Alper Görmüş

ANALİZ | Kürtler, Kürt siyasetçiler ve Çanakkale

Kürtler, aynı ülkede birlikte yaşadıkları Türklerin kendilerine haksızlık ettikleri duygusunu ortak vatan vurgusuyla birlikte paylaşırken zaman zaman tarihten de örnekler veriyorlar. Bunların en başta gelen iki örneği 1071 Malazgirt savaşı ve 1915 Çanakkale savaşı… Birinci örnek tartışmalı fakat ikinci üzerinde hiçbir tartışma yok. Demirtaş’ın “Türkiyelileşme”yi Çanakkale’yle anlatması şaşırtıcı değil; 2009’da Osman Baydemir de ‘Demokratik Açılım’ sürecini sona erdiren Habur krizini Çanakkale Şehitliği’ni ziyaretle aşmak istemişti.

Bahçeli’den sonra TBMM Başkanı Şentop: İktidar siyasetçileri ‘Misak-ı Milli’yi hatırlatmaya devam ediyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra başlattığı Misak-ı Milli vurgulu konuşmalarına taze bir katkı 15 Temmuz’un 6. yılında TBMM Başkanı Mustafa Şentop’tan geldi. Şentop, TBMM’deki törende ‘Mavi Vatan’ı “Milli Misak’ın önemli bir tamamlayıcısı ve ayrılmaz bir parçası” olarak tarif ettikten sonra “Aziz milletimiz için ‘ilk hedefiniz Akdenizdir’ emri, lüzumu halinde ifası elzem bir vazife olacaktır” dedi. Önceden hazırlanmış sıkı örgülü bir metinde yer alan bu cümleleri Devlet Bahçeli’nin ‘Denizlerdeki Misak-ı Millimiz’ haritasından bağımsız düşünmek zor.

Hâlâ cevaplanmamış oluşuna hâlâ şaşırmadığımız 15 Temmuz soruları

“Ya saçmaladığımı gösterin ya siz de bir şey söyleyin…” Bu kalıbı, gazeteci olarak takip ettiğim, kamusal önemi apaçık ama ‘tekinsiz’ birkaç olayda habere bulaşmamayı tercih eden meslektaşlarıma hitaben birkaç kez kullanmıştım. Aynı kalıbı 15 Temmuz’a dair her yıl sorduğum sorular bağlamında bir kez daha tekrarlamak geliyor içimden: Ya sorularımın temelsiz ve yanlış olduğunu gösterin ya siz de sorun.

Son 30 yılda ‘sağ’da ve ‘sol’da Misak-ı Milli sesleri

Devlet Bahçeli’nin Ege’deki Yunan adalarının çoğunun ‘bizim’ olduğunu gösteren “Denizlerdeki Misak-ı Millimiz” başlıkla haritayla verdiği poz, işin bir tarihi olmasaydı yaklaşan seçimi kutuplaşma ve milliyetçilikle kazanma hesapları yapan iktidarın bir iç politika numarası olarak algılanır, üzerinde fazla durulmazdı. Fakat işin 100 yıllık bir tarihi var ve dolayısıyla her yeni vurgu bölge ülkelerinde bu basitlikte algılanmıyor, bir gün kuvveden fiile çıkacak bir niyet olarak görülüyor. Ama biz bu tarihin son 30 yılına bakmakla yetineceğiz.

Cumhur İttifakı altı yılda bölge ülkelerinin zihnindeki endişeyi pekiştirdi: “Türkiye Misak-ı Milli’den vaz geçmemiş”

Bir ülkede, başka bir ülkeye ait olduğu bilinen toprak parçalarının ‘bize’ ait olduğunu gösteren haritalar dolaştırılıyorsa, olağan şüpheli olarak akla hemen o ülkedeki, başka her ülkede de bulunan “aşırılıkçılar” gelir. Yine kimsenin aklına haritayla o ülkenin resmi makamları arasında bir bağ kurmak gelmez. Fakat mesele Ege’deki Yunanistan’a ait adalar, Lozan, Kerkük, Musul, Misak-ı Milli sınırları falan olursa iş değişir. Çünkü Türkiye 100 yıldır yalnız “aşırılıkçılar” marifetiyle değil, bizzat ana akım siyasetçiler üzerinden bunları tartışma konusu yapıyor.

