Alper Görmüş

2004’teki MGK kararı uygulansaydı 15 Temmuz olmazdı ama…

Bugünlerin gözde tespiti şöyle: “Dönemin AK Parti hükümeti, 25 Ağustos 2004’teki MGK toplantısında alınan ‘Gülen Cemaati’ne karşı mücadele’ kararını uygulasaydı 15 Temmuz (2016) darbesini yaşamazdık...” Doğru, fakat nedeni bu değil. Çünkü o karar Cemaat’ten çok “irticanın odağı haline gelmiş” hükümete yönelikti ve uygulansaydı, büyük bir ihtimalle darbeyi 15 Temmuz’dan yıllar önce idrak edecektik.

AK Parti MGK’nın 2004’teki Cemaat kararını neden uygulamamıştı?

MGK, Ağustos 2004’te “Gülen Cemaati’yle mücadele” perspektifiyle bir karar alıp hükümete sundu. Fakat hükümet siyasi iradesini kullanarak bu dosyayı rafa kaldırdı... Dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer 2015’te kaleme aldığı kitapta bunu açık yüreklilikle anlattı. Şimdi AK Parti, “öyle yapmasaydın 15 Temmuz olmazdı” eleştirilerine mâruz kalıyor. Oysa “2004’te başka ne olmuştu” sorusunu sormadan dönemin iktidarını suçlamak, hakikat arayıcılığıyla bağdaşmaz.

Adalet Yürüyüşü laik nihilizmi bir kez daha seyreltirken…

Adalet Yürüyüşü’nün laik nihilizmi seyrelttiği muhakkak... Bunu, yürüyüşten yayılan enerjiye ve yürüyüşün iktidar kanadında yarattığı rahatsızlığa bakarak anlamak mümkün. Fakat bence onu bir daha koyulaşmamak üzere seyreltip seyreltmediği sorusunun cevabı hâlâ belli değil.

“Dava” siyasetindeki ve sigara tüketimindeki eşanlı patlama

Başlığa bakıp “ne alâka” demeyin hemen... Türkiye’nin toplumsal taleplere odaklı (ya da mikro eksenli) siyaset yaklaşımından “dava” odaklı (ya da makro eksenli) siyaset yaklaşımına savrulmasının sonuçlarından biri de işte bu: Kutsal bir hâreyle çevrelenmiş “dava(lar)” dışındaki her şey önemsizleşiyor, siyaset bu “önemsiz” şeylere odaklan(a)mıyor ve buralarda elde edilen başarılar zaman içinde kayboluyor...

Suriye Kürtlerine ‘dört cep’ten müdahale hâlâ devrede mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’de özerk ya da bağımsız bir Kürt oluşumuna dair bazı sözleri, Türkiye’nin “her ne pahasına olursa olsun askeri müdahale” çizgisini “gerçekçi” politika lehine yumuşattığı biçiminde yorumlanmıştı. Fakat Erdoğan’ın 23 Haziran’da Urfa’dan yaptığı açıklamalar, bu yorumları tekzip etti. Erdoğan’ın sözleri Türkiye’nin son kararını yansıtıyorsa, geçtiğimiz ay Hükümet ve Genelkurmay kanadından sızan “askeri müdahaleyle sınırda dört cep oluşturma” kararlılığı da devrede demektir.

‘Âlet olma’ suçlamasının anavatanında ‘adalet yürüyüşü’

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı adalet yürüyüşü, daha ilk ânından itibaren “FETÖ’nün amaçlarına âlet olmak”la damgalandı. Bu, yürüyüşün başarısız olmasını arzu edenlerin baş vurabilecekleri en etkili yoldu. Çünkü Türkiye tarihi, sivil ve özgürlükçü iddialarla başlatılmış, fakat zaman içinde gerideki gayri meşru iktidar arayıcılarının işine yaradığı (bazen de onlar tarafından örgütlendiği) açığa çıkmış eylemlerle dolu bir tarih... Bu arka plan, iktidar karşıtı bütün eylemleri “âlet olma” suçlamasına açık hale getiriyor.

Celâdeti bol, şehâmeti kıt dış politika

Türkiye celâdeti bol fakat şehâmeti kıt bir ülke (Celâdet: Bahâdırlık, kahramanlık, yiğitlik... Şehâmet: Zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik). Türkiye’nin birçok işi bu şablona uygun bir biçimde yürüyor. En somut örneği Irak ve Suriye Kürtlerine karşı takınılan tavır olmak üzere, dış politikası da öyle...

