Mücahit Bilici
Amerika’da üniversiteli gençler bir puta direniyor
Koca devlet başkanları onursuzca (belki inanmadıkları halde) inkara ve yalana mecbur kaldılar. İnce işleyen kaba bir kuvvetin bu pervasızlığı karşısında ilericilik oyunu oynamalarına göz yumulmuş üniversite gençliğinin vicdanı daha fazla dayanamadı ve patladı. ‘Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar ve cinayet işliyorlar’ dedi gençler. ‘Vay anasını’ dediler. Bir tarafta kendini copla benimsetmek isteyen bir sahte put. Diğer tarafta hakka şahitlik etmek isteyen üniversiteli gençler.
İslamcılık ve Kemalizm: Hangisi daha orijinal?
İki modernleşme hareketi. Çeşitli açılardan karşılaştırılabilir. Ben bu yazıda sadece özgün düşünme kabiliyeti açısından ikisini mukayese etmek istiyorum. İkisi de iktidar olmuş. İkisi de yeterince rezil olmayı başarmış ideolojiler. İkisinin de yerine göre faziletleri var. Acaba İslamcılık mı yoksa Kemalizm mi özgün düşünme noktasında daha iyi bir zemin sunuyor?
Dücane Cündioğlu naifliği diye bir şey
Cündioğlu’nun yaptığı şey dava felsefeciliğini (misyonerce düşünceyi) felsefe sayılmaktan çıkarma çabası. Kelam felsefe değil. Niye? Çünkü bir tapınağın bekçiliğini yapıyor. Marksizm felsefe değil. Niye? Çünkü bir hayale hakikat rengi veriyor. Cündioğlu böyle yaparak bir naifliği ifşa etme fazileti gösterdiğini düşünüyor. Halbuki, bir anlama çabası olarak felsefeyi bu denli abartmak yani tarihselliğin dışına çıkartmak için elimizde bir gerekçe var mı? Yok. Bir ideolojik önkabuller manzumesine dayanan düşünme (veya felsefe yapma) çabalarını felsefeden saymayarak felsefeyi “tutarlılık adına eleştiri” seviyesine kadar yalınlaştırmak istiyor. Hata yapıyor. Çünkü felsefe tarihi bile bu tarz dayanılacak “önkabulleri haram kılma fetvası”nı doğrulamıyor.
Türkiye’de felsefe neden patladı?
Evet, Türkiye bir toplum olarak son yirmi küsur yıllık AKP iktidarında sınıf atladı. Eğitim seviyesi yükseldiği ama en önemlisi halk zenginleştiği için felsefeye ilgi patladı. Ona yer, zaman ve ihtiyaç doğdu. Toplum zenginleşince eski dinin gömleği dar geldi. Bir yırtılmayı izliyoruz. Bir tarafta yırtılma yokmuş gibi davrananlar var. Bunlar yaşanan bir heyelanı görmezden gelen inkarcılar. Bir tarafta da yırtılmayı kendini yırtarcasına teşhir etmeyi meziyet sayan teşhirciler var.
Yerli ateizmin zaafları: Köksüzlük
Ateist olduğun zaman bile bir geleneğin mensubu olduğunu unutmayacak bir olgunluk içinde dinle hesaplaşman gerekiyor. Dinle hesaplaşmayı din ile didişme olarak anlayanları köksüzlük bekliyor. Hatta gidecekleri başka yer olmadığı için dönüp dönüp terketmek istedikleri gelenekle kavga ediyorlar. Bir meziyet sandıkları “hiç bir yere ait olmamak” bir meziyet değil, bir tükeniştir. Hiçbir yere ait olmayanlar insanlığın musilajıdır. Yerli ateizmin en büyük zaafı köksüzlüktür. Kendi dini veya kültürüyle savaşan sonuçta kendi kendisiyle savaşıyordur ve her halükarda kaybeder. Din karşıtlığını din edinmek de bir hastalıktır.