“Stoltenberg ‘FETÖ terörizmi’ dedi” haberi hangi gazetecilik tuzağının çıktısıydı?

Gazetecilerin önüne gelen enformasyonun bazısı doğru olamayacak kadar ‘uçuk’tur. Böyle haberler gazeteciye adeta “dikkat et, mahçup olabilirsin” diye bağırır fakat bazen gazeteci yine de onu dinlemez. Bu türden vahim hatalar, gündeme damga vuracak büyük bir haberin altına imza atacak olmanın yarattığı mesleki-insani coşkuyla ‘kuşkuyu asla elden bırakmama’ düsturu arasındaki mücadeleyi birincinin kazanması sonucunda ortaya çıkıyor. Hele bir de ‘normal’ gazeteci değilseniz, işinizi iktidarı sevindirecek ya da üzmeyecek haberler vermek olarak algılıyorsanız, tuzağa düşme ihtimaliniz daha da büyür.

Polisle milletvekilinin karşı karşıyla geldiği iki taze olayın ışığında devlet-millet algımız

Bir milletvekili polise karşı müessif bir fiilde bulununca ortalığı birbirine katan Meclis başkanı, tersi gerçekleşip de bir polis milletvekiline müessif fiilde bulununca tek kelime etmezse, Meclis başkanı yönünden ortaya çıkan tuhaflığı nasıl açıklayabiliriz? Acaba Millet’in birinci olaya ikinciden daha büyük bir tepki göstermesi, Millet’in meclisinin başkanının nasıl olup da bu tuhaflığı göze alabildiğini izahta bize yardımcı olabilir mi?

Cüneyt Arkın: ‘Saçma’yı sahici kılan adam!

Son yıllardaki siyasi savruluşundan önce, 2008’de Cüneyt Arkın’ı anlatan bir portre kaleme almıştım. Aktüel dergisinde yayımlanmıştı. Ölüm haberini alınca o geldi aklıma, döndüm baktım. “Sevenleri, onun en ‘absürd’ filmlerinde bile garip bir samimiyet sezer, bu tür filmler onun ‘Cüneyt abi’liğine asla gölge düşürmez. Bunu, ne yaparsa yapsın ciddiyetle yapmasına ve yaptığı şeylere her zaman saygılı olmasına bağlıyorum” diye yazmışım. Hâlâ öyle düşünüyorum.

Harbiyelilerin tahliyesinde siyaset rol oynamış olabilir mi?

Ekim 20020’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Askeri öğrencilerle ilgili alınan kararların toplum vicdanını yaralaması ve adalete olan güveni zedelemesinden dolayı” avukatına bu davaların yeniden incelenmesi talimatını verdi. Yaşandığı günlerde bile ses getirmemiş, bugün ise kimsenin aklında olmayan iki yıl önceki cumhurbaşkanı inisiyatifiyle birlikte düşündüğümde, “acaba Harbiyelilerin tahliyesine siyaset mi yol verdi” sorusuna kafadan “saçma” diyemiyorum.

Bir Türkiye sorusu: Yoksa eşimi ‘bizimkiler’ mi öldürdü?

Gazeteci Umur Talu 2008’de şöyle bir soru sormuştu: “Milliyetçi, ulusalcı, Atatürkçü, Kemalist, cumhuriyetçi, artık her neyse, kendilerini bu sıfatlarla beyan edebilenlerin, tam da o kimliklerle anılan kişileri (de), kurumları (da) hedef alması nedir? Daha uzak geçmişin kimi olayına da böyle mi bakmalıyız?” (Sabah, 27 Ocak 2008). Ben de cevaben “Evet, tabii öyle bakmalıyız” diye cevaplamıştım Talu’yu. Fakat katledilen aydınların yakınlarının böyle bakmaları kolay değildi. Zaman lazımdı ve zamanı geldiğinde onlar da öyle bakabildiler.

