Ana SayfaGÜNÜN YAZILARILaik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (5): 2007 için zemini...

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (5): 2007 için zemini yumuşatma kampanyaları, 2003-2006

Türkiye'de siyasi iktidarın “geçici” olmadığı, tam tersine başka alanlarda da (ekonomik, sosyal, belki kültürel, vb.) iktidar kaymaları yaratabilecek bir güçte ve kapsayıcılıkta olduğunun ortaya çıkmaya başladığı 2004-2005'ten itibaren yalnız iktidardaki siyasi sınıfa değil onlara oy veren toplumsal kesimlere karşı da korku-nefret karışımı bir duygu oluştu. Bu durumda, siyasal ve sosyal alanlara girmeye başlayan yeni iktidar sahiplerine karşı mücadelenin neye dayandırılacağı da kendiliğinden ortaya çıkıyordu: Bu duyguyu daha da büyütmek, bu yolla mevcut iktidarla onun temsil ettiği sosyal sınıfları düşmanlaştırmak ve sonunda onları geldikleri yere göndermek!

Geçtiğimiz bölümlerde, zamanı geldiğinde iktidarın ‘zinde kuvvetler’ ya da ‘kurumlar’ tarafından hal’edilmesinin yolunun açılması için ülke çapında başlatılan provokatif eylemlerden, linç girişimlerinden söz etmiştik. O günler öyle günlerdi; iktidarın meşruiyetini kabul etmeyen birtakım ‘görünmez’ odaklara göre başta yargı ve ordu olmak üzere ‘kurumlar’ hâlâ ‘bizim’ kurumlarımızdı ve ‘sivil toplum’ olarak ‘bizim’ görevimiz (tabii ki açıkça zikredilmiyordu) ‘kurumlar’ın görevini yerine getirmesini sağlayacak ortamı sağlamak, zemini yumuşatmaktı.

Bu amaçla araç olarak başlıca iki hassas konuya odaklanan iki kampanya düzenlendi: İrtica ve misyonerlik… Birinci kampanyada “iktidar gündelik hayatın İslami kurallara göre düzenleneceği bir Türkiye peşinde” uyarısı yapılırken ikinci kampanyada Türkleri Hıristiyan yapmak üzere yurt çapında açıldığı iddia edilen yüzlerce kilisenin ve binlerce misyonerin yaratacağı “Türkiye’yi Hıristiyanlaştırma” tehlikesine dikkat çekiliyordu.

Bundan sonraki üç ya da dört bölümde bu iki kampanyayı ele alacağız. 2012’de kaleme aldığım fakat sonrasında yayımlamaktan vazgeçtiğim (bu diziyle ilk kez karşılaşanlar nedenini bu bölümün sonundaki ‘Sabitlenmiş Sunum’dan öğrenebilir) ‘2007’ başlıklı kitabın bu iki kampanyayı ele alan bölümlerine geçmeden önce sizin de dikkatinizi çekmiş olabilecek bir noktanın altını çizmek istiyorum.

Ne zaman dizinin yeni bir bölümünü hazırlamak için klavye başına geçsem, günümüzdeki birtakım olaylarla yeni bölüm arasında benzerlikler görüyorum. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Sarıyer’de Santa Maria Katolik Kilisesi’ne düzenlenen silahlı saldırı zihnimdeyken, kitaptaki misyonerlik bölümlerinde bu kilisenin adının yine karşıma çıkması gibi…

(2006’da Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi’nin rahibi Andrea Santoro kilisenin içinde vurularak öldürüldü. Santoro, ondan dört yıl önce de, 2007’deki Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi Yasin Hayal tarafından keser sapıyla darp edilmişti.)

***

‘2007’ kitabı: Beşinci bölüm

2005’te Mersin’de ortaya çıkan provokatif eylemlerin öncelikle Trabzon’da yankı bulması tesadüf değildi. Trabzon, Şubat 2006’da bir Hıristiyan rahibin “misyonerlik yaptığı” gerekçesiyle öldürülmesinden çok önce, alarm veren bir kent durumundaydı.

Trabzonlu gazeteci Ali Değermenci, 16 Nisan 2005’te Radikal için kaleme aldığı bir makalede o günlerin Trabzon’unu şöyle anlatıyordu:

“Yayımlanmakta olan yerel televizyon ve gazetelerde ‘derin izler’ görülmektedir. Derinlerden gönderilen bilgi notları, gazete manşetlerine, TV haber programlarına malzeme olabilmektedir. Son yıllarda Rumların Trabzon’da çalıştığı, gizli Hıristiyanlaştırmaların yapıldığı, misyonerlik faaliyetlerinin yeraltından yürütüldüğü türünden söylentiler, kimi bazı emekli askerlerin de yer aldığı gruplar tarafından dillendirilmektedir. Hatta bu kişiler işi Giresun’da Topal Osman’ı anmaya kadar götürmüşlerdir.”

