Yaşar Sökmensüer

Kılıçla kazanılan kıraathane

“Karaca” kıraathaneyi sahibinden kumarla, iskambilde Kılıç Oyunu’yla kazanmış. “Kılıçla kazanmış” tabiri her anlamıyla üzerine oturuyor. Elbette rakibin kazanma ihtimalinin olduğu bir oyun canlanmıyor gözümüzde. Kâğıtta, Okey’de, kumarda “araya alma” deyimini biliyoruz. Argomuzda henüz “çökme” yok ama onun da anlamına vakıfız.

Babalar ve oğulları

“Devlet Baba”, Ağababa, Paşababa, “Süleyman (Demirel) Baba” var, “İnci Baba” niye olmasın! Huşûyla izlenen “The Godfather”ın kısa, yerli tercümesi de öyle zaten. Adamlar yapmış… Biz de deniyoruz elbet. “Baba”yı cümle içinde kullanınca klasik örnek de, “Kurtar bizi Baba”. Kurtarılmamız gereken batasıca kahır dünyası, en baba müziğini de getiriyor: “Müslüm Baba”… Ona ibadet de jiletle kendini keserek oluyor tabii. Konserde kan kardeşliği.

“Mahalle”de şiddet romantizmi

Çocukluğumun huzurlu mahallesinde sokaktaki kavgaların bile “nezih, âdil müsabakalar” olarak anıldığı dönemler. Ev içi şiddet de o muhitte -öyle anlatılanı/nostaljisiyle- “anne terliği”, kırk yılda bir baba tokadı (o sıradan deyimiyle “iki tokat”) sanki. Kadına fiziksel şiddet de bizim mahallede sokağa dökülen bir manzara değil pek. Mahallede hissettiğimiz filtresi kalın, böyle bir “huzur”.

Kısaslı-kıyaslı şiddet döngüsü

Ortalığı saran cinayetler, silahlı yaralamalar, baskınlar, çatışmalar serisinde, bu dehşetin sosyal medyada patlamasında, büfenin içindeki kamera kaydının etkisi büyük. İki açıdan çekmiş kamera. İkisi de sosyal medyada. O sahneleri “polisiye film”de, kurguda izlemeyi bile kaldıramaz çoğu insan. Gözümün önünden gitmiyor.

Şiddetle duygusal mücadele

Şiddet “iliklerine işle(n)miş”se… Şiddete “ama”sız, koşulsuz karşı olmak duygusal bir mücadele. Duygusal yüzleşmeyi de gerektiriyor. Kaba “şiddet romantizmi” kol geziyorsa, içinle-dışınla ona karşı durmak için duygusal incelik, derinlik, duygusal zekâ, “romantik” direniş de şart. Efsanelerle, destanlarla, “kültürümüzde var”la mücadele. Bu, gözümüzü yaşartan, göğsümüzü kabartan Eşkıya Şener Şen’le bile mesafe gerektiren bir duygu terbiyesi.

Şarkılar(l)a inanmak-inanmamak

İnsanların müzikli biyografileri, nedenleri, nasılları, ne zamanlarıyla şarkılarının hikâyeleri olsaydı… Bazı tercihlerin -en azından bir dönem- “inanma”yla bir tür ilişkisi olurdu sanıyorum. Mesela bizim “mahalle”deki Rock, Blues fırtınası, Beatles markasını limanına almamıştı. “Beatlemania” yıllarında çocuktuk. Ama asıl nedeni gençliğimizde eskimiş “asi”liklerinin, aykırılıklarının, sahnede en efendi haliyle “Beatles kesimi uzun saç” modasının sahici/samimi gelmemesiydi belki. “İnanç” meselesi.

Bulunur mu biri?

“Eski bir sandık, /Ki açmamış yıllardır /Hiçbir anahtar kilidini, /(…) Birini bulurum mutlaka, /Yangınımı körükleyen birini. /Biri mutlaka vardır /Zonguldak’ta, Sivas’ta, /Yakında ya da uzakta, /Binlerce baca arasında /Dumanı lekesiz biri.” Metin Altıok’un Sivas’ta yakılmadan önce yazdığı bu dizelerdeki gibi… Katliamdan 30 yıl sonra sandığı açacak biri bulunur mu acaba? “Dumanı lekesiz biri”…

Ölümünü yazan şairin kitâbesi

“İbret için yakılması gereken” Metin Altıok’un ölüm şiirleri, dizeleri, üzerinde denediği acıları, sanki öldürülmeden yazdığı “Madımak Yazıtları”. Kurtulsaydı ve bir şairin bizzat tanıklığında sıralasaydı o dizelerini, kitâbesi olurdu Sivas katliamının. O gözle okuyorum, hatırlıyorum artık çoğunu: “Duman alevi boğuyor. /Rüzgâr suskun bu gece. /Uzun uzun uluyor /Bir çakal paslı sesiyle…” Madımak’ta öldürülen 12, 15, 16 yaşındaki çocukları, “Çocukların gül dudağında /Zift gibi yapışkan kara sakızlar” dizesi nasıl hatırlatmasın?

