Alper Görmüş

Adil Öksüz’ün serbestçe uçtuğuna inanacak kadar uçmanın analizi…

Büyük bir haber aynı zamanda büyük bir heyecan ve büyük bir hata kaynağıdır. Büyük bir haberle karşılaşan bir siyasetçi ya da gazeteci, gündem belirleyecek olmanın heyecanı ve coşkusuyla kuşku eşiğini aşağıya çekerse, başlarına gelecek felaketlere hazır olmalıdır.

‘Flashdisk’ sorularının öbür muhatapları ve kaçınılmaz spekülasyonlar

Gülen Cemaati’nin ordu içindeki örgütlenmesini isim isim fâş ettiği öne sürülen bir flashdisk Tuncay Özkan tarafından 2007’de Genelkurmay’a verilmişti. Bu tarih, birçok özelliği nedeniyle yeni ilave soruları ve bir dizi spekülasyonu da davet ediyor: Ünlü Dolmabahçe buluşması 2007’de gerçekleşmişti. Onu izleyen 2008’de ise Tuncay Özkan’ın sahibi olduğu Kanaltürk televizyonu Cemaat’e yakınlığıyla bilinen bir işadamına satılmıştı.

Gizemli flashdisk’te sorular ve muhataplar

Tuncay Özkan’a 2007’de teslim edilen ve içinde Gülen’cilerin ordu örgütlenmesinin yer aldığı iddia edilen flashdisk’in ancak 10 yıl sonra ve “savcı zoru”yla uykudan uyandırılmasının davet ettiği sorular çok fazla. Tek muhatap da Özkan değil.

Gizemli flashdisk’i sanki herkes unutmak istiyor gibi…

Gülen Cemaati’nin çanına ot tıkayacak devâsâ bir bilgi paketi, nasıl oluyor da başta Tuncay Özkan ve İlker Başbuğ olmak üzere Cemaat’in çanlarına ot tıkadığı kişiler tarafından 10 yıl boyunca gün yüzüne çıkarılmıyor? Acaba bu devâsâ bilgi paketi, bize “tester” olarak koklatılan “Ordu içindeki Cemaatçi subaylar listesi”ne ek olarak, kamuoyunun öğrenmesinde sakınca görülen başka bilgiler de mi içeriyor?

İnsanın insandan uzaklaşması ve giderek büyüyen hayvan sevgisi

Siz hangi “kötü”yü tercih ederdiniz: İnsanın, insanın sinesinden uzaklaşıp hayvanlara sığınmasının bir “küresel komplo”dan kaynaklanmasını mı, yoksa insanın, insan kardeşlerinden soğumasından kaynaklanmasını mı?

ByLock’u bumeranga dönüştürecek tercihler ve hatalar

Bir şeye ne kadar fazla bel bağlanır ya da ona ne kadar fazla yatırım yapılırsa, o şeyle ilgili olarak zaman içinde ortaya çıkan sorunlu tarafları, zaafları görebilmek ve kabullenebilmek o kadar zorlaşır. Hatta, sorunlar ve zaaflar üst üste geldikçe, onları “görmemek” konusundaki ısrarımız o kadar büyür. ByLock konusunda siyaset, medya ve yargıda böyle bir direncin olduğunu düşünüyorum... Fakat onlar böyle yaptıkça, ByLock’un bumerang etkisi daha da büyüyor.

ByLock’un bir bumerang olarak portresi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet” formülasyonu, Gülen Cemaati’ne karşı mücadele ederken “teşkilat” ile sempatizan ağına karşı farklı tavırlar geliştirileceği düşüncesini doğurmuştu. Fakat öyle olmadı, “ince ayar” yerine “koy çuvala” çizgisi izlendi. Bylock’ta da öyle oluyor: O da bir “çuval” olarak görülüyor ve içindeki herkes eşit derecede “suçlu” ilan ediliyor. Fakat yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki, bu, eninde sonunda geri tepecek bir silahtır... Şimdi bu sürecin içindeyiz.

‘İki Türkiye’den ‘Bir Türkiye’ye…

Benim görebildiğim kadarıyla “İki Türkiye” arasındaki çatışmanın küllenmesi, ancak bir tarafın iktidarının öbür tarafı bastırmayacağına, eritmeye çalışmayacağına inandırmasından itibaren mümkün olabilecek. Mevcut iktidarın varolan algıyı tersine çevirmesi ve seküler sosyolojiyi ikna etmesi mümkün görünmediğine göre, bundan sonra n’olmak ihtimali var?