Aslında bugünden (yani 2012’den) bakıldığında görünenler, olaylar yaşanırken de görülebilirdi. Belli ki “odayı ısıtmaya” çalışan birileri vardı ve gayet organize bir biçimde çalışıyorlardı; her zaman olduğu gibi halktaki milli-dini duyguları en kaba biçimleriyle harekete geçirip ortaya çıkacak enerjiyi kendi amaçları doğrultusunda kullanma çabası içindeydiler.

Fakat ne yazık ki basındaki bazı kamuoyu yaratıcıları, oklarını onlara değil de halkta neredeyse doğal bir biçimde bulunduğunu düşündükleri “geri” eğilimlere savuruyorlardı.

Sadece yüzeydeki su birikintilerine bakıp analiz yapan, buna karşılık “derin”deki akıntıları görmeyen ya da görmek istemeyen kalem erbabının esas iştigal alanı, “halk”a haddini bildirmekti. Bu çerçevedeki en “açık” yazı, linç olayından yola çıkarak kaleme sarılan Zülfü Livaneli’den gelmişti. Livaneli, Trabzon’daki linç girişimiyle ilgili olarak, kışkırtıcılardan ya da provokatörlerden hiç söz etmeden doğrudan doğruya “birtakım hırıltılar ve çığlıklarla konuşan halk”a bindirmeyi tercih etmişti:

“12 Mart, 12 Eylül gibi darbeler, ortaya ‘Sayın muhbir vatandaş’ tipini çıkarmıştı.  İnsanlar kendi mahallelerinde kalan öğrencileri, bekârları, kısacası kendi aile modellerine uymayan insanları ihbar edip duruyor, sonra da bu çocukların sabaha karşı askeri araçlara doldurulup götürülmelerini perde arkasından zevkle seyrediyorlardı.

“Şimdi işler ilerledi ve linç girişimleri başladı. Cezaevlerindeki yaşama koşullarının insani hale getirilmesini isteyen ve bunun için bildiri yayınlayan gençler öldürülmek isteniyor. (…) Belki bazı okurlarımız itiraz edecek ve bu insanlara ‘halk’ dememizi yadırgayacaktır. İyi ama ne diyelim? Yıllardır şaşmaz bir isabetle en adi televizyon programlarını listenin başına oturtan, höyküren türkücülere tapan, şehirlerin içine eden, sokakları kirleten, hayvanları öldüren, maçlarda birbirini doğrayan, ana dilinden uzaklaşıp bir takım hırıltılar ve çığlıklarla konuşmaya başlayan, direksiyon başına geçtiğinde herkesin hayatını tehlikeye atan, anasını ağlatanlara ‘kurtar bizi’ diye haykıran, fırsatını buldu mu devleti kazıklayan, bildiri dağıtan gençleri öldürmek isteyen insanlara ne isim verelim?” (Vatan, 16 Nisan 2005).

Kulanım değeri en yüksek konu: İrtica

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının “konjonktürel”, “geçici” olduğuna dair başlangıçtaki yürek soğutan değerlendirmeler, iktidarın üçüncü yılına gelindiğinde yerini yavaş yavaş “bu siyasi iktidarın ve onun temsil ettiği sınıfların kalıcı olabileceği” duygusuyla yer değiştirmeye başlamıştı.

Bu, yalnız siyasal alanda değil hayatın başka alanlarında da bir “iktidar kaybı”nı ima ediyordu. Tarihte, bu türden geniş yelpazeli iktidar kayıplarının travmatik durumlar yaratabileceğinin çeşitli örnekleri vardı. Bu sosyal hali teorileştirenlerden biri olan Norbert Elias, bu türden iktidar kaybı yaşayan sosyal sınıfların ruh halini şöyle anlatıyordu:

“İktidar sahibi (güçlü) sosyal formasyonlar, kendileri zayıflarken diğerleri güçlenirse, kendi iktidarlarının zayıflamasını, sosyal statülerinin düşmesini ve dolayısıyla kendileri hakkındaki imajın değişmesini, son derece sınırlı bazı durumlarda kabul ederler… değerlerinin tehdit edildiği ve üstünlüklerinin ortadan kalktığı duygusuna sahip olurlarsa… vahşi hayvanlar gibi son derece tehlikeli olurlar… bu tür gelişmeler, insanları şiddet kullanmaya zorlayan (iten) son derece tipik ve sıkça rastlanan bir durumdur.” (Norbert Elias’tan aktaran, Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Kitabevi, Ocak 2002.)