İç muhalefete karşı sağ’daki ve sol’daki tahammülsüzlüğün ortak bir temeli

Hakan Aksay, gençliğinin siyasi partisi TKP’lilerin birbirlerine reva gördükleri şiddetten yola çıkarak, sol içi öfke ve tahammülsüzlüğün siyaset dışından kaynaklanan nedenlerinin de olması gerektiğini yazdı. Oysa bu meselenin nedenleri ne psikolojik, ne de sadece 'sol'a içkin. Büyük ve küllî hedeflere yönelik bütün siyasetler (‘sol’da ideoloji, sağ’da ‘dava’) hep aynı sonucu veriyor.

Yargıdaki ‘operasyonel eller’, iktidar ve iktidar basını

İktidar, iktidara yakın gazetecilerin de şikâyetçi olmaya başladığı kimi yargısal uygulamalara karşı kayıtsız... Bu durumda iktidar, hatalarla dolu ve fakat “yıldırıcılık” özelliğini bilhakkın yerine getiren mevcut yargısal süreçten memnun olmalı... Bundan elde ettiği siyasi faydanın, bundan gelecek siyasi zarardan fazla olduğunu düşünüyor ve sineye çekiyor olmalı.

Katar küçük, hesap büyük…

Hangi görüşten olurlarsa olsunlar, dış politika yorumcuları neredeyse ittifakla yeni ABD yönetiminin en önemli hedefinin İran’ın çevrelenmesi, etkisizleştirilmesi olduğu hususunda hemfikir... Buna, Katar’ın Körfez’deki öteki Sünni devletlerin tersine İran’la iyi ilişkiler kurmaya çalışan, İran’ın ABD tarafından şeytanlaştırılmasına direnen bir devlet olduğu olgusunu ekleyelim... Buradan, Katar’a diz çöktürme hamlesinin esasen “İran meselesi”yle bağlantılı bir hamle olduğu sonucuna varabilir miyiz?

AK Parti’nin sorunu: Şükrü Hanioğlu’nu takmamak!

Şükrü Hanioğlu her Pazar Sabah gazetesinde, derin tarih birikimiyle güncel siyasi sorunları harmanlayarak çok önemli makaleler kaleme alıyor. Bunlardan bazıları o kadar öğretici ve ikna edici oluyor ki, iktidarın, kendi merkez gazetesinde yer alan altın kıymetindeki bu tavsiyelere kulak asmamasına hayret ediyorum. Böyle anlarda, AK Parti’nin sorununun Şükrü Hanioğlu’nu takmamak olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Akar’ın cevaplarının akla getirdiği yeni sorular

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın TBMM 15 Temmuz Darbesi’ni Araştırma Komisyonu’na gönderdiği yazılı cevaplar, akla yeni soru işaretleri getiriyor. Mesela: Akar, darbeden üç gün sonraki ifadesinde 15 Temmuz’da Hakan Fidan’la yüz yüze görüşmesinden hiç bahsetmiyordu, şimdi ise onu o gün telefonla bizzat çağırdığını belirtiyor.

Akar ve Fidan’ın işi şimdi daha da zor

15 Temmuz günü öğle saatlerinde MİT’e yapılan ihbarın bir darbe ihbarı olduğunun ortaya çıkması, o güne dair soru işaretlerini hem besledi hem de onların aydınlatılması yolunda önemli bir adım oldu... Ve tabii böylece Hulusi Akar ve Hakan Fidan’ın izah etmeleri gereken noktaların altı bir kez daha kalın çizgilerle çizilmiş oldu.

Müslümanlar, Japonlar ve modern yaşam

“Batı'nın ayartıcı kültürü ve toplum tahayyülüne Müslüman bir toplumda karşılık bulunabilir mi?..” Akif Emre’nin, vefatından kısa bir süre önce bir kez daha gündeme getirdiği tartışma, Batı kültürüne, yaşam tarzına ve Hıristiyanlığa karşı direnebilmek için birkaç yüzyıl boyunca içine kapanıp Batı’yla bütün temas olanaklarını kopartan Japonya’nın tecrübesini akla getiriyor. Bu tecrübe, modernliğe karşı direnme imkânları hususunda iyimser şeyler söylemiyor.

Bugünün barışçılarının dünkü savaşçı hezeyanları

Militarizme ve savaşa ilkesel bir muhalifliği olmayanlar, duruma göre rahatlıkla bir barışçı bir savaşçı olabiliyorlar. Bakın, ABD’nin önce Afganistan’a ardından da Ortadoğu’ya saldırdığı 2000’in başlarında, bugünün Misâk-ı Millî barışçıları nasıl çığrından çıkmış bir savaşçı hezeyan içindeymiş...

