spot_img
Ana SayfaYazarlar24 Haziran sonrası kitlesel depresyon

24 Haziran sonrası kitlesel depresyon

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, geçtiğimiz günlerde paylaştığı bir dizi tweet’le ülkedeki muhalefetin halini ”ölüm sessizliği” kelimeleriyle özetledi.

İnce’ye göre “Bir şey her şeye hâkim olmuş”ken, “devlet sistemini altüst eden düzenlemeler tek imzalı ‘fermannameler’le yapılıyor”ken, “hiç kimsenin sesi çıkmıyor, hiç kimseden itiraz yükselmiyor”du.

Belki çok ağır bir karamsarlığı ve umutsuzluğu dile getiriyordu ama, durumun tam da onun tanımladığı gibi olmadığını kim öne sürebilir?

Türkiye’nin laik sosyolojisi, önceki seçim yenilgilerinden sonra da benzer bir ruh hali sergiliyordu ama, bu defakinin öncekileri mumla aratacak bir koyuluğa sahip olduğu muhakkak.

 

Laik nihilizm ve kişisel fikri takibim

 

Beni nispeten düzenli izleyen okurlar bilecektir: Önemli bulduğum konularda kendi fikirlerimin takibini yapmaya, konuya dair her yeni olgusal gelişmede durumu yeniden özetleyip, o andan itibaren sürecin nasıl gelişebileceğini öngörmeye çalışıyorum…

Bu cümleden olmak üzere: Türkiye’de düzgün, kendine güvenen ve topluma alternatif olma güveni verebilen bir muhalefet yaratamamanın, dolayısıyla sürekli olarak yenilmenin laik sosyolojide yol açtığı nihilist ruh hali, benim 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinden bu yana izlediğim ve işlediğim bir tema…

Yazı arşivime baktığımda, laik nihilizmin fikri takibine ilişkin son yazımı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gerçekleştirdiği ve muhalif çevrelere, uzun zamandır görülmeyen bir özgüven aşılayan Adalet Yürüyüşü vesilesiyle kaleme aldığımı görüyorum.

Yıllardır izlemekte olduğum laik nihilizm sürecinin o aşamasında kendime sorduğum soru şöyleymiş:

“Acaba Adalet Yürüyüşü, zaman zaman hiç seyrelmeyecekmiş izlenimi veren bir koyulukla temayüz eden bu ruh halinde nasıl bir değişikliğe yol açmakta? (…) Laik nihilizmin koyuluğundaki her seyrelme geçici oluyor ve onu yeni bir umutsuzluk hali izliyor. Acaba Adalet Yürüyüşü’nün laik sosyolojide yarattığı umut öncekilerin tersine kalıcı olabilir mi? Ya da: Yürüyüşün kendisi, ilk seçimde sonuç doğurabilecek bir iktidar yürüyüşünün ilk adımı olabilir mi?”

Yazının sonunda ise, bu sorunun testinin Türkiye’nin ilk ‘Başkan’ının seçileceği seçimlerde gerçekleşeceğini söylemiş ve yazıyı şöyle bitirmişim:

“Adalet Yürüyüşü’nün laik nihilizmi seyrelttiği muhakkak… Bunu, yürüyüşten yayılan enerjiye ve yürüyüşün iktidar kanadında yarattığı rahatsızlığa bakarak anlamak mümkün. Fakat bence onu bir daha koyulaşmamak üzere seyreltip seyreltmediği sorusunun cevabı hâlâ belli değil. Türkiye’nin ilk ‘başkanlık’ seçiminde çıkacak sonuca göre ya ‘demek ki öyleymiş’ diyeceğiz, ya da ‘demek ki referandum sonucunun ve Adalet Yürüyüşü’nün laik nihilizmi seyreltme etkisi de tıpkı öncekiler gibi sınırlı ve geçiciymiş’ hükmüne varacağız.”

Testin sonucunu aslında 2019’da alacaktık, fakat seçimlerin erkene alınmasıyla sonucu 24 Haziran’da (2018) gördük. Sonuç: Adalet Yürüyüşü’nün laik nihilizmi seyreltme etkisi de tıpkı öncekiler gibi sınırlı ve geçiciymiş…

 

Bu defaki hiçbirine benzemiyor

 

Fakat bu defaki nihilizm öncekilerden daha ‘sağlam’, daha koyu bir görüntü veriyor. Bunun bir nedeni, her yeni yenilginin umutsuzluk birikimine marjinal katkısının bir öncekinden daha fazla olması.

Bu ne demek? Hepimiz kendi kişisel hayatlarımızdan biliriz: Umutsuz, karamsar bir ruh hali içindeyken ortaya çıkan beklenmedik olumlu gelişmeler bizi yeniden canlandırır. Fakat onu yeni olumsuz gelişmeler izlediğinde umutsuzluğumuz, karamsarlığımız daha da yoğunlaşmış olarak geri döner bize…

Laik sosyolojideki nihilist ruh halinin öncekilerden çok daha  koyu olmasının ikinci nedeni olarak da bu defaki yenilginin daha ‘sağlam’ olmasını ve beraberinde rejim değişikliğini de getirmesini sayabiliriz.   

Yazının bundan sonraki bölümlerinde, Türkiye’deki muhalif hareketin nihilizm boyutlarına varan umutsuzluğunun koyulaşma ve seyrelme anlarını eski yazılarımdan faydalanarak bir kez daha özetlemek istiyorum. Böylece, ne yapıldığı için Türkiye’de iktidara alternatif bir muhalefet yaratılamadığının ipuçlarını da bir kez daha gözden geçirmiş olacağız.