‘İki Türkiye’yi aşacak asgari demokrat zihniyet oluştu mu?

Türkiye’nin ikiye bölünmüşlüğü o kadar uzun sürdü ve süreç o kadar büyük öfkeler biriktirdi ki, şimdi artık çok az insan bunun nihayetinde tarihsel, geçici bir durum olduğuna inanıyor. “İki Türkiye”yi ezelden gelip ebede gidecek bir süreç olarak algılamak, ülkenin ikiye bölünmüşlüğünün önünde çok büyük bir psikolojik engel oluşturuyor. İyimser bir görüş ise, sürecin sonunun yaklaştığını müjdeliyor.

Fatih Terim: Türkiye’nin insan hali…

Fatih Terim neden sürekli olarak “olumlu-olumsuz”, “iyi-kötü”, “dost-dışlayıcı” davranış kalıplarıyla, bir o bir bu yüzüyle gündeme gelip bizi şaşırtıyor? Bence buna yol açan şey, otoriter kişilikle öğrenilmiş demokratik davranış kodları arasındaki sürekli gerilim... Türkiye gibi; Terim’e bakan Türkiye’yi görür.

HDP, ‘doğru eylem’ çizgisinde kalabilecek mi?

Bütün “devrimci şiddet” anlarında olduğu gibi 2015-2016’da Güneydoğu’daki “hendekli direniş” karşısında da yüreği pır pır eden Türk ve Kürt solcularının sayısı hiç az değildi. O günlerde bu hissiyatın dışında kalamayan HDP’lilerin bugünlerde başlattıkları pasif “direniş nöbeti”nin şiddete dayalı eylem biçimlerine karşı bir özeleştiri boyutu da var mı?

Medya, ‘kaybedilen insanlar’da haber değeri bulamıyor!

Sokakta, evlerinin önünde güpegündüz kaçırılan insanlarla ilgili iddialar ilk ve son kez BBC Türkçe tarafından dile getirildi. Türk basınının bu iddialara “cız” haber muamelesi yapıp uzak durması akla 1990’lar Türkiye’sinin medyasını getiriyor.

Sevan Nişanyan’ın ‘acayip’ bir adam olarak portresi

“Seni esir alan nefsini, köle kılan çıkarını ve sosyal mecburiyetleri hepten bir kenara itip bir şeyi sadece 'güzel' olduğu için yapabiliyor musun?..” Cezaevine ilk girdiğinde kaleme aldığım portresinde çıkış noktam, onun neden sert, uyumsuz, “sevimsiz” ve “acayip” bir adam olduğunu çok iyi izah eden kendisine dair bu cümlesi olmuştu... O portreyi “firar” vesilesiyle bir kez daha yayımlıyorum.

E. Özkök’ün fantezileri bitmek bilmiyor: 28 Şubat da ‘FETÖ’ içinmiş!

25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantısında alınan “Gülen Cemaati’ne karşı mücadele” kararının lafzını öne çıkararak, o kararın asıl AK Parti’yi hedeflediği gerçeğini perdeleyen yazılar kaleme alan Ertuğrul Özkök yeni bir siyasi fanteziyle karşımızda: Meğer 28 Şubat kararları da Erbakan’ı ve Refah Partisi’ni değil “FETÖ”yü hedefliyormuş!

2004’teki MGK kararı uygulansaydı 15 Temmuz olmazdı ama…

Bugünlerin gözde tespiti şöyle: “Dönemin AK Parti hükümeti, 25 Ağustos 2004’teki MGK toplantısında alınan ‘Gülen Cemaati’ne karşı mücadele’ kararını uygulasaydı 15 Temmuz (2016) darbesini yaşamazdık...” Doğru, fakat nedeni bu değil. Çünkü o karar Cemaat’ten çok “irticanın odağı haline gelmiş” hükümete yönelikti ve uygulansaydı, büyük bir ihtimalle darbeyi 15 Temmuz’dan yıllar önce idrak edecektik.

AK Parti MGK’nın 2004’teki Cemaat kararını neden uygulamamıştı?