Misâk-ı Millî barışçısı Ertuğrul Bey’in seferberlik yılları

Hürriyet gazetesi köşe yazarı Ertuğrul Özkök, “Mehmetçiğin sırtından savaş ilan edenlere” çok öfkeli... Orduya Misâk-ı Millî sınırları dışında görev biçenleri biçiyor âdeta. Özkök’ün “Mehmetçiğin sırtından” ona buna savaş ilan ettiği günleri bilmesek, onun bir Misâk-ı Millî barışçısı olduğuna inanmak işten bile olmayacak.

‘Trump ne diyecek’ beklentisi ve ideolojik pozisyonların uçuculuğu

Dünyanın iki kutuplu olmaktan çıkması, ülkeleri, sık sık değişen uluslararası pozisyonlar nedeniyle sürekli karar almak ve karar değiştirmek zorunda bırakıyor. Bugünün dünyasında bir pozisyona kesin tanımlı ideolojik bağlılıklar, yeni karar ânı gelip dayattığında pozisyon sahiplerini zelil durumlara sürüklüyor, bir nevi “söylediğini yutmak” durumu hâsıl oluyor.

‘Kürt koridoru’na ‘en az dört cep’ten müdahale…

Hürriyet gazetesinin Ankara Temsilcisi Hande Fırat, Türkiye’nin belirli koşullar oluştuğunda dört noktadan Suriye’nin Kürt bölgesine müdahale edeceğine dair önceden alınmış bir karar olduğunu söylüyor. Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül de “en az dört noktadan tereddütsüz müdahale” diyor...

Al Jazeera Turk, deliliğin ortasında sakin, dengeli bir adaydı…

Al Jazeera Turk ahlaklı, dengeli, sakin bir gazetecilik arayışındaki pek de kalabalık olmayan bir kitleyi geride bırakarak veda etti. Aslında çok daha büyük bir izleyici kitlesini hak ediyordu, fakat Türkiye’de “muhalif” gazetecilik ve “düşmana karşı” gazetecilik o kadar büyük bir bağımlılık yaratmış durumda ki sakin, dengeli ve eleştirel bir gazetecilik geniş okur kitlelerine “çekici” gelmiyor... Yine de geride hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir iz bırakılmış durumda... Ülke deli gömleğinden sıyrılıp narmalleştiğinde o izin üzerinden yürümek isteyeceklerin yolu daha açık olacak.

AK Parti, “merkez sağ” olmaya mı hazırlanıyor?

Erdoğan’ın sözleri salt “son dönemde kötü sınav veren İslamcılar”ın tasfiyesini imâ etmiyor. Erdoğan’ın sözlerinin “İslamcılığın da tasfiyesi” anlamına gelen daha derin göndermeleri var... Bu aşamada şu soruyu sormak gayet yerinde olur: AK Parti, yeni dönemi bir “merkez sağ” parti olarak karşılamaya mı hazırlanıyor?

İslamcılığın AK Parti’den tasfiyesi: Devlet, tartışmanın neresinde?

On dört, on beş yıldır kendi doğal salınımında sürüp giden, sadece gerilimin merkezinde yer alan aktörlerin farkında olduğu bir süreç neden ve nasıl çatışmalı, tasfiye talepli bir görünüme bürünüverdi? AK Parti’nin eski devlet bürokrasisi ile girdiği yeni ilişkiler hesaba katılmadan bu soruya ikna edici bir cevap verilebilir mi?

AK Parti’deki ‘İslamcılık’ tartışması

AK Parti’deki bir durup bir başlayan “İslamcılık” tartışması 16 Nisan referandumundan sonra yeniden alevlendi. İslamcıların tasfiyesi talebiyle yeni bir ivme kazanan tartışmanın “Küçük” bir kıvılcımdan kaynaklanması kimseyi yanıltmamalı; bu talebin dar bir çevreden ibaretmiş gibi görünen sahiplerinden çok görünmeyen, şimdilik öne çıkmayan sahipleri önemli.

