Alper Görmüş
Başsavcının mektubu ve AİHM’in ‘Nokta dergisi baskını’ kararındaki ‘whistleblower’ vurgusu
Başsavcı İsmail Uçar, HSK’ya gönderdiği mektubunda “Batı toplumlarında ‘whistleblowerları’ (derin gırtlaklar) korumaya yönelik yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu müessesenin bizde de teşviki gerekmektedir” demişti. Bu noktada AİHM’in Türkiye’den önüne gelen bir dosyada verdiği kararda, ‘whistleblowerlara’ dair mahkeme tarihinde ilk kez hüküm kurduğunu hatırlatmak isterim.
İttihatçı ruh (3): Esasen kendiliğinden ve ‘doğal’, fakat bir yanıyla da üretilmiş ve ‘proje’
15 Temmuz darbe girişimini izleyen aylarda, anlamı ve önemi ancak ‘alıcı gözle’ bakıldığında fark edilebilecek iki ‘söylem’ dikkat çekti. Bunlardan biri, Erdoğan’ın, önceki 14 yıllık iktidarı boyunca hiç telaffuz etmediği Misâk-ı Millî temalı konuşmaları, öbürü de “İslamcıların AK Parti’den tasfiyesi” tartışmalarıydı. Bunların ikisi de AK Parti’nin devletle bütünleşmesi macerasının bilinçle öne çıkarılmış son iki çıktısıydı.
İttihatçı ruh (2): Bugün baskın ama 15 yıl önce AB’ye, 10 yıl önce Çözüm Süreci’ne onay veren de aynı toplum
Türkiye halkı barış, huzur ve refahla bağlantısı kurulduğunda, değişmeyecek gibi görünen katı ideolojik ve kimliksel tutumlarını kolayca gevşetebiliyor ve hatta yaralı benliğinin müsebbibi olarak gördüğü Batı’ya bile farklı bir nazarla bakabiliyor. Bu bahiste yakın tarihte yaşanan en çarpıcı örnek Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin (AB) bir parçası olmaya doğru gittiğine inanıldığı dönemde her kesimden insanın bu sürece verdiği destek… AB örneği, yaralı benliğin izalesinin ille negatif bir milliyetçilik üzerinden gerçekleşmek zorunda olmadığını gösteriyor.
Yeni İttihatçı ruh halinin derinliği o kadar da fazla olmayabilir mi?
Etyen Mahçupyan bir yıldır kaleme aldığı ‘Yeni İttihatçılık’ yazılarında çok muhkem bir toplam koydu ortaya. Benim bu toplamda emin olamadığım, dolayısıyla Mahçupyan kadar güçlü bir biçimde savunamayacağım sadece bir nokta var: Yeni İttihatçılığın önümüzdeki 10 yıllar için (de) neredeyse kaçınılmazlığına dair imâ ve öngörülerin erken ve aşırı olduğu kanaatindeyim. Türkiye’nin yeni yüzyılının böyle şekillenmesi çok güçlü bir ihtimal fakat böyle olmayabilir de.
Bu AİHM de çok şey yani; ülkenin başkanının konuşmaları var, daha artık ne “kanunsuz ceza olmaz” falan…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014 başlarındaki bazı konuşmaları sadece iktidar ve iktidar basını tarafından değil, yargı tarafından da Gülen cemaatinin bir terör örgütü olduğunun miladı ve ‘kanuni gerekçesi’ olarak benimsendi, hükümler böyle verildi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 17 Mart 2017 tarihli genel kurur kararından: “17/25 Aralık bürokratik darbe girişimini müteakip ilk defa Devlet katında yüksek sesle FETÖ / PDY terör örgütünün silahlı bir terör örgütü olduğu açıkça vurgulanmış[tır]… [Dolayısıyla 17/25 Aralık’ın FETÖ/PDY’nin] terör örgütü olarak nazarı itibara alınmasının miladi tarihi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır…” AİHM, hukukumuzun yerli ve milli özünü bilmediği için TC devletine naif sorular soruyor.