Hablemitoğlu cinayetinin hemen sonrasındaki (2002) ve 20 yıl sonrasındaki (2022) medya telaşı

Konu bir insanın hunharca katledilmesi bile olsa, hakikat yerine -ideolojik yarar lehine- ‘bükülmüş hakikat’ peşinde olan bir medyamız var. Hablemitoğlu cinayetinin hemen ardından “irtica” ezberi devreye girmişti, çünkü o zamanın ideolojik-siyasi ihtiyaçları katilin ‘irtica’ olmasını gerektiriyordu… Bugün ise ortaya çıkan dev gibi kuşkulara rağmen cinayeti “FETÖ”nün işlediği ısrarından vazgeçilmiş değil. O kadar ki, bu uğurda Ergenekon’dan yıllarca hapis yatanlar bile bir kalemde “FETÖ’cü” olabiliyor.

Güven kaybı, ‘gündemi belirleme’yi amaç haline getirdiğinizde başınıza gelen şeydir; Kılıçdaroğlu örneği

Bazı kavramlar, zaman içinde onlara atfettiğimiz olumlu içeriklerinden sıyrıldıktan sonra dahi ‘kıymetlimiz’ olmaya devam edebiliyor. Mesela siyasette ‘gündemi belirlemek’ böyle bir kavram. Muhalefetin öne çıkan cumhurbaşkanı adayları arasında en isabetlisi olan Kemal Kılıçdaroğlu, bir siyasi lider için önemli bir hedef olan gündemi belirlemeyi amaç haline getirdikten sonra ortaya attığı ‘gündem’ler sorunlu olmaya başladı. Kılıçdaroğlu’nun bu çabası bir süredir aleyhine işliyor ve ona duyulan güveni azaltıyor.

ANALİZ | 2009’da terörün güç kullanarak tümüyle bitirilebileceğini ispatlayan Sri Lanka’nın bugünü

Bundan 13 yıl önce, yine bir Mayıs ayında Sri Lanka’da 25 yıldır süren iç savaşın “son isyancıların öldürülmesiyle dün bittiğini” bildiren gazete haberleri yayımlandı. Haberler gerçeği yansıtıyordu. Sri Lanka ordusu başlattığı “nihai saldırı”da on binlerce Tamil gerillasını bir kilometrekarelik bir alanda sıkıştırmış, liderleri dâhil hepsini öldürmüştü. Gerçekten de ondan sonra Tamil gerillalarının tek bir eylemine bile rastlanmadı. 13 yıl sonra, şimdi, temerrüde düşmüş ve açlıktan ölen insanların ülkesi, Sri Lanka… Peki, bugün Sri Lanka’da yaşananlarla, ülkenin en önemli sorununun salt ve mutlak bir şiddetle “çözülmüş” olması arasında bir bağ var mı?

ANALİZ | Bir kendi varsayımını delil sayma hadisesi: “Vakıf kurdular, demek ki yurtdışına kaçacaklar”

Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün (24 Mayıs) Meclis grup toplantısında akşam 22:00’de açıklayacağını duyurduğu ‘büyük haber’in yarattığı heyecan ile devşirilen hasat arasında çok büyük bir fark var. Buradan, yine de (az da olsa) bir fayda temin edildiği gibi bir sonuç çıkmasın: Tam tersine, ‘kuvve’ ile ‘fiil” arasındaki fark pozitif değil, negatif. Kılıçdaroğlu’nun hamlesinin yerindeliğine delil gösterilen argümanlar de pek tuhaf. Ben bunlar arasında birinciliği şuna verdim: “Erdoğan çıkıp ‘Hayır kaçmayacağım’ diyebildi mi? Diyemedi.”

