Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAlev Alatlı mı iktidara benzedi iktidar mı Alev Alatlı’ya?

Alev Alatlı mı iktidara benzedi iktidar mı Alev Alatlı’ya?

Acaba Alev Alatlı’nın devlete yaklaşmasının nedeni Mustafa Öztürk’ün dediği gibi salt devlet katında saygı ve itibar görme arzusu muydu yoksa iktidar ve devlete zamanla hâkim olan düşünceyle kendi düşüncesi arasındaki irtibat ve benzerlik mi? Gerçi her iki durumda da o kişiye entelektüel diyemeyiz ama ikisi arasında bir fark olduğu da muhakkak. Birincilerin ‘persona’ları (maskeli kişilikleri) güçlü kişilikleri zayıftır, fakat ikinciler için aynısını söyleyemeyiz, onlar esasen samimiyetle inandıklarının peşindedir. Ben, Alev Alatlı’nın ikinci kategoriden bir devletsever olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Öztürk, Alev Alatlı’nın ölümünün ardından YouTube kanalından onu ve AK Parti için seçim şarkısı besteleyen Orhan Gencebay’ı ele alan ilginç bir yayın yaptı. 2013 civarına kadar kendisine “bana entelektüelin somut örneğini göster” diye sorulsaydı vereceği “Alev Alatlı” cevabını 2013’ten itibaren defterinden sildiğini, kitaplarını da kütüphanesinin el uzaklığı bölümünden kaldırdığını anlattı.  

Keza Orhan Gencebay’ı da ergenlik-gençlik yıllarında (kabaca 1975-85 arasında) deli gibi sevmiş, bu sevgisi nedeniyle babasının azarlamalarına hatta şiddetine maruz kalmıştı. Şimdi babasının bunu duyunca “meğer bu Orhan Gencebay ne değerli insanmış” diyeceğine emin olduğunu, dolayısıyla duymuşsa ondan bir özür beklediğini de ilave etti sözlerine.  

Yani iki büyük hayal kırıklığı…

Ben bugün sadece Alev Alatlı’nın yarattığı hayal kırıklığı üzerine yazacağım. Çünkü aynısını ben de yaşadım fakat ondan uzaklaşmaya başlamamın tarihi Mustafa Öztürk’ten daha eskiye, 2008’e kadar gidiyor. Ölüm haberini alınca, o yılın Ocak ayında, yani tam 16 yıl önce Aktüel dergisi için kaleme aldığım Alev Alatlı portresini bulup okudum ve bir kere daha anladım ki mesele sadece Mustafa Öztürk’ün yaptığı ‘devlet ve entelektüel’ analizinden ibaret değil.

Öztürk haklı olarak aynı anda hem ‘devletin anası’ (Bkz. Erdoğan’ın Alatlı’nın cenazesindeki sözleri) hem de ‘entelektüel’ olunamayacağını söyledi yayınında. Yani tespitini, onun ömrünün son döneminde devletle kurduğu yakın ilişkiye bağladı ve böyle birinin, yani iktidar karşısındaki pozisyonu “sürekli bir tasvip, sürekli bir güzelleme” olan birinin bir zamanlar ne yazmış olursa olsun entelektüel sayılamayacağını savundu. Öztürk’e göre istisnalar hariç bu Osmanlı’da da Cumhuriyet’te de böyleydi; buralarda aydınlar devlete kapılanırdı ve dolayısıyla entelektüel olamazlardı.