MGK, Ağustos 2004’te “Gülen Cemaati’yle mücadele” perspektifiyle bir karar alıp hükümete sundu. Fakat hükümet siyasi iradesini kullanarak bu dosyayı rafa kaldırdı... Dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer 2015’te kaleme aldığı kitapta bunu açık yüreklilikle anlattı. Şimdi AK Parti, “öyle yapmasaydın 15 Temmuz olmazdı” eleştirilerine mâruz kalıyor. Oysa “2004’te başka ne olmuştu” sorusunu sormadan dönemin iktidarını suçlamak, hakikat arayıcılığıyla bağdaşmaz.

Adalet Yürüyüşü laik nihilizmi bir kez daha seyreltirken…

Adalet Yürüyüşü’nün laik nihilizmi seyrelttiği muhakkak... Bunu, yürüyüşten yayılan enerjiye ve yürüyüşün iktidar kanadında yarattığı rahatsızlığa bakarak anlamak mümkün. Fakat bence onu bir daha koyulaşmamak üzere seyreltip seyreltmediği sorusunun cevabı hâlâ belli değil.

“Dava” siyasetindeki ve sigara tüketimindeki eşanlı patlama

Başlığa bakıp “ne alâka” demeyin hemen... Türkiye’nin toplumsal taleplere odaklı (ya da mikro eksenli) siyaset yaklaşımından “dava” odaklı (ya da makro eksenli) siyaset yaklaşımına savrulmasının sonuçlarından biri de işte bu: Kutsal bir hâreyle çevrelenmiş “dava(lar)” dışındaki her şey önemsizleşiyor, siyaset bu “önemsiz” şeylere odaklan(a)mıyor ve buralarda elde edilen başarılar zaman içinde kayboluyor...

Suriye Kürtlerine ‘dört cep’ten müdahale hâlâ devrede mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’de özerk ya da bağımsız bir Kürt oluşumuna dair bazı sözleri, Türkiye’nin “her ne pahasına olursa olsun askeri müdahale” çizgisini “gerçekçi” politika lehine yumuşattığı biçiminde yorumlanmıştı. Fakat Erdoğan’ın 23 Haziran’da Urfa’dan yaptığı açıklamalar, bu yorumları tekzip etti. Erdoğan’ın sözleri Türkiye’nin son kararını yansıtıyorsa, geçtiğimiz ay Hükümet ve Genelkurmay kanadından sızan “askeri müdahaleyle sınırda dört cep oluşturma” kararlılığı da devrede demektir.

‘Âlet olma’ suçlamasının anavatanında ‘adalet yürüyüşü’

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı adalet yürüyüşü, daha ilk ânından itibaren “FETÖ’nün amaçlarına âlet olmak”la damgalandı. Bu, yürüyüşün başarısız olmasını arzu edenlerin baş vurabilecekleri en etkili yoldu. Çünkü Türkiye tarihi, sivil ve özgürlükçü iddialarla başlatılmış, fakat zaman içinde gerideki gayri meşru iktidar arayıcılarının işine yaradığı (bazen de onlar tarafından örgütlendiği) açığa çıkmış eylemlerle dolu bir tarih... Bu arka plan, iktidar karşıtı bütün eylemleri “âlet olma” suçlamasına açık hale getiriyor.

Celâdeti bol, şehâmeti kıt dış politika

Türkiye celâdeti bol fakat şehâmeti kıt bir ülke (Celâdet: Bahâdırlık, kahramanlık, yiğitlik... Şehâmet: Zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik). Türkiye’nin birçok işi bu şablona uygun bir biçimde yürüyor. En somut örneği Irak ve Suriye Kürtlerine karşı takınılan tavır olmak üzere, dış politikası da öyle...

İç muhalefete karşı sağ’daki ve sol’daki tahammülsüzlüğün ortak bir temeli

Hakan Aksay, gençliğinin siyasi partisi TKP’lilerin birbirlerine reva gördükleri şiddetten yola çıkarak, sol içi öfke ve tahammülsüzlüğün siyaset dışından kaynaklanan nedenlerinin de olması gerektiğini yazdı. Oysa bu meselenin nedenleri ne psikolojik, ne de sadece 'sol'a içkin. Büyük ve küllî hedeflere yönelik bütün siyasetler (‘sol’da ideoloji, sağ’da ‘dava’) hep aynı sonucu veriyor.