İngiltere devleti ile BBC’yi mahkemelik eden haberin anlattıkları…

İngiltere’de BBC’nin yayımlamak istediği bir haber başsavcılık tarafından “ulusal güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle yasaklandı. BBC ve İngiltere devleti mahkemelik oldu. Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan dava gösterdi ki: a) Devlet sırrı ve çıkarı söz konusu olduğunda, bireylerin endişeleri ve hakları İngiltere’de de ikinci plandadır, b) İngiltere’deki gazetecilikle Türkiye’deki gazetecilik arasında dağlar kadar fark vardır.

Öfkesinin tatminini arzusunun tatmininin önüne geçiren muhalif kimlikler

Türkiye’de iktidar iddiası taşıyan solda (daha açıkçası CHP’de) siyaset yapan siyasetçiler, son yirmi yılda etkisi bazen çok güçlü bazen de nispeten zayıflamış olarak hissedilen bir çaresizlikle baş etmeye çalışıyor. Bu çaresizliğin adı, “’gıcık’ olduklarına beslediği öfkesinin tatminini iktidar arzusunun tatmininin önüne geçiren bir taban ve o tabandaki bu eğilimi sürekli olarak kışkırtan bazı okur-yazarlar…” Bir siyasi topluluğu, siyasetin temel amacı olan iktidar hedefini ikincil kıldıracak kadar öfkeli hale getiren şey ne olabilir?

Müslüman aydınların Gezi davasına itirazlarının ilhamıyla: Eleştirinin ve hak savunusunun en kıymetli hali

Aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumların “hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” bireylerinden hiç değilse bir bölümü önceliği “eleştiri”de kendi dünyasına, “hak savunusu”nda ise başka dünyalara vermiyorsa, o toplum deli gömleği giymiş bir toplumdur. Toplumsal grupların kendi özgürlükleri hususunda hassas ve dirençli olmaları, o grupların özgürlüklerinin iktidarlar tarafından gasp edilememesinin başta gelen sigortalarından biridir. Fakat toplumsal grupların tamamının özgürleşmesinden, yani gerçekten özgür bir toplumdan söz edeceksek, bu türden “grup sigortaları” için en fazla “yetmez ama evet” denebilir.

Beddua

Artık karar verildi, öfkeden başka bir şey gelmiyor elimizden. Fakat benim bir de bedduam var: Dilerim o hâkimler, davaya şerh düşen arkadaşlarının sözleriyle, “her türlü kuşkudan uzak, somut, kesin ve inandırıcı” hiçbir delil olmaksızın 18 yıl hapis biçtikleri arkadaşım Yiğit Ekmekçi’yi bir gün derinlemesine tanıma bahtsızlığına uğrarlar ve nasıl bir insan olduğunu anlarlar. Düşünüyorum ki, yargı süreçleri hâkimlerin bile bile haksız-hukuksuz bir cezaya çarptırdıkları insanları derinlemesine tanıyabilecekleri bir biçimde cereyan etseydi, böyle kararlar vermeleri çok daha zor olurdu ya da en azından sonrasında o kadar rahat edemezlerdi.

ANALİZ | Kim Jong-un’un Türkçeye ‘kazandırılan’ hikmetli sözler kitabı ‘Aforizmalar’: Gülmeli mi ürkmeli mi?

Aforizmalar’ı okurken gülmeyle ürkme (korkma) arasında garip bir duyguya kapıldım. Özlü sözlerin hemen hepsi öylesine çocukça ve basitti ki, böyle bir şeyi dünya kamuoyuna övünçle sunmanın tuhaflığına, bu ölçüde bir naifliğe gülümsememek elimden gelmedi. Fakat öte yandan milyonlarca insanın bu aforizmalarda sınırları çizilen bir zihnî iklimi ‘normal’ kabul edip uyum gösteriyor oluşu da, bir ülkenin bu kıvama gelebilmiş olması da ürküttü beni.