İktidar ve muhalefet seçmeninin aynı anda ‘partisini cezalandırma’ duygusu taşıdığı ilk yerel seçim
Oy verip iktidara getirdiği fakat uygulamalarından memnun olmadığı partisini yerel seçimde cezalandırmak, seçmenlerin sık sık baş vurduğu, sevdiği bir oyun… Anlamak kolay: Partisinden şikâyetçi olan fakat merkezi iktidar kaybından da korkan seçmenler yerel seçimi fırsat sayıyor uyarı için. Ağır ekonomik sıkıntıların iktidar seçmenini Mart’ta bir kez daha bu oyuna sevk edeceği açık. Fakat bu seçimi ilginç kılan, ilk kez muhalefet seçmeninin de ‘oyun’a dahil olma arzusu… Şurası kesin: Bu seçimde iktidar ve muhalefet seçmenlerinden oluşacak cezalandırıcılar kararsızlardan çok olacak. Kamuoyu araştırmacılarının “cezalandırıcılar”ı ayrı bir başlık altında ölçmesi makul bir fikir gibi görünüyor.
Merak ve kuşku mesleği gazeteciliğin ‘Profesör Kâbus’ sınavı
Psikiyatr Prof. Salih Zoroğlu çocuk ve ergen hastalarına ilaç verip telkinde bulunarak anne-babalarının kendilerine tecavüz ettiğini itiraf etmeye zorlamış. İnanması zor ama olabilir ve konuya dair savcı-polis soruşturmasını haberleştirmek gazetecilerin hakkı da görevi de. Fakat bu tarzda mı? Tuhaf ama gerçek: Türkiye’de gazeteciler, haberlerinin öznelerini polis ve savcılarla birlikte suçlamazlarsa, haberlerinin inandırıcılığının azalacağını sanıyorlar.
Erdoğan’ın ‘özgürlükçü’ sözlerinin gerçek sanıldığı o birkaç saatin öğrettikleri
Erdoğan’ın “yeme-içme kültürü” hakkındaki -gerçek olmadığı sonradan ortaya çıkan- ‘özgürlükçü’ çıkışını yorumlayan seküler sosyal medya kullanıcılarının neredeyse tamamı onun bu fazla radikal sözleri sarf etmesinde bir inandırıcılık sorunu görmedi, onların Erdoğan’a ait olduğuna inandı. Bizatihi bunun ve ilaveten yaptıkları yorumların içeriğinin muhalif ruh halini anlamada önemli ipuçları barındırdığını düşünüyorum. İktidar destekçilerinin -sözlerin içeriğinden memnun olmasalar bile- sessiz kalmaları da irdelenmeye değer; özellikle de benzer durumlarda muhalif seçmenlerin kendi partilerine karşı yönelttiği ani, hızlı ve sert tepkilerle karşılaştırıldığında…
‘Muhalefet siyaset yapmıyor’ çünkü iktidar icraatının teşhiri etkisiz ve anlamsız; bu benzersiz siyasi anomali nasıl oluştu?
Şu günlerde herkesin dilinde aynı haklı eleştiri var: “Muhalefet eskiden de kelimenin gerçek anlamıyla siyaset yapmazdı ama hiç değilse konuşurdu, artık o da yok…” Neden böyle? Çünkü anlaşılması zor olsa da düpedüz yanlış iktidar politikalarının ‘teşhiri’ suya yazılmış gibi sadece silik bir etki yaratıyor ve bu da kendisiyle birlikte muhalif siyaseti anlamsızlaştırıyor. Türkiye’de yıllardır yaşanan bu tuhaflık son seçimden sonra iyice kökleşti. Buraya nasıl geldik? Hangi sosyal-psikolojik ortam iktidara böyle bir ‘güzellik’ sunuyor? Buradan nasıl çıkılır? Benim, konu siyaset olunca biraz tuhaf karşılanabilecek bir önerim var: Bir süreliğine siyasi teşhirden vazgeçmek.
Yalanda yaşayanların Sezgin Tanrıkulu’na karşı başlattığı seferberlik
Şu anda toplum Sezgin Tanrıkulu’na karşı iktidarından muhalefetine hatta kendi partisine kadar, bildiği aile içi tecavüz vakasına birbirinin yüzüne baka baka ‘yok’ muamelesi yapan ve ‘var’ diyen mensubuna dünyayı dar eden bir aile gibi davranıyor… Ve çürüyor.