“Kuru Otlar Üstüne” boca edilen
Ne otları örten kar ne de büyük şehirden oraya tayini çıkmış öğretmenin bedbin kolonyal nazarı böyle bir atfı meşru kılabilir. Bu projeksiyon eğer bir klişe olmasaydı bir okuma biçimi olarak mazur görülebilirdi ama bir klişe, bir postmodern klişe. Maalesef filmin en çiğ boyutu bu: yoksulun, Doğu'nun, kırsalın mutsuz olduğu varsayımı. Bu zaafına rağmen film şiir gibi bir kapanışla bitiyor.
Yokluk ve tokluk arasında din
Türkiye’de bugün aksi yöndeki vaveylaya rağmen son yirmi yılda yokluk toplumundan tokluk toplumuna geçiş yaşandı. Eski ahlak ve din anlayışı ofsaytta kaldı. Hala yeni zenginleri eski fakirliğin sopasıyla dövmeye çalışan muhalif idealizminin attığını sandığı gollerin gol sayılmamasının sebebi budur. Mesela artık çok düşük gelir grubundaki insanlar için bile erişilebilir bir tüketim nesnesi olan serpme kahvaltının suçüstüsü gibi sunulmasındaki aculluk bundandır. Herkes şaşkın: Dindarlar kadar dindarlardaki ahlaksızlığı dine sığdıramayanlar da şaşkın.
Dünyayı kadınlar mı kurtaracak?
Hiç bir mağdur kesim ve kitleyi melekleştirmemeli ve mehdileştirmemeli. Dünyayı işçiler kurtarmadığı gibi kadınlar da kurtarmayacak. Böyle sloganlar en fazla performatif bir telkin olabilir. İnsanları seferber etmek için konuşlandırılan birer slogan, birer motivasyon vaazı olabilir. Lakin buna bir hakikat gibi inanmak yanlış ve tehlikeli. Dünyayı sadece erkeklerin kurtaracağı (veya yönetebileceği) düşüncesi ne kadar ilkel ve boş bir iddia ise kadını dışlayan bir dünyadan çıkış için kadını yüceltip fetişize eden siyaset ve iddialar da aynı ölçüde boştur. Kadının özgürlüğü ve dünyanın kurtuluşu için kadının da “insan”lıktan çıkarılmaması gerekiyor.
Anadilin tercümesi olmaz
Bir dilin inkarı aslında o dili konuşanların insaniyetinin inkarıdır. Dili insandan ve insanı dilden koparamıyorsun. Dilin baskılanması, insaniyet imkanının baskılanmasıdır. Çünkü dil insanı vareder. Dil ile konuşmaz, dil ile ünsiyet ederiz. Dil varlığın evi değil, insanın varlıktaki evidir.
Putlar ve Tanrılar
Din konusundaki gerçek, aklın bilimsel mengenesine sıkıştırılamayacak kadar ümidin konusudur. Kaderin üstünde bir kader bulabilen insanda tüm tanrıları tüketen bir iman vardır. Çünkü ümidin nesnesi ümidin bir bahanesi, bir vesilesidir. İnsan dediğin nedir? İnsan ümide iman etmektir.
Kürt siyaseti ve özerklik
Kürt siyaseti içinde halktan gelen popüler basınç, Kürt siyasetini askeri vesayetten çıkmaya zorluyor. Bunun gel ve gitleri Demirtaş eşlerinin (çiftinin) eşsiz ve başkansız (eşbaşkansız) çıkışlarında yansıma buluyor denebilir. Bu çıkışlar mahçup ve mütereddit ama siyaseten doğru istikamette olmanın bilincinde çıkışlar gibi görünüyor. İlgi ve destek görüyor. Kürt siyaseti üzerinde askeri vesayetini sürdürmek isteyen totaliter örgüt ise Kürt siyasetinin ne Kürt ne de siyaset olmasına izin vermeyen tahditlerle çerçeve oluşturmakta ısrar ediyor. Kürtler adına hareket iddiasındaki silahlı örgüt başarısız olduğu gibi Kürt demokrasisinin hakettiği politik hasılatı toplamasına da engel olan bir konumdadır.