Bir muhafazakâr eleştiri stili: Eleştirmek ama Erdoğan’ı esirgeyerek…

Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan geçtiğimiz günlerde “hayat pahalılığını bırak bekaya bak” diyenleri eleştiren bir yazı kaleme aldı. Kılıçarslan’a göre bu bakış açısı sorunluydu, çünkü bizatihi hayat pahalılığının kendisi bir beka sorunuydu ve bu yaklaşımın, “ekonomik daralma ve yaşadığımız ekonomik krizle mücadele eden Recep Tayyip Erdoğan’a da, AK Parti’ye de bir gram faydası yok”tu. Sorunun kaynağını eleştiri dışında tutarak eleştiri yapmak: Bir muhafazakâr eleştiri stili!

DEVA ve Gelecek alerjisi: Yeter ki bağcıyı dövelim, üzüm yemesek de olur!

Belki birkaç yüz bin oyla kazanılıp kaybedilecek kritik bir seçimin arifesinde ortaya çıkan ‘istemezükçü’ akımı akıl ölçüleriyle kavrayabilmek imkânsız. Bence bunu ortaya çıkaran şey bir duygu: ‘İslamcı’ olarak adlandırılan birilerinin kök partilerinden gerçekten de kopup demokrasi isteyenlerin safına geçme ihtimalinin yarattığı korku. Çünkü bu durumda özü gereği hiçbir koşulda değişmemesi, hep aynı kalması gereken bir varoluş biçimi değişmiş oluyor ve bu da kafamızda “kalûbelâdan” beri oluşturduğumuz çok temel bir siyasi-ideolojik kalıbın parçalanması anlamına geliyor.

ANALİZ | Gültekin Uysal sadece Gültekin Uysal mı?

Demokrat Parti lideri ve Altılı Masa iştirakçisi Gültekin Uysal’ın masanın belden aşağısına indirdiği darbe, DEVA ve Gelecek partilerinin muhalefet ittifakını büyütmek bir yana ‘küçülttüğü’ne dair görüşleriyle öne çıkan İYİ Parti’nin sol-liberal tavsiyecilerini mutlu etmiş görünüyor. Gültekin Uysal’a gelince: Ahlaki olarak (da) sorunlu tavrını daha da sorunlu hale getiren tevil çabaları, onun bu ikiliyi Altılı Masa’nın ‘merkez sağ’ında istemediği gerçeğini perdeleyemiyor. Fakat asıl soru şu: Bunu istemeyen sadece o mu?

İki tarz-ı siyaset(sizlik): Mansur Yavaş ve Altılı Masa

Seçmenler açısından muhalefet partilerinin bir arada olması, bu yönde irade beyanında bulunmaları tabii ki önemli, fakat bu beyan ancak onların ortak siyasi irade beyanlarıyla birlikte anlamlı olabilir, ki bunu bir türlü göremiyoruz. Altılı Masadaki partilerin her birinin “partimiz iktidara geldiğinde” diye başlayan lafları onları destekleyen seçmenlerde sadece sinirlilik yaratıyor. Çünkü tek başlarına değil birlikte iktidar olacaklar ve seçmenler onların birlikte ne yapacaklarını görmek istiyor.

Milliyetçilikle kutuplaşmanın izdivacının çocuğu: Ahlaki boşvermişlik… Örnek olay: Kaşıkçı dosyasının iadesi

“Değer odaklı dış politika”nın zirveleri olarak sunulan dış politika hamlelerinden birer birer geri basılırken ortalığı kaplayan sessizliği nasıl açıklayabiliriz? İktidarın dış politikada ahlakı ve vicdanı öncelediği için ortaya çıktığı söylenen “değerli yalnızlık”a bir zamanlar televizyonlardan, gazetelerden övgü düzenler, hadi geçtik hepsini, cesedi bile bulunamamış Cemal Kaşıkçı’nın davasının Suudi Arabistan’a iadesi kararında nasıl bu kadar sessiz kalabiliyorlar?