İnternet, cep telefonu ve sosyal medya olmasaydı popülist liderler yine de zuhur eder miydi?
Elitlerin 20. Yüzyıldaki hegemonik üstünlüğü, sahip oldukları bilgi birikimi nedeniyle esasen daha az eğitimli kesimlerin rızasına dayanıyordu. 21. Yüzyılla birlikte devreye giren yeni iletişim teknolojileri elitlerin bilgi tekelinin kırılmasında tayin edici bir rol oynadı. Geniş kitlelerin kamusal tartışmaya bu çapta katılımını sağlayan iletişim teknolojileri olmasaydı, aydınlanmış-elitlerin ‘üstün’ konumu ve ‘doğru’yu belirleme ‘hakları’ sorgulanabilir miydi? Bu soruya mutlak bir ‘sorgulanamazdı’ cevabı verilemez, fakat ortaya çıkacak itirazın, elitlerin yönetme ‘hakkına’ gösterilen rızaya bugün idrak ettiğimiz ölçüde bir darbe indiremeyeceği de açık.
Çağımızın sınıf savaşı duygular ve kültürler dünyasında yaşanıyor
Zizek, 2019’da halktan gelen bazı taleplerin “vizyonsuz” olabileceğini, ilerleme sağlayamayacağını, böyle durumlarda doğru tavrın o taleplere kulak asmamak olduğunu söylemişti; geçtiğimiz ay yazdığı bir makalede bu görüşlerini daha da radikalleştirdi. Haklılığı-haksızlığı bir yana, Zizek’in tartışmayı hak eden çok önemli şeyler söylediği açık, fakat bunlar aynı zamanda, ‘aydınlar’la halk arasında 60-70 yıl önce açılmaya başlayan mesafenin günümüzde hangi noktaya ulaştığını da gösteriyor.
En alttakiler neden patronlardan çok ‘aydınlanmış, ilerici, elit’ sınıflara ‘gıcık’
Beş yıl önce epeyce ürkek bir biçimde sorduğum soruyu şimdi daha kuvvetli bir şekilde soruyorum: Acaba, diyorum, liberaller, demokratlar ve hatta hiçbir talebin işçi sınıfının taleplerinden üstün olmadığını savunan solcuların 1960’lardan itibaren öne çıkardığı taleplerde ve o talepleri savunurken baş vurdukları dilde bir sorun olabilir mi? Ve bu sorun, kendilerini, o taleplerin eğitimli taşıyıcılarının kullandığı imkânlardan mahrum sayan daha az eğitimli ve daha yoksul kesimlerde, son evresinde öfke patlamasına yol açan bir tepki birikimine yol açmış olabilir mi?
Şimdi de Milei… 21. Yüzyıl: ‘Aydınlanmış’ların iktidarının sonbaharı ya da popülist liderlerin yükselişi
Öfkenin bir ‘level’ üstündeki nefret, umuttan da sevgiden de daha yoğun bir duygu. Öfke de nefret de suni olarak yaratılamaz fakat toplumda temelleri olan bir öfkeyi (ya da nefreti) besleyip yaygınlaştırmak, hatta üstünde sörf yaparak iktidar olmak mümkün. Popülist liderler, sahip oldukları bu basit fakat büyük bilgiye yaslanarak ve her şeyi maddi ilişkilerin (‘rasyonel’in), maddi çelişkilerin belirlediği tezini yanlışlayarak iktidara yürüyor. Peki, yürürken, toplumlarda temelleri olan hangi öfkeyi besleyip büyütüyorlar ve o öfke neden var?
Muhalefet yenilince teklifi de yenilmiş sayıldı; sayılmamalı…
Seçimlerden sonra zaman zaman kendimi büyük bir ‘doğru’yu yanlış pratikleriyle heder eden muhalefet liderliklerine (sadece Kılıçdaroğlu değil) sinir olurken buluyorum. Yine böyle bir ruh halindeyken ve onların bile savunamaz hale geldiği ‘doğru’larını savunmak amacıyla bir yazı yazmaya karar verdiğim bir sırada karşıma aşağı yukarı söylemek istediğim her şeyi söyleyen bir yazı çıktı.