Krikor Zohrab, Hrant Dink ve 24 Nisan…

Bundan tam 102 yıl önce, bugünün (24 Nisan) gecesinde bir grup Ermeni yazar, sanatçı, avukat, doktor, mebus vb. İstanbul’daki evlerinden alınıp götürüldüler ve çoğu bir daha geri dönemedi. Gerçi Krikor Zohrab onlardan biri değildi ama aynı yıl içinde, 2 Haziran’da o da benzer bir akıbete uğrayacaktı. Krikor Zohrab gibi, Hrant Dink gibi radikallikten uzak kişiler, farklı kimliklerin boğazlaşmasının önündeki en büyük engeldi ve bu nedenle asıl onların ortadan kaldırılması gerekirdi.

Yollar yetmiyor, ‘hizmet’ yetmiyor…

16 Nisan referandumu bir kez daha yatırıma, hizmete, projeye boğulmuş seçmenlerin hukuk, adalet ve demokrasideki aşınmayı önemsemeyecekleri varsayımını doğrulamadı. Özellikle İstanbul, “hizmet”in bu kadar vurgulanmasının AK Partili seçmenler üzerinde bile sinirlilik yarattığını gösteriyor. Bu, kendi seçmenlerinin AK Parti’ye üçüncü “hizmet yetmez” ihtarı... Şimdiye kadarki ihtarlar hasarla atlatıldı ama, dördüncüsünde böyle olmayabilir.

‘Fiil’e ve ‘söz’e odaklanan iddianameler arasındaki bariz inandırıcılık farkı

15 Temmuz darbe girişimine fiilen katılmakla suçlanananların iddianameleriyle; 15 Temmuz’a yazı ve sözleriyle fikrî lojistik destek vermekle suçlananların iddianameleri arasında bariz bir inandırıcılık farkı var ve bu hiç şaşırtıcı değil.

17-25’ten bugüne: ‘Yarım gerçek’le iktidar ve muhalefet siyaseti

İktidar, 17-25 Aralık’ın sadece darbe, muhalefet de sadece yolsuzluk olduğunu öne sürmüştü. 2013’te “yarım gerçek” üzerine kurulan bu iktidar ve muhalefet stratejileri, siyasetin bugünkü pejmürde biçimine bürünmesinde belirleyici bir rol oynadı.

Parodi gibi gerçekler hızla çoğalıyordu, birinciliği Cumhuriyet iddianamesine verdiler

Siyasette ve yargıda, parodi olarak yazılıp oynansa güleceğimiz kimi durumlar bir bir gerçek kılığında karşımıza çıkıveriyor... Kılıçdaroğlu’nun ve Erdoğan’ın bazı konuşmaları bu türden... Fakat siyasette gülüp geçebileceğimiz kimi durumlarla yargıda karşılaşınca, ister istemez nutkumuz tutuluyor. Siyasette ve yargıda son dönemde karşımıza çıkan “parodi gibi gerçekler” kategorisinde birincilik Cumhuriyet gazetesi iddianamesinin...

Referandumda 60’a 40, 65’e 35 gibi oranlar mümkün mü?

Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, anketçilerin “neredeyse eşit” dedikleri evet-hayır oyları için garip bir tahminde bulundu: “Yüzde 60-70 'Evet' de 'Hayır' da diyebilir..." Böyle bir tahmin ancak, anketlere eğilim beyan eden seçmenlerin gerçek tercihlerini gizlediklerini düşünen bir siyasetçinin tahmini olabilir. Belli ki Tuğrul Türkeş de, kavramı adlı adınca kullanmadan “tercih çarpıtması”nın bu referandumdaki belirleyici önemine işaret ediyor.

‘FETÖ avı’nda av olmak…

Hükümete yakın yazarlar, “FETÖ”ye karşı mücadelede “At iziyle kurt izini bilinçli bir şekilde birbirine karıştıran operasyonel eller”den giderek daha fazla söz etmeye başladı. Bu türden “irade”ler devredeyse, mesela, zamanında “FETÖ’nün inşaat şirketleri”nden daire alıp bugün her adımlarında duvarla karşılaşan çaresiz insanların hikâyeleri de belki böyle “irade”lerle bağlantılıdır.

Soru, ‘Gülencilerin hiç mi kabahati yok?’ değil ki…

15 Temmuz darbe girişimine dair Birleşik Krallık Avam Kamarası Dışişleri Komitesi’nce hazırlanan rapor, ordu içinde darbeye fiilen iştirak eden güçlerle ilgili tartışmayı yeniden alevlendirdi. Hükümete yakın gazeteciler, darbe girişiminin Kemalist subayların da içinde olduğu bir koalisyonun işi olduğunu belirten raporu “objektif” bulurken, medyadaki klasik Atatürkçüler rapordan rahatsız olmuş görünüyorlar.