‘Gerçek’in pabucunu dama atan gerçek: ‘Gönüllerin gerçeği’

Dün (30 Mart) sabah Çiğdem Toker’in yazısının başlığını okuyanlar (“’Beşli çete’ diyene hapis gelmiyor”) eminim benim gibi “nasıl ya” diye tepki vermişlerdir. Çünkü kaç gündür muhalif gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medya hesaplarında, torba kanundaki “Beşli çete diyene hapis cezası geliyor” kesin bilgisi üzerine yorumlar yapılmaktaydı. Neyse ki kariyeri boyunca ilgi alanının sadece olgusal gerçek olduğunu defalarca kanıtlamış olan bir gazeteci, Çiğdem Toker, birbirimizi daha fazla gaza getirmeden bizi ‘gönüllerin gerçeği’nden alıp ‘gerçek’e taşıdı.

Adana’daki şiddete laik kesimden gelen yaygın itiraz ilkesel ve çapaksız mıydı?

Laik kesimin, kendi gibi olmayanın üzerindeki zorbalığa bu netlikte, bu açıklıkta bir karşı çıkışına ilk kez şahit oluyoruz. Fakat acaba bu itiraz ne kadar ilkesel? Muhafazakârlar, hak ve özgürlük telakkilerinin sınırlı olduğunu gösterdiler 20 yıllık iktidarlarında. Laikler de geçmişte çakmıştı bu sınavdan. Peki o sınavlardan gerekli dersler çıkartıldı mı? Bundan sonrası farklı olabilir mi? Adana’daki şiddete gösterilen yaygın tepkiye bakarak ne kadar umutlanabiliriz?

Kemalist Avrasyacılığın doğuşu ve yükselişi

Avrasyacılar kendilerini sanki kapitalist emperyalizmin dışına çıkmış, sömürüsüz-adil bir dünya tasavvurunun bağlıları gibi sunsalar da bunun gerçekle bir ilgisi yok. Avrasyacılar Avrasyacı, çünkü arzu ettikleri disiplinli, dejenere olmamış, demokrasisiz rejimin yolunun buradan geçtiğine inanıyorlar. Bu ölçüyle baktığımızda, askerlerin Batıcılıktan Avrasyacılığa meyletmelerinin başlangıcını, Batıcılığın otoriterliğe cevaz verme esnekliğine sahip olmamaya başladığı 1990’ların başlarına kadar götürebiliriz. Avrasyacılığın yükselişi ise Gezi ve 17-25 Aralık’la başladı, 15 Temmuz’la zirveye çıktı.

ANALİZ | Liderliği olmadan başarının imkânsız olduğu cumhurbaşkanından, başarıya vesile olan cumhurbaşkanına…

Berat Albayrak’ın kitabında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a raferans veren tek bir cümlenin olduğunu biliyoruz: “Bahsi geçen bu zaman zarfında tüm bu hizmetleri hayata geçirmemize vesile olduğu için sayın Cumhurbaşkanımıza teşekkürü bir borç biliyorum...” Şaka bir yana burası hakikaten çok önemli. Berat Albayrak böylece, onu seçerek ülkenin makus talihinin değişmesinde vesile olduğu için cumhurbaşkanını tebrik ediyor ve başarının kendisine ait olduğunu söylüyor.

ANALİZ | Erdoğan’dan “‘iç’ sana söylüyorum ‘dış’ (Batı) sen anla” mesajları

Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın aynı güne sağdırdığı “mülteciler kalıcı” ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde değişiklik yapabiliriz” mesajları ‘iç’e yönelik gibi görünse de asıl hedef ‘dış’ (Batı) olabilir. Bunlar, Erdoğan’ın Batı’ya yaklaşma politikasının yeni adımlarını simgeliyor olabilir.

Reis’in medyasına yeni misyon: Reis’i Reis’ten koruma

İktidar medyalarının işi her dönemde zordur, fakat iktidarda Erdoğan gibi bir figür olduğunda iş daha da zorlaşır. Çünkü medya artık iktidarı gözü kapalı desteklemenin yetmediği bir vasatta iş yapmak zorundadır. Bu zorlukların sonuncusu 2022 ile başladı. Bu dönemde yandaş medyanın kendi kendine sorduğu soru şöyle: “Promptırsız Reis, peşpeşe kamuoyunda duyulmaması gereken sözler sarf ettiğinde biz Reisçi gazeteciler ne yapmalıyız?”