“Yetmez ama evet Kılıçdaroğlu” diyenler; pişman olmayın, YAE’de böyle riskler vardır!
Yeminli ‘yetmez ama evet’ (YAE) düşmanları son yıllarda siyasetlerini defalarca “yetmez ama evet” çizgisi üzerine kurdu. Doğru yaptılar, çünkü temel ve en büyük siyasi hedefleri Erdoğan otoritarizmine son vermekti fakat kendi güçleriyle bunu yapabilmeleri imkânsızdı. Nitekim 2014 ve 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendilerinden olmayan başkan adaylarını desteklediler. Bunlara şimdi de Kılıçdaroğlu eklendi. Bu kesimler üç yenilginin ardından da pişmanlık sergiledi. Bu gereksiz duygunun sebebi açık değil gizli YAE’ci olmalarıydı.
Kılıçdaroğlu’nun en feci işi, ondan önceki Kılıçdaroğlu’nun da yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor
İki seçim arasında Ümit Özdağ ile yaptığı gizli protokol ve onun açığa çıkmasından sonraki performansı, Kılıçdaroğlu’nun bizim bildiğimiz ve inandığımız siyasetçi ve insan olmadığını ortaya koydu. Son yıllarda izlediği birleştirici çizgiyi destekleyenlerin bir bölümü şimdi "Onu göndermek isteyenler CHP'yi eski, dar, taşlaşmış ideolojisine ve siyasetine mahkûm etmek istiyor" gerekçesiyle Kılıçdaroğlu’nun hakikatinin bir bölümünü görmezden geliyor. Bunun CHP’ye de Kılıçdaroğlu’na da bir faydası yok.
“Engin Dinç kimdir, kaç yaşında, nereli?”
Konya Emniyet Müdürü Engin Dinç’in Ankara Emniyet Müdürlüğüne atanması dün bütün yayın organlarının internet sitelerinde “ne yer, ne içer”e ramak kalmış bir başlıkla ve standart bir portre-haberle duyuruldu. Evet, sıradan, sıkıcı bir portre-haber… Oysa niyeti olan bir gazetecilik için hayli ilginç ayrıntılar vardı Engin Dinç’in gerçek portresinde.
İhbarcı binbaşının sözleri ‘tutanak’ta kaldı, resmiyet kazanamadı ve Akar bu sayede yedi yıl sonra yine “darbe ihbarı yoktu” diyebildi
MİT, 15 Temmuz darbe girişimini ihbar eden binbaşı O.K.’nın ifadesinin alınmasına savcılık talebine rağmen izin vermedi ve o gece MİT müsteşarını ‘almakla’ görevli Kara Havacılık Okulu’na açılan davanın iddianamesi ‘domatessiz menemen’ misali O.K.’sız yazıldı. Fakat daha sonra iki savcı ihbarcı binbaşıyla görüştü ve bir tutanak tuttu. O.K. orada darbe ihbarında bulunduğunu açıkça söyledi… Hulusi Akar yedi yıl sonra ilk kez konuştu ve bu kritik açıklamayı görmezden gelerek “15 Temmuz’da darbe ihbarı yoktu” dedi. Gerek alınamayan ifade gerek Akar’ın vurgusu ve ısrarı gösteriyor ki, 15 Temmuz’un hakikatinin anlaşılmasında binbaşı O. K.’nın ihbarının içeriği ‘anahtarların anahtarı’ niteliğindedir.
Yedinci yılda Gülen’in ‘dizinin dibinden’ gelen itiraf: “İçimizden birileri Gülen’i Akar’ın darbe yapacağına inandırdı”
2021’de kaleme aldığı “Cemaat İçeriden Adım Adım 15 Temmuz’a Nasıl Sürüklendi” başlıklı uzun yazı dizisi nedeniyle ‘Cemaatin övündüğü gazeteci’den ‘Cemaat haini gazeteci’ye dönüşen Ahmet Dönmez’in yazdıkları, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Fethullah Gülen’e en yakın isim olan ‘molla’ Osman Şimşek tarafından doğrulandı: “İlk defa burada söyleyeceğim bunu, söylemek ihtiyacı hissediyorum. Biz hizmet hareketi olarak çok büyük bir tuzağa çekildik. Sırtımızdan büyük bıçaklandık, büyük hançerlendik. O şer ekip herkesi mutlaka bir şey olacağına inandırdı.”