Öztürk’ün entelektüelin devlete mesafesine nazaran yaptığı tanımın sağlam bir ölçüye dayandığı muhakkak. Fakat ben burada bir ayrım yapma ihtiyacı duyuyorum: Acaba devlete yaklaşmanın nedeni salt kişisel çıkar, devlet katında saygı ve itibar görmek midir yoksa iktidar ve devlete hâkim olan düşünceyle kendi düşüncesi arasındaki irtibat ve benzerlik midir? Gerçi her iki durumda da o kişiye entelektüel diyemeyiz ama ikisi arasında bir fark olduğu da muhakkak. Birincilerin ‘persona’ları (maskeli kişilikleri) güçlü kişilikleri zayıftır, fakat ikinciler için aynısını söyleyemeyiz, onlar esasen samimiyetle inandıklarının peşindedir; inandığını benimseyen devleti severler, bilgilerini onun hizmetine vermeyi bir görev bilirler. Ben, Alev Alatlı’nın ikinci kategoriden bir devletsever olduğunu düşünüyorum. Yine ve buna bağlı olarak da Alev Alatlı’nın devletle kurduğu, Mustafa Öztürk’ün kendisinden uzaklaşmasına neden olan 2013 sonrası ilişkinin salt kişisel çıkar, saygı ve itibar görme arzusu gibi şeylerle açıklanamayacağını söylüyorum. Yani: 2013’ten sonra iktidarın girdiği yerli-milli çizgisi aslında Alatlı’nın önerdiği çizgiydi ve devlet oraya gelince Alatlı da sevinçle, onaylanmışlık duygusuyla attı kendisini oraya.  

2008’deki “Dünyanın kaybolan büyüsünü ararken kaybolan yazar” başlıklı portresinde Alev Alatlı

Alev Alatlı’nınkinin de olduğu ilk portre kitabım “40 Benzemez Yüz”e birkaç okur “portrelerimin portreye benzemediği” gibi bir eleştiri yöneltmişti. 2010’da kaleme aldığım ikinci portre kitabım “Hayat Bilgisi”nin önsözünde bu eleştiriye şöyle bir cevap yazmıştım:

“Doğru, benim portrelerim körün fili tarifine benzer. Hadi kendime o kadar haksızlık etmeyeyim ve ‘portrelerim birkaç körün bir fili tarifine benzer’ diye düzelteyim. Öyledirler hakikaten: Çünkü ben portrelerini yazdığım kişilerin her şeyleriyle ilgili değilim, bana en önemli gelen bir ya da birkaç yanlarıyla ilgiliyim. Ben, onların o yanlarını deşmeye, açmaya gayret ediyor, o noktalardan kendimce ‘hayat dersleri çıkartıyorum.”

Alev Alatlı portresinde de öyle yapmış, onun giderek gömüldüğü ve zamanla da neredeyse inanç boyutuna varan “‘biz’e ait olan her şey süperdir” çizgisini açığa çıkarmaya odaklanmıştım. Bu tercihimin nedeni, Alatlı’dan uzaklaşmamın nedenlerini okurlarla paylaşma arzusuydu.

Alatlı’nın bu yönünü hatırlatmak için 2008 tarihli portreden bazı paragrafları sizin de dikkatinize sunuyorum:

Geldiği nokta, neredeyse mutlakçı bir “yerellik” güzellemesiydi. O kadar ki, bir söyleşide aşağıdaki soruya aşağıdaki cevabı vermişti:

Soru: “’Bizden olan’, ‘bu toprakların ürünü’, ‘yerel’ her şeye büyük bir hassasiyetle sahip çıkıyorsunuz. Bunun, ‘Kabilemin gelenekleri dünyanın en iyi gelenekleridir’ diyen adamın tavrından farkı ne?”

Cevap: “Farkı şurada. Ben savlarımın nedenini kıyaslamalı olarak açıklayabilirim; kabile adamı onu yapamaz. O, kendi kabilesinden başkasını tanımadığı için öyle konuşur, ben çok iyi tanıdığım için.”

Sizce bu sözlerle “üstün ırk Türkler” arasında çok büyük bir mesafe var mı?”