Fotoğraf(tan) çekinmek

Dille ilgili yazılarımda “fotoğraf çektirmek” yerine ulusça monte edilen “fotoğraf çekinmek”e girmek istemiyordum. Bildiğimiz şeyler... Lâkin yaygınlığıyla bildik, “espri”sini yitirmesiyle demode gözükse de, aynı nedenlerle değil. Modayla da açıklanamayacak yaman mesele! Üzerinde epey çalışmayı, “derin tespitler”i gerektiriyor. Üstelik fotoğraf çekmenin de, çektirmenin de mesele olduğu bir dönemin son kurbanları, en azından evlatlarıyız. Bu yönüyle bir dil borcu, ağzımdaki bakla.

“Aynen” nen nen-ni yâr…

“Aynen”in bir süredir alerji yaratması, hatta bir dünya, hayat görüşü arızası sayılması, dildeki koca bir külliyatın “eser”i olmasıyla ilgili. “Aynen ya(w)”dan, “Aynen abi”ye çok kültürlü bir maraz. Kurtlar Vadisi’ne önü ilikli replik de oluyor, pop, rock, rap cafe’ye meze, kadeh tokuşturmada mukabele raconu da… Lâkin “Mukabele sanatı” değil. Çoğu, samimiyetsizliğin en samimi ifadelerinden.

Kubrick’e, Dahl’a vefa, Senai Bilir’e teşekkür

Adolph Knipe dünyaca ünlü dev bir elektronik hesap makinesi şirketinin Tasarım-Üretim Genel Müdürü. Alanında deha… Ama servetine, imtiyazlarına rağmen çok mutsuz. Zira edebiyata, yazmaya sevdalı. Lâkin otomatik yayın piyasası yazdıklarına itibar etmiyor. O da hikâye, biraz geliştirdiğinde roman bile yazan bir makine icat ediyor: “Otomatik gramerleştirici”.

Âdeta haber, âdeta hayat

Siyaset dilinin bugünkü incisi “âdeta”. “Sanki, neredeyse, hemen hemen, az kalsın”a esneyen anlamıyla muğlaklığı bir yana… Kurnazlığa da müsait. “Haber dili”nde bile artık can simidi. Bir şeyi tam ifade edemez, ölçemez, ne olduğuna karar veremezsen oraya bir “âdeta” oturt. Cümlenin, lafının gittiği yerden çekinirsen, muallakta bırakmak istersen de harika. İtiraz gelirse cevap hazır: “Ben öyle(dir) demedim ki, âdeta dedim…”

“Derdimi anlatacak kadar”

Kendi ülkesinde “temel” eğitimini, ötesini “bir şekilde” tamamlayan, kimliğini “Türküm, doğruyum, çalışkanım”la ifade edenlerden birisinin Türkçe’yi “derdini anlatacak kadar”, dilbilgisini de “derdini yazacak kadar” bildiğini söylemesi beni hayretlere garkeder mi, hiç sanmıyorum. Yabancı dil bilme mertebesinin hâlâ “Derdimi anlatacak kadar” kalıbıyla ifadesinin kapsamı da beni şaşırtmıyor. Siyaset dilinin “derdini anlatacak”, daha doğrusu sanal sunal dertleri, tabanının, seçmenin ana derdi kılacak kadar olması da...

“Her şey rağmen”den, “En azından”a, “Bâri”ye…

“Her şeye rağmen” mukayeseli bir ifade… Ötesi “her şey” bile göreli, göze-gönle-hayata göre değişebiliyor, “rağmen”in karşı duruşu, gücü de... Gönlünü “en azından”a indirdiği, öyle bir mırıldanmaya dönüştüğü durumlar farklı mesela. Nağmesi orada iç çekince, talebinin de “Bâri, hiç olmazsa…” makamından seslendirilmesi mümkün. Ki bu sadece gönül indirmek değil umudun pazarlıktan çekildiği, köşeye kıstırıldığı bir hayat tasviri. Hem de bedelini kimin ödeyeceği baştan belli kurban pazarlığında.

“Hayırlı olsun” da nasıl!