Hoşça kal Ronicim; seni yazılarının eşliğinde bana gönderdiğin yaşlılık/yaşlanma şiirlerinle uğurluyorum
Cumartesi sabahları yayımlanan yazılarını Cuma günleri gönderdiğinde Roni’yle mutlaka bir mini WhatsApp sohbeti olurdu aramızda. Şimdi dönüp onları tek tek okuyorum yüzümde bir gülümsemeyle. Sanıyorum zaman zaman yapacağım bu işi… 30 Eylül 2022’de “bunlar benim yaşlılık/yaşlanma şiirlerim” diye iki şiir göndermiş, sonrasında da bunu itiyat haline getirmişti. Sorduğumda, “Evet” demişti, “kitaplaştıracağım…”
Gülenciler’in “15 Temmuz’da biz yoktuk”; iktidarın “sadece FETÖ’nün işi” iddialarına karşı iki yeni tanıklık
15 Temmuz darbe girişiminin yedinci yıldönümünün öncesinde, 15 Temmuz davalarından birinde dile getirilen bir tanıklık, o gün darbe sahasında sadece Gülencilerin olduğu şeklindeki iktidar anlatısını zora soktu. Geçtiğimiz günlerde bir başka tanıklık Cemaat’in içinden geldi. O tanıklık da Gülencilerin 15 Temmuz’da iradi katılımlarının olmadığı, belki en fazla iktidarın Pensilvanya’nın rağmına hareket eden bazı Gülenci subaylara tuzak kurarak onları darbeye çektiği iddiasını çürüttü.
Yine 15 Temmuz soruları: Muhataplarının ‘duymuyormuş gibi’ yapamayacağı günlerin geleceği umuduyla…
Soruları suya yazılmış gibi olanların psikolojisini bilenlerdenim; en çok da her yıldönümünde dile getirmeyi itiyat edindiğim 15 Temmuz sorularını bir daha, bir daha sorarken hissediyorum bunu. Yine de en doğrusu ısrarla sormak ve muhatapların cevaptan kaçamayacağı günlerin gelmesini umutla beklemek… İşte benim “hâlâ cevaplanmamış oluşuna hâlâ şaşırmadığımız” diye tanımladığım 15 Temmuz sorularım…
Kılıçdaroğlu, yerel seçimi göçmenler üzerinden iktidarı zora sokacak bir kutuplaştırmayla kazanmayı mı planlıyor?
Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs’taki seçim yenilgisinin hemen ardından, 28 Mayıs’taki ikinci turdan önce telaşla ilan ettiği ‘yeni’ göçmen politikasının daha kapsamlısını, daha derinini daha gürültülü bir biçimde ilan etmeye hazırlanıyor olabilir mi? Yanılmayı umarak böyle bir ihtimalin ‘masada’ olduğunu düşünüyorum.
Erdoğan’ın ‘Makyavel’in öğrencisi’ olma süreci
Erdoğan'ın "Makyavel'in öğrencisi" olma süreci ne zaman başladı? Aslında hiç düşünmeden 2013'teki iki gelişmeyi gösterirdim: Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları. Fakat onlardan önce yaşanan "MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılması" hakkında Erdoğan'ın sonradan yaptığı değerlendirme, onun bu olayı ilk iktidar kaybı tehlikesi olarak algıladığını gösteriyor: "MİT müsteşarının ifadeye çağırılması, eğer ifadeyi verseydi, tutuklansaydı, arkasından hedefin kim olduğunu gayet iyi biliyorum.” (43. muhtarlar toplantısı, 11 Ocak 2018).Bu sözler, Erdoğan'ın hukukla sınırlanmadan, sertlikle ve korkutarak yönetme arzusunu ateşleyen ilk olayın 2012 tarihli MİT krizi olabileceğini düşündürtüyor.