***

(Hrant Dink’in ölümünün üzerinden henüz bir ay bile geçmemişken): “Gel, kardeşim, gel! Gel de, yasakla bütün şehadetnameleri ekranlardan! Yasakla ki, muhtelif Samast zanlıları, dinleyip, dinleyip de büsbütün kudurmasınlar! (…) Yüreklerindeki savaşçıyı uyandırmaya kalkmasınlar! (…) Günümüz Türkiye’sinde eylemlerini usa vurmayanlara kuşku ile bakıldığını unutmasınlar. Usa vurmaz, hisseder, ve eyleme geçer olmak; kısıtlamaya, sansüre gelmezlik yerleşiklerin huzurunu kaçırır, ince ruhlu olanlarımızın midelerini bulandırır, bilsinler. (…)   ‘Polat’ tipolojisi de kim oluyormuş?!. Bırakın, yiğitlik, John’lara, Johnny’lere, marinlere, rambolara, dört köşe çeneli Marlboro erkeklerine kalsın. (…) Akıl vermek haddim değil; ama kadim bir Uygur diskuru vardır. ‘Kendinize güvenin!’ der, ‘Kendinize güvenin! (…) Sizler, anneleri tarafından sakınılmak durumunda olan özürlüler ya da çocuklar değilsiniz. Kavminizin kaderini eline almaktan kaçınan korkaklar değilsiniz. Sizler, mağdurların kefaretini ödeyecek, kâbustan uyandıracak yetişkin erkeklersiniz.’”

***

Bir yıl içinde başka neler mi dedi? Mesela Kürtlerin, “Dağ Türk’ü, kart kurt gibi tanımlamaların mizahi olduğu kadar da sevecen tınısını savsaklamamaları gerektiğini” söyledi. Kürt aydını Kendal Nezan’ın bir yazısına karşılık şöyle yazdı: “Sana ‘Dağ Türk’ demişsem bir tanem, kendimden ayırmamak için demiş olamaz mıyım?”

***

Mesela 301. maddenin kaldırılması talebi hakkında şöyle yazdı: “Bir, hakaretin olduğu yerde incitme kastı vardır, iki, ‘Türklük’ bir kimliğin ifadesi ediliş biçimi olduğundan, kendilerini ‘Türk’ sayan bireyleri doğrudan acıtmak/sindirmek vb. kastı ile kullanılabilen bir kavramdır. Ve bu niteliği ile ‘hakaret’ suç sayılmak durumundadır.”

Milliyetçiliğin adaleti bir değer olmaktan çıkarması ve Alev Alatlı örneği

Bazı bağlanma ve sevme biçimleri, adalet duygusunu önemsizleştirir, arka plana iter… Çocuğu mahalledeki arkadaşıyla kavgaya tutuşan babanın kendi çocuğunun haksız olma ihtimalini aklından bile geçirmeyip öbür çocuğa tokatı basmasında olduğu gibi mesela.

Milliyetçiliğin bakış açısıyla, ne olup bittiğine bakmaksızın mahalle arkadaşıyla kavgaya tutuşan çocuğunun yanında yer alıp arkadaşına tokatı basan babaya hak veren bakış açısı arasında hiçbir fark yoktur.

Milliyetçilik de bu örnekte olduğu gibi adaleti bir değer olmaktan çıkartan bir rol oynar. Belki de yanlış, hatalı davranılıyor olabileceğine dair bütün kuşkular bu mutlak haklılık duygusu üzerinden silinir, geriye ‘bizim’ adımıza ne yapılırsa yapılsın ‘bizim’ haklı olduğumuz bir tablo kalır.

Özetle: Alev Alatlı’yı devletin organik aydını haline getiren ve dolayısıyla onu bir entelektüel olmaktan çıkartan şeyin esasen onun düşünce yapısında gizli olduğunu unutmamak lazım.

Geldiği noktada hiçbir pişmanlık belirtisi göstermemesi ve muhtemelen hayata gözlerini mutlu bir insan olarak kapamasının nedenini de bence yine buralarda aramak lazım.

- Advertisment -