Türkiye’de siyasi iktidarın “geçici” olmadığı, tam tersine başka alanlarda da (ekonomik, sosyal, belki kültürel, vb.) iktidar kaymaları yaratabilecek bir güçte ve kapsayıcılıkta olduğunun ortaya çıkmaya başladığı 2004-2005’ten itibaren, bazı sosyal sınıfların tepkisi Elias’ın anlattığına çok benzer bir biçimde tezahür etmeye başladı.

Kendilerini çağdaşlığın, modernliğin, bilimselliğin ve “Cumhuriyet değerleri”nin taşıyıcısı olarak gören bu sosyal tabakalar, yükselmeye başlayan yeni sosyal tabakalardan ve onların kamusal alandaki görünürlüklerinden büyük bir rahatsızlık duymaya başladılar.

Sözcülerinin ifadelerine bakılırsa korkuyorlardı, fakat duygularını biraz deşince bunun korkudan çok “nefret” olduğu ortaya çıkıyordu.

Bu durumda, siyasal ve sosyal alanlara girmeye başlayan yeni iktidar sahiplerine karşı mücadelenin nereye ve hangi duygulara dayandırılacağı da kendiliğinden ortaya çıkıyordu: Ortaya çıkan korku-nefret karışımı bu duyguyu daha da büyütmek, bu yolla mevcut iktidarla onun temsil ettiği sosyal sınıfları düşmanlaştırmak ve onları geldikleri yere göndermek!

Bu mücadele biçiminin etkili olabilmesinin en önemli koşulu, “düşmanlık” duygusunun seyrelmemesi, tam tersine daha da yoğunlaşmasıydı… Siyasi iktidarın ve yeni sosyal sınıfların “ontolojik” olarak “kötü” olduğu, dolayısıyla ona karşı mücadelenin, yapıp ettiklerine bakılmaksızın sürdürülmesi gerektiği savunulmaya başladı. “Düşman”, doğası gereği “iyi” bir şey yapamazdı, yapıp ettikleri arasında “iyi” gibi görünen bir şeyler varsa, onu öyle gören “çağdaş” biri kendisini gözden geçirmeliydi.

Kabaca, “İktidarda düşman var, düşmana karşı muhalefet edilmez, düşman imha edilir” diye özetleyebileceğimiz bir çizgiydi bu.

Bu çizgiyi bütün samimiyetiyle ilk ortaya koyan kişi, sonradan çok ünlenecek ve sembolik bir önem kazanacak “Kartaca Yıkılmalıdır” başlıklı yazısıyla Oktay Akbal olmuştu:

“Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: ‘Kartaca yıkılmalıdır.’ Roma’nın büyük düşmanı Kartaca’ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı.

“Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz. Şu bu, o öteki, evet bin bir olay var, bin bir çıkmaz var. (…) Bakıyorum çoğu arkadaşlar gündelik birtakım olayları yorumluyorlar, eleştiriyorlar. O düzelse, bu değişse, bilmem hangi sorun çözülse ya da çözülmese!.. Ne değişecek, ne yarar gelecek?.. İpleri takmışlar, istedikleri yere yönlendiriyorlar toplumu… Çalar saat çalıyor; yurtseverler seslerini yükseltiyor, uyanalım, onunla bununla uğraşıp vakit öldürmeyelim, şeriatçı kafaları iyi niyetlerle yorumlamaya kalkışıp kendimizi de, başkalarını da kandırmayalım!..” (Cumhuriyet, 10 Ağustos 2003).

AK Parti iktidarının ontolojik olarak “kötü” ve “yanlış” olduğu, ondan “iyi” ve “doğru” herhangi bir şeyin sâdır olamayacağına dair ‘postulat’, mükemmel dile getirilişlerinden birini bundan altı yıl sonra (2009), Bekir Coşkun’da bulacaktı. Coşkun, Tayyip Erdoğan’ın sanatçılara yönelik bir çağrısını memnuniyetle karşıladığını söyleyen Sezen Aksu’yla ilgili olarak şöyle yazacaktı:

“Sanatçı; çağdışılığı savunamaz… Medeni yaşamaya karşı duramaz sanatçı… Ve sanatçılar zeki insanlardır; toplumuna Ortaçağ yaşamını öneren, modern hayata karşı çıkan, laikliği bir kenara itip dinciliği referans alanların ‘iyi bir şey’ yapamayacaklarını bilir.” (Hürriyet, 25 Ağustos 2009).

Temel mücadele biçimi insanları korkutmak ve o korkular üzerinden sonuç almak olunca, insanların akıllarına değil duygularına hitap etmek çok daha verimli sonuçlara yol açıyordu. Çünkü böyle bir durumda, savunulan şeyleri temellendirmeye çalışmak da gerekmiyordu, hatta tam tersine böyle bir çaba tehlikeli bile olabilirdi. En uygun yol, zaten korkmuş ve belirli bir kıvama gelmiş kitleleri korkutmaya devam etmekti.