Yargıdaki ‘operasyonel eller’, iktidar ve iktidar basını

İktidar, iktidara yakın gazetecilerin de şikâyetçi olmaya başladığı kimi yargısal uygulamalara karşı kayıtsız... Bu durumda iktidar, hatalarla dolu ve fakat “yıldırıcılık” özelliğini bilhakkın yerine getiren mevcut yargısal süreçten memnun olmalı... Bundan elde ettiği siyasi faydanın, bundan gelecek siyasi zarardan fazla olduğunu düşünüyor ve sineye çekiyor olmalı.

Katar küçük, hesap büyük…

Hangi görüşten olurlarsa olsunlar, dış politika yorumcuları neredeyse ittifakla yeni ABD yönetiminin en önemli hedefinin İran’ın çevrelenmesi, etkisizleştirilmesi olduğu hususunda hemfikir... Buna, Katar’ın Körfez’deki öteki Sünni devletlerin tersine İran’la iyi ilişkiler kurmaya çalışan, İran’ın ABD tarafından şeytanlaştırılmasına direnen bir devlet olduğu olgusunu ekleyelim... Buradan, Katar’a diz çöktürme hamlesinin esasen “İran meselesi”yle bağlantılı bir hamle olduğu sonucuna varabilir miyiz?

AK Parti’nin sorunu: Şükrü Hanioğlu’nu takmamak!

Şükrü Hanioğlu her Pazar Sabah gazetesinde, derin tarih birikimiyle güncel siyasi sorunları harmanlayarak çok önemli makaleler kaleme alıyor. Bunlardan bazıları o kadar öğretici ve ikna edici oluyor ki, iktidarın, kendi merkez gazetesinde yer alan altın kıymetindeki bu tavsiyelere kulak asmamasına hayret ediyorum. Böyle anlarda, AK Parti’nin sorununun Şükrü Hanioğlu’nu takmamak olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Akar’ın cevaplarının akla getirdiği yeni sorular

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın TBMM 15 Temmuz Darbesi’ni Araştırma Komisyonu’na gönderdiği yazılı cevaplar, akla yeni soru işaretleri getiriyor. Mesela: Akar, darbeden üç gün sonraki ifadesinde 15 Temmuz’da Hakan Fidan’la yüz yüze görüşmesinden hiç bahsetmiyordu, şimdi ise onu o gün telefonla bizzat çağırdığını belirtiyor.

Akar ve Fidan’ın işi şimdi daha da zor

15 Temmuz günü öğle saatlerinde MİT’e yapılan ihbarın bir darbe ihbarı olduğunun ortaya çıkması, o güne dair soru işaretlerini hem besledi hem de onların aydınlatılması yolunda önemli bir adım oldu... Ve tabii böylece Hulusi Akar ve Hakan Fidan’ın izah etmeleri gereken noktaların altı bir kez daha kalın çizgilerle çizilmiş oldu.

Müslümanlar, Japonlar ve modern yaşam

“Batı'nın ayartıcı kültürü ve toplum tahayyülüne Müslüman bir toplumda karşılık bulunabilir mi?..” Akif Emre’nin, vefatından kısa bir süre önce bir kez daha gündeme getirdiği tartışma, Batı kültürüne, yaşam tarzına ve Hıristiyanlığa karşı direnebilmek için birkaç yüzyıl boyunca içine kapanıp Batı’yla bütün temas olanaklarını kopartan Japonya’nın tecrübesini akla getiriyor. Bu tecrübe, modernliğe karşı direnme imkânları hususunda iyimser şeyler söylemiyor.

Bugünün barışçılarının dünkü savaşçı hezeyanları

Militarizme ve savaşa ilkesel bir muhalifliği olmayanlar, duruma göre rahatlıkla bir barışçı bir savaşçı olabiliyorlar. Bakın, ABD’nin önce Afganistan’a ardından da Ortadoğu’ya saldırdığı 2000’in başlarında, bugünün Misâk-ı Millî barışçıları nasıl çığrından çıkmış bir savaşçı hezeyan içindeymiş...

Misâk-ı Millî barışçısı Ertuğrul Bey’in seferberlik yılları

Hürriyet gazetesi köşe yazarı Ertuğrul Özkök, “Mehmetçiğin sırtından savaş ilan edenlere” çok öfkeli... Orduya Misâk-ı Millî sınırları dışında görev biçenleri biçiyor âdeta. Özkök’ün “Mehmetçiğin sırtından” ona buna savaş ilan ettiği günleri bilmesek, onun bir Misâk-ı Millî barışçısı olduğuna inanmak işten bile olmayacak.