Her sonuca, her eyleme, alışverişe “Hayırlı olsun”u eklemek âdetten. Lâkin seçimlerde “Hayırlı olsun” mütekabiliyet de isteyen bir mevzu. En azından dile özen babından o temenninin, nezâketin, olgunluk imasının anlamsız, hatta tuhaf durmaması lâzım. Demokratik mücadelede dile gösterilen dikkatin her kelimeye sinmesi gerekiyor. Ama sindirmeye de uygun olmalı.

Bana sorunu söyle…

Kılıçdaroğlu’nun Babala TV’ye çıkmasını iktidarın bir yakası ellerini ovuşturarak saldırgan bir hevesle, muhalefetin bir bölümü de iktidarın yarattığı saldırı, yalan, iftira fırtınasının ortasında endişeyle bekledi. Kılıçdaroğlu’nun salona girer girmez ilk cümlesi, “Herkes gönlündeki soruyu mutlaka sorsun. Arzu ettiğiniz her soruyu sorabilirsiniz” oldu. Hem de iktidarın yalan üssünü, soru bankasını, trol ordusunu bizzat bilmesine rağmen.

“Karanlıkta yazmaktan gözlerin bozulacak”

Alacakaranlığı seviyorum. Bilhassa sabaha eren güzel bir gecenin hak ettiği saatlerde. Güneş başrolde sahneye çıkıp da o faslı bitirmeden, o rengâhenk tabloyu değiştirmeden… Uykuyu gündüz saatlerine devredenlere yahut esnemenin cüretkâr davetine meydan okuyanlara armağan. Alacakaranlığın günü usulca geceye dönüştüren zaman dilimi de güzel. Her hâli siyaseten de elverişli bir metafor. Karanlığın bile siyahtan ibaret olmadığını anlıyorsun.

Nergis’i mahçup eden narsizm

Siyaset dilinde “Sen kimsin ya!” gürleyişindeki kibrin yerli-milli bir “itibar”ı var muhtemelen. Zira “Who are you?”yu Gatenby’den “It’s me, Mr. Brown” kalıbıyla, “direct method”uyla biliyorum. “Bay Kemal” heyheyi de yerli malı. “Eyyy Mr. Brown”la uğraşırken nafile, üzerine alınmıyor. Gerçi “Bay Kemal” vurgusunun akıbeti de öyle oldu. Aldı kampanyasına slogan yapıverdi.

Dil dünyasından, film dünyasına…

“İktidar dili”nin siyaset rüzgârı nereden eserse oraya öfkeyle meyleden dünyası, bariz yalanların, sıradanlaşan iftiraların da kapısını ardına kadar açıyor. Öyle ki psikolojideki “Yansıtma Mekanizması” o çevreye yönelik bir ithamda otomatik işleyen laf yetiştirme otomatı: “Bunlar hırsız, bunlar esrar, eroin kaçakçısı…” Üstüne bir de “film dünyası” var bu hengâmede.

En berbat yalan korkunca söylenir

İyice saldırganlaşan siyaset diline dair yazı dizime devam ederken, Erzurum saldırısını yaşadık. O görüntüleri izledikten sonra da karşımda yancı kanalların akşam yayınları! “İktidar dili”nin pervasızlığı, seçim yaklaştıkça kendini aşıyor. Başta CNN olmak üzere o kanalların saldırı akşamı, taze taze yayınları ibretlik. Yalanın, inkârın beteri, ipe sapa gelmezi anca korkuyla, panikle oluyor.

“Amacı”lardan “umacı”lara…

Her muhabbetin kadrolu-kadrosuz bir “amacı”sı var. Atanmış… Asıl amacı amacılık. Bilhassa -düşmansız yapamayan- iktidarın tehditkâr dilinde onlara “umacı” demek de mümkün. Katili sohbetin, tartışmanın… İktidara bağdaş kuran “laf yetiştirme”nin de en harcıâlem argümanı. “Siyaset dili hiç böyle olmadı” cümlesini gözümü kırpmadan kurabiliyorum artık.

Utanmaz Adam

“Hiçbir şeyden utanmayacaksın. Asla… Mesela pahalılık, açlık yok der, işin içinden çıkarız. Rızkın paylaştırıldığına inanmayan kâfirdir vesselâm” diye gürlüyor Avnussalâh. Dinleyenlerden bir genç kalabalığın coşkulu alkışlarına ayağa fırlayarak katılıyor: “Hey gidi utanmaz mübarek adam, felsefen beni uyandırdı. Bütün çalıp çırptıkların da benden yana sana helâl olsun.”

“Yan bakarsan fena olur!”