Nitekim o yol seçildi… Bu yola girilince de en uygun, en etkili ve en yaygın korkutma aracı kendiliğinden ortaya çıkıyordu: İrtica!

Ne var ki, AK Parti’nin iktidara gelmesinden önceki hava bir türlü yakalanamıyor, “irtica korkusu”, AK Parti’ye karşı mücadelenin temel motifi haline gelecek kadar büyümüyordu.

Türkiye’nin “çağdaş-laik-şehirli” kitleleri üzerinde korku yaratabilecek başka araçlara ihtiyaç vardı. “Emperyalizmin beşinci kolu misyonerlere karşı kampanya” işte bu çaresizlik içinde üretildi ve uygulamaya kondu.

Türkiye’nin statükocu-darbeci güçleri, 2003 ve 2004 darbe girişimlerinin başarısız kalmasının ardından, enerjilerinin önemli bir bölümünü, bu kampanyalar üzerinden iktidar partisini düşmanlaştırmaya ve toplum içinden olabildiğince geniş kesimleri bu sürece katmaya ayırdı.

Hedefin, Vatan gazetesinin seçimlerin hemen ardından işaret ettiği gibi 2007 olduğu belliydi.

Bugünden (2012’den) geriye baktığımızda, kabaca şöyle bir mühendisliğin tasarlanmış olduğunu söyleyebiliriz: 2007’ye kadar olabildiği kadar fazla sayıda insan “irtica” ve “misyonerlik” gibi temel; ”AK Parti iktidarının ‘gayri milli’ karakteri” vb. gibi ikincil başlıklar üzerinden olabildiği kadar çok korkutulacak ve zamanı geldiğinde bu korkunun yaratacağı enerji iktidarı hal’etmek için kullanılacaktı.

_________________

SABİTLENMİŞ SUNUM

“Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” başlıklı bu dizi çok uzun sürecek, çünkü aşağıda okuyacağınız gibi 10 yıl önce kaleme alınıp yayımlanmayan bir kitabın yeni ilavelerle tefrika edilmiş hali bu…

Dizi arasına zaman zaman güncel yazılar da girecek, dolayısıyla diziyle ilk kez karşılaşacak olanların “nereden çıktı bu” dememesi ve önceki bölümlerle bağlantısını kurması için böyle bir “sabitlenmiş sunum”u gerekli gördüm. Bu sunum her bölümün sonunda tekrar edecek.

***

Demokratlık ve liberallik Türkiye’de ne zamandır küfür terimi olarak tedavülde… Küfrü daha da okkalı kılmak için onlara kestirmeden “yetmez ama evet”çi deniyor. Bu damganın ne kadar işlevsel olduğu, yeni bir TV dizisinde yer alan “O vatan haini ‘yetmez ama evet’çi içerde mi” repliği etrafında sosyal medyada düzenlenen şenlik üzerinden bir kez daha ortaya çıktı.

“Yetmez ama evet”çilere karşı yıllardır sürdürülen saldırganlık, futbol kulübü yöneticilerinin kendi başarısızlıklarının faturasını hakemlere yıkmasına çok benziyor. Aynı onun gibi, seçimle gelmiş bir iktidarı başta TSK olmak üzere ‘kurumlar’ üzerinden hal’etmeye girişerek Türkiye’yi feci bir otoriterliğe sürüklemede oynadıkları rolü görünmez kılmak isteyenler, faturayı “yetmez ama evet”çi dedikleri demokratlara ve liberallere ciro etmek için yıllardır -kabul edelim- başarılı bir performans sergiliyor.

AK Parti demokratların ve liberallerin başlangıç yıllarında kendisine açtığı krediden muhakkak ki faydalandı, fakat onun katbekat fazlasını kendisini ‘iç düşman’ olarak kodlayan modern-laik kesimlerin husumetinden türettiği mağduriyet algısından elde etti; ne var ki demokratlar ve liberaller bitmez tükenmez bir “sizin yüzünüzden” saldırısına maruz kalırken meselenin bu yanı yokmuş gibi davranıldı.

2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide (Serbestiyet, 15 Aralık 2023) yer alan şu iki paragraf düşüncemi değiştirdi.

“(…) Çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti.”

(…)

“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru, Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”

İşte bu iki paragrafı okuduktan sonra, 2013’te yayımlamadığım kitabı özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim.

Bu dizide geçmiş yılları hatırlatıyorum, fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu, ‘kabahatlerini’ hatırlatmak için deşiyorum.

- Advertisment -