Sözün yolculuğu
Söz ve bilgi o kadar çok demokratikleşti ki ulemanın sırrı bozuldu, kerameti kalmadı. 'Rasyonel doğruluk', 'fikri keskinlik' yerine, beğeni ve 'güven duyma' hakim angajman biçimi halini aldı. Doğru’nun iktidarı birkaç cepheden sarsıldı. Söz, Doğru'dan boşanıyordu. Hoşlanmanın, hoşuna gitmenin doğrudanlığı uzmanlık dolayımının iktidarına isyan etti. Uzmanlar ve kurumlar boşa düştüler. Bilginin demokratikleşmesi, kitabı dağıttığı gibi doğru’yu da sübjektifliğin atmosferine düşen bir meteor gibi paramparça etti. Artık muhatapları adedince doğru var. Çünkü her tüketici aynı zamanda bir üretici idi. Yerli malı doğrunun üretilmesine post-truth da diyebiliriz, doğrunun postu deldirmesi de.
Vatan kavramı nasıl doğdu?
Vatan kavramı, akrabalığın iskan olunan toprağa gömülmesiyle doğdu. Akrabalık kandan toprağa geçmek suretiyle vatan denilen şeyi mümkün kıldı. Bu yüzden toprağa akrabalık ilişkisi atfeden sözler (ana-vatan, baba-vatan) bu transferin duygusal kalıntılarıdır. Eskiden çadır anlamına gelen “yurt” kelimesi de tıpkı vatan kelimesi gibi günümüzde, eski anlamından boşanıp o yeni anlama büründü.
Aşiret ve Şirket (Kirve ve Bono)
Aşiret ve şirket iki yakınlık biçimi. Aralarında bir akrabalık var mı? Acaba hangisinin asabı daha çabuk bozulur? Hangisi hangisini kıskanır? Kısaca bir bakalım isterseniz.
Son bakışta şair
Bütün inşa ettiği görkemli fikri ve estetik eserler ve poetik azamete rağmen şair de bir insandır; kalbi çırpınan bir insan. Sevdiği kadını görmek için onun yolunun geçtiği muhite gitmiştir. Onunla karşılaşma ümidiyle zamane tabiriyle 'stalk'lama yapmıştır belki de. Aşkta tarih durduğu için sevgili yirmi yaşında ne ise doksan yaşında da odur. Ve o görünür. İşte karşıdan geliyordur. Şair yarım asır sonra hala aynı heyecanla ona doğru yürür. Elinde belki Cağaloğlu’ndan kalma bir kitap poşeti.
Şeyhler, Seyyidler, Saidler memleketi
Selfie çağından önceki prehistoryadan bakıyorlar bize. Bakışları haşin. Ehlileştirilmeye direnen bir vahşilik var o bakışlarda. Yani yüzlerinde bugünkü yapay tebessümlerimizden ve riyakar medeniyetten eser yok. Fotoğraf makinasının kapanına yakalanmış yabani kaplan gibiler. Gördüğümüz suretleri genelde destursuz alınmıştır. Türkiye’de Cumhuriyet’in karanlıkta kalan yüzü (sivil cumhuriyet) hakkıyla günışığına çıktığında bu ülkenin bir şeyhler, seyyidler, Saidler memleketi de olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalınacak. Şimdilerde hainlik yaftasıyla saygısızlık yapılan bu üç zatın tarihsel figürler ve mazlum insanlar olarak kıymetini bir gün daha iyi anlayacağız.
Filistin bir ne meselesidir?
Gazze’de yaşananlar benim nispeten uzak durduğum Filistin meselesinde beni (başka insanlar gibi) yüzleşmeye zorladı. İtiraf etmem gerekirse, Gazze denilen ve iki milyondan fazla insanın hapsedildiği bir toplama kampının gerçek mahiyetini görmek zorunda kaldım. İçim acıdı. Müslümanlığım beni teskin etse de insanlığım bu zulme isyan ediyor. Bugün hem Müslümanların hem de Yahudilerin selameti için gerekli bir uyanışın yankılarını görüyoruz. Bunun belki de ilk adımı “cesaret”tir.