AK Parti’nin yeni reklâm filmi de nostaljik. Lâkin bu kez her anlamda savaş nostaljisi… Film kavgadan, marazadan, “Biz geriliriz, didişiriz, hırçınızdır, yeri göğü titretiriz” repliklerinden, savaş görüntülerinden geçilmiyor. Çarşıdaki esnaf yaka paça, çiftçiler yumruk kürek. Parktaki çocuklar bile kavga ediyor. Herkes sinir küpü, herkeste filmin repliğindeki gibi bir “deli kan”. Finale de o havaya uygun tehditle gidiliyor: “Yan bakarsan fena olur…” Pes artık…

Nostaljik filmlerle seçim (2): “Bi daha” mı “Tövbeee!”

İktidarın “Manav Amca”lı reklâm filminin başındaki ve sonundaki müzikal “Bi daha, bi daha…” nakaratı, kulağıma Millet İttifakı’nın seçime uyarlanan “Sana söz yine baharlar gelecek”i seslendiren Levent Yüksel’in o ünlü “Bi daha” şarkısını bağırıyor. Fikrimce AK Parti’nin o filminin yapımcıları o şarkıyı duymamış. Yoksa şarkıdaki “Bi daha, bi daha” nakaratının “Tövbeee, tövbeee!”ye bağlandığını görüp, hemen vazgeçerlerdi.

Nostajik filmlerle seçim (1): “Bana her şey seni hatırlatıyor”

Seçime giderken iktidarın nostaljik reklâm filmleri Marmaray’ı sollayan zaman tüneli. Vaat edildiği gibi yüzeye “sert iniş” yapacak roketiyle aya gidemeyen ülkenin seçmenini zaman makinesine bindirip, zaman yolculuğuna çıkarıyor. Öyle olunca aya bile gidiyorsun, Akdeniz’i Abdülhamit Han sondaj gemisiyle fethediyorsun. Nostaljinin bu kadarı padişah torununda bile olmaz.

Ve perdeee!

Öyle malzeme birikiyor ki, yazı yazarken hazıra konuyorsun. Yaşadığın ülke desen… 24 saatine bakıp “Yazarım belki” diye sıraya koysan ömrün yetmez. Hemen kısa hikâyesini anlatayım: Gazeteye genç İskandinav meslektaşlar gelmişti de “Sizin bir günde yaşadıklarınızı, biz bir ayda, bazen bir yılda göremiyoruz” demişlerdi. Meslekî iltifattı herhalde, gülümsüyorlardı zira. Biraz da çekiniyorlardı belki bu ülkede “turist gazeteci” bile olmaktan.

Gerçek bir hikâyenin dosdoğru masalı

Ortalarını bilemem ama kötülüğe dair hikâyem bence baştan aşağıya, en azından girişi-sonucuyla gerçektir. İnanmaya da değerdir; zira eksenine Adalet Tanrısı Haechi’yi yerleştirdim. Lezzetini beyaz yalanlardan aldığı, mantığını iyimserliğin saflığına dayandırdığı, iyiliğin safına kattığı için iktidarların yalanlarından ahlâken daha güçlü ve en az Resmi Tarih kadar da gerçektir. Üstelik bence daha anlaşılabilir ve lafın gelişi-gidişiyle daha “iyi”dir.

Bitmeyen şarkı: Hadi yine iyiyim

İyiliğin-kötülüğün taraflara tercümeleri, eğilip bükülmesi sadece günlük hayatın artık neredeyse sıradan örneklerinde değil; adaletin, vicdanın hap gibi, kısacık, evrensel tanımlarına, -temeli bazı “ama”larla zaten netameli- “temel ahlak normları”na omuz atan salınışıyla her toplumsal alanda, kurumlarda bile karşılaşılabilen ölümcül bir sorun. Bir salgın çünkü… Boyutlarıyla maalesef ithal, pandemi filan da değil.

Ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı

Bugün ana mesele ne geçmişin sevabı, ne geçmişin günahı… Geçmişle şimdinin, hatta yarının birbirine karıştırılması, aynı düzlükte kıyaslanması her iletişimin baş belası. Manzara ortadayken o hamleler çok daha tehlikeli. O dama tahtasında kimin, ne kazanacağı da yeniden tecrübe etmeye gelmez. Günah-sevap hesaplaşması, kadının birlikte mücadelesine de engel.

Tek “vaka”yla “Bu ne?” ittifakı

Artık seçimlerdeki sandık, “Biz öyle sandık”a da uygun, cinaslı kafiye. Orada kadın olmak iyice yaman, hayati mesele. Zira (AK Partili Özlem Zengin’in tasvirinden ödünç alarak) kadın hedef, kadın çok düzenli, planlı saldırı, yüzlerce tehdit altında, kadın yorgun, o camiadaki durumu değerlendirirken hüzünlü, kadın yalnız, öyle de yorgun. Kadın aklımdaki o dize: “Eş dost arasında büsbütün yalnız”.