soğutamasa da... Muharrem İnce’nin Kürtlerle ve muhafazakârlarla ilgili olarak, taban tepkisinden hiç korkmadan hayli radikal bir dile yönelmesi biraz da tabandaki bu mecburi kavrayıştan kaynaklanıyor.

Bahçeli asıl CHP tabanına teşekkür etmeliydi…

CHP’nin, siyaset oyununu oyunun gerektirdiği esneklik ve taktik ustalıkla oynayabilmesinin önündeki esas engel liderik değil taban... Abdullah Gül’ün ortak adaylığı hususunda liderlikle CHP tabanı arasındaki itişme bunu bir kez daha gösterdi. Peki CHP tabanı neden böyle? Siyasal davranışlarında neden nüans yok? ‘Nispîlik’ kavramı onları neden bu kadar çok sinirlendiriyor? Siyasi öznelerin başta nasıllarsa hep öyle kalacaklarına, hiç değişmeyeceklerine nasıl böyle kolayca ikna ediyorlar kendilerini?