Kürtlerin mezar sorunu
Malum Kürtlerin bir mezar sorunu var: Şeyh Said Efendi, Seyyid Rıza, Bediüzzaman Said Nursi. Bu tarihsel simalar, “tarihe doğum”ları engellenemediği için “ölümlerine izin verilmeyen” Kürt büyükleri. Post-Osmanlı başlangıcı temsil eden zımnî bir konsensüs, bir tür Müslümanlık mukavelesi var idi. Bu Kürt büyüklerini meşruiyetten düşüren şey, Kürtlerin taraf olduğu bu Türk-Kürt ortaklığına sadece Türkler adına hareket iddiasındaki rejimin yaptığı ihanet idi. Bugün retrospektif olarak Selahaddin-i Eyyubi’yi Said Nursi’yi, Şeyh Said’i yeterince Kürt olmamakla suçlayan veya Kürt oldukları için Müslümanlıklarını suçlayan bir sathîlik var.
Yerlilik nedir?
Yerliliğin hem ‘doğu’ hem de ‘batı’ için gerekli olduğunu düşünüyorum. Batı öykümeciliğinin eleştirisini ve yerlilik çağrısını Batı karşıtlığı olarak görme eğilimi bu sebeple tam da Batı’yı anlamamış olmakla ilgilidir. Batılının Batılı olmak gibi bir derdi yoktur, olmamıştır. Kendi olma derdi onu Batılı yapmıştır. Ve varsa bir üstünlüğü/başarısı bu kendi olmasından kaynaklanıyor, Batılı olmasından değil. Bu nedenle hem Batı öykünmecisi hem de Batı karşıtçısı aynı yolun yolcusu, aynı sathiliğin kurbanıdır.
Boğaziçi düşerken veya Türkiye üniversitesinin metamorfozu
Bugün üniversitede yaşanan eşzamanlı iki süreç var: Üniversitenin eski elitlere göre kurulu kültürünün ölüme terkedilmesi ve bürokratik olarak yeni merkeze tabi hale getirilmesi. Bu bir tevhid-i tedrisat çalışmasıdır. Bu kez mektep ve medrese buluşturulmuyor; toplumun (algılanan, yenilenen) duygu ve ihtiyaçlarına cevap vermeyen kurumların bürokratik tasfiye veya istilası sözkonusu. İsteyen buna kültürel hegemonya kavgası diyebilir. Eski üniversite bu yüzden metruk bir memur ya da taraftar besleme bahanesi olarak hayatına devam ediyor. Peki üniversite nerede yaşıyor ve yaşatılıyor? Bugün Türkiye’de gerçek üniversite savunma sanayiine göç etti veya orada yeniden doğuyor.
Antisemit kimdir?
Yahudilerin adam olamayacağına inananlar antisemittir. Yahudilerin geçmişte vicdansızca mağdur edildikleri için asla gaddar zalimlere dönüşemeyecek melekler olduğuna inananlar da antisemittir. İsrail’e devletler hukukunda özel muamele yapanlar antisemittir. İsrail’in katliamlarına göz yumanlar antisemittir. İsrail’in biricik olduğunu ve zulüm yapsa bile buna Holokost dolayısıyla izinli olduğunu düşünen veya buna itiraz etmeyen antisemittir. İsrailli insanların insaniyetin vicdan, anlayış ve hürmetine (yahut başka şekilde söylersek İslam’ın rahmet, şefkat ve hidayetine) layık olmayacak kadar kötü olduğunu düşünen antisemittir. Peki antisemitizmin çaresi nedir? Yahudilerin bir millet olarak sıradanlaşması. Günahı ve sevabıyla insan olarak görülmesi. Buna engel olan herşey antisemitizmi teşvik edici veya kolaylaştırıcıdır.
Kur’anizmin Kemalizmi
Bu yıl 10 Kasım anmaları geniş bir Atatürk sahiplenmesine sahne oldu. Öteden beri Atatürkçülük tarikinde gidenler, AKP’nin iktidar tecrübesinin savundukları şeyi (Atatürkçülüğü) haklı çıkardığını hissederek Ata’larına daha bir sahip çıktılar. Daha ilginç olan şey ise daha geniş kesimlerde Mustafa Kemal’in “anlaşılması” ve takdir görmesi oldu. Özellikle geleneksel olarak Atatürkçülüğe mesafeli olan eski dindar veya dindarlıktan yeni küsmüş insanların Mustafa Kemal Paşa’da kurtarıcı bir ruh veya damar görmeleri Türkiye’de son dönemdeki dikkat çekici gelişmelerden biridir. Peki neden böyle oluyor?