Erdoğan hazır kendini çok güçlü hissediyorken neden ‘cömert, şefkatli yönetici’ imajına oynamıyor?
Makyavel, ünlü eseri Prens'te, iktidarla ahlakî ve dinî değerler arasında kurulan bağları reddetti, iktidarı kendinde bir amaç olarak tarif etti. Ona göre bu amaç o kadar meşru idi ki ona ulaşmak ve korumak için baş vurulacak bütün araçları da otomatik olarak meşru hale getiriyordu. Makyavel’e göre iktidar sahibinin kullanması meşru olan araçların başında da ‘korku’ geliyordu; yönetilenler ‘hükümdar’dan korkmalıydı… Yine Makyavel’e göre bir hükümdar sevilmeyi değil kendinden korkulmasını önemsemeliydi.
CHP’deki ‘kurucu ideoloji’ çağrıcıları mevcut yönetimi “aynı şeyleri deneyip farklı sonuçlar bekleme” diye eleştirebilir mi?
Aynı şeyleri farklı sonuç alacağı inancıyla onlarca kez tekrarlayan ve her defasında kaybeden birileri, yeni bir teşebbüsü bir daha ve sonra belki bir daha denemeyi önerenleri bu argümanla eleştirebilir mi? Olgun insan gerçekle yüzleşebilen insandır. Gerçek şu ki, ‘kurucu ideoloji’yle girilen bütün seçimleri kaybetti CHP. Ve bu gerçek ortadayken, onu unutup “aynı şeyleri deneyerek…” eleştirisi yapmak olgun insanların tavrı olamaz.
Mevcut koşullarda ‘yerli ve millî’ dışında kitlesel etki yaratacak başka ‘dava’ var mı?
Herhangi bir ülkede muhalefetin, iktidarın kullandığı, etki gücü ispatlanmış bir siyasi ‘dava’yı etkisizleştirebilmesinin önünde teorik olarak başlıca üç imkân vardır: a) ’Dava’nın sahte ya da abartılı olduğunu ispat ederek onu iktidar için kullanışsız hale getirmek, b) ‘dava’yı kendisinin daha iyi sahiplenebileceğini göstererek iktidarın elinden almak, c) o ‘dava’dan daha etkili alternatif bir ‘dava’nın sahibi olarak ortaya çıkmak… Muhalefet, bu ‘imkân’ların hiçbirini kullanamadı.
Bu Abdüllatif Şener portresini 15 yıl önce yazmıştım, şimdi kendime ‘bravo’ diyorum
Abdüllatif Şener, kurucusu olduğu AK Parti’den 2007 yılında ayrıldı. Cumhuriyet mitingleri ve AK Parti’yi kapatma davasının Türkiye gündemini esir aldığı günlerde meydana gelen bu gelişme toplumsal ve siyasi muhalefete ilaç gibi geldi; Abdüllatif Şener, “AK Parti’nin gerçek yüzünü teşhir eden” siyasi figür olarak kahramanlaştırıldı. Ben aynı fikirde değildim. 2008 Mart’ında, birkaç cümlesinden ve sezgilerimden yola çıkarak olumsuz bir Abdüllatif Şener portresi çizdim, portre Aktüel dergisinde yayımlandı. Malûm gelişmeler üzerine hatırlatmaya karar verdim.
‘Dava siyaseti’ ya da “mevcut gerçeklik ile iletişimi asgarî düzeye indirgeyerek” seçim kazanma sanatı
Ülkenin tek adamının, kendi ekonomik fantezilerini gerçek kılmak için yürüttüğü bir operasyon sonucunda yangın yerine dönen ülkesinde yapılan seçimi üstelik 21 yıllık bir yıpranmışlık döneminden sonra bir kez daha kazanmasını kavramak zor olabilir ama 14 ve 28 Mayıs’ta olan, tam olarak bu. İşin sırrı, ülkenin kahir ekseriyetinin içine yuvarlandığı büyük zorlukları perdeleyecek bir şey bulmadaydı. O şey, Türkiye’de 200 yıllık bir tarihi olan ‘dava siyaseti’ydi.