 

Önce ‘zinde güçler’den umut kesildi

 

AK Parti’nin 2002 seçimleriyle birlikte iktidara gelmesi Türkiye’nin seküler muhalif çevrelerinde belirgin bir ürküntü yaratsa da, nevzuhur iktidar sahiplerinin geldikleri gibi gidecekleri hususunda fazla bir tereddüt yoktu. Çünkü gerçek iktidar hâlâ ‘Cumhuriyet’in zinde güçleri’ndeydi ve onların ‘bu gidişe’ izin vereceklerini düşünmek akla uygun  görünmüyordu.

2002’den sonra ortaya çıkan bir dizi gelişme, ‘zinde güçler izin vermez’ beklentisinin altının boş olmadığını, seçimle gelen iktidarın defterini dürmek için Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bazı darbeci örgütlenmelerin hareket halinde olduğunu ortaya çıkardı.

Bunların akim kalmasının ardından, Türkiye’nin vesayetçi güçleri, kenarda durup seçimle gelen iktidarın hal’edilmesini bekleyen ‘sivil toplum’a çağrıda bulunarak bu işi birlikte yapmalarını önerdi.

Birincisi Nisan 2007’de gerçekleştirilen Cumhuriyet mitingleri, Türkiye’nin vesayetçi güçlerinin seküler ‘sivil toplum’la birlikte iktidara el koyma hamlesiydi. Ne var ki beklenen olmadı; ardından, AK Parti 2007’de yapılan seçimleri büyük bir çoğunlukla kazandı. Muhalif saflardaki, ‘Darbe girişimleri başarısız kaldı, milyonlarca insanın katıldığı Cumhuriyet mitingleri yetmedi, seçimle de olmuyor”dan kaynaklanan umutsuz ruh halinin ete kemiğe bürünmüş ilk hali işte o 2007’de ortaya çıktı.

 

2009’da umut, 2010 ve 2011’de yeniden umutsuzluk

 

29 Mart 2009’daki yerel seçimler, 2002 ve 2007’deki ağır seçim yenilgilerinin ardından umut tazeleyen, ‘AK Parti’yi oylarımızla gönderebiliriz’ duygusunu veren bir seçim oldu: AK Parti’ye yüzde 38 çıktı. Beklenenle (Tarhan Erdem yüzde 52 demişti) gerçekleşen arasındaki büyük fark, seküler muhalif çevrelerde ilk genel seçimde AK Parti’nin seçimle iktidardan uzaklaştırılabileceğine dair büyük bir umuda yol açtı.

Ne var ki, muhalif çevrelerdeki bu umutlu ruh hali sadece bir yıl sürdü. Yüzde 58’lik bir referandum (2010) ve yüzde 50’lik bir genel seçimden (2011) sonra umutlu hava tamamen dağıldı.

 

Gezi: Önce umut, ardından eskisinden de koyu bir umutsuzluk

 

2013’teki Gezi isyanı, iktidarın özgüveninin de muhalefetin umutsuzluğunun da zirvede olduğu koşullarda ortaya çıktı ve 2009 seçimlerinde olduğu gibi önce büyük bir canlılığa, ardından da eskisinden de derin bir umutsuzluğa ve karamsarlığa yol açtı. Çünkü 2014’ün bahar aylarında yapılan yerel seçimler ve yaz aylarındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri ‘bu defa tamam’ beklentisini bir kez daha berhava edecek biçimde sonuçlanmıştı.

Fakat 2015 Haziran seçimleri, hiç beklenmedik bir biçimde 2009 seçimlerinin ve Gezi isyanının yarattığından da büyük bir umut yarattı; AK Parti, ilk kez tek başına hükümet kurabilecek milletvekili sayısına ulaşamamıştı çünkü.

Ne var ki 5 ay sonraki Kasım 2015 seçiminde AK Parti yeniden yüzde 50’ye ulaşınca, muhalefetin umutsuzluğu ve karamsarlığı da hiçbir dönemle karşılaştırılamayacak bir yoğunluğa ulaştı.

Laik nihilizmin yoğunluğunu etkileyecek son büyük gelişme, Türkiye’ye başkanlık modelini getirecek sistemin oylandığı referandum oldu (16 Nisan 2017). Referandumu AK Parti kıl payı kazandı. Bu sonuç, daha fazlasını uman iktidar partisinde moral bozukluğu, laik sosyolojide ise yeni bir umut yarattı.

Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü işte bu umutlu havanın üstüne geldi, fakat yukarıda anlattığım gibi yürüyüşün laik nihilizmde yarattığı seyrelme geçici oldu; 24 Haziran seçimlerini Erdoğan’ın kazanması bunun tescili oldu.

Şimdi, bu son seçimin ve onunla sağlanan rejim değişikliğinin laik sosyolojide yarattığı kopkoyu bir nihilizmin içindeyiz.

Aslında yaşanan, kitlesel bir depresyondan başka bir şey değil: Umutsuzluktan kolunu bile kıpırdatamaz hale gelmiş milyonlarca insandan söz ediyoruz. Bu, sadece onlar için değil, bütün bir toplum ve toplum hayatı için de kötü. Çünkü

ülke nüfusunun kabaca yüzde 20’lik bir bölümünün, haklı-haksız endişelerle ve büyük bir umutsuzlukla yaşaması tehlikelerle dolu bir süreci tetikler… Çünkü nihilizm pasifliğe yol açabileceği gibi önü arkası hesaplanmamış bir sertliğe, bir 'feda' duygusuna da yol açabilir.

 

 

 

 

 

- Advertisment -