Mücahit Bilici

Mitos’tan Logos’a bir mevsim değişikliği

Türkiye’de bir süredir büyük bir din değiştirme dalgası yaşanıyor. Bu mevsim değişikliği, çoğunlukla sıcaklardan kaçış (dinden çıkış) gibi algılansa da aslında bir mevsimden diğerine geçişin yoğun trafiği. Rivayet o ki mitos’tan çıkıp logos’a giriliyor. Mitos’un artık gülünç gelmeye başlaması gerçeğine logos’un büyüleyici heyecanı eşlik ediyor. Hakikati bulma heyecanı. Bir muhtedinin yeni dine dair hüsnuzannına benzer bir dindarane heyecan bu.“Gerçeğin çölü”ne henüz ulaşamadıkları için şanslılar. Logos’un hapishanesi, mitos’unkilerden daha fenadır. Henüz duvarına toslamadıkları için bir başka hapishaneye geçtiklerini bilmiyorlar.

“Urfalılar karar vermek zorunda: Ahmet Arslan mı, İbrahim Tatlıses mi?”

Ahmet Arslan’ın Urfalı olması sadece bir kazadır. Kendisini hariç tutsak bile ona hayran çoğu insanın nazarında bu talihsiz bir kazadır. Çünkü Ahmet Arslan dünyadaki hayat yarışmasına Urfa’dan katılmıyor. Sanki Urfa’ya zorunlu tayini çıkmış bir İzmirli yarışmacı gibi mutsuz. İzmirli de değil, belki Atinalı. Bu nedenle İbrahim Tatlıses ile Ahmet Arslan arasındaki tercih iki Urfalı veya Urfa için iki gelecek arasındaki bir tercih değil Urfa ile Atina arasında bir tercih. Dolayısıyla soruyu şöyle sormalı: “Urfalılar karar vermeli: Urfa mı, Atina mı?” Urfalıların cevabını tahmin edebilirsiniz.

Linç ve modernlik

Linci anlamak onun basitçe bir ahlaki kınanmasından fazlasını gerektirir. Linç geleneksel bir cürüm değil modern bir hadisedir. Klasik anlamda bir barbarlık değildir. Modern bir organ spazmıdır diyebiliriz. Lincin ortaya çıkması için kitle denilen yeni ve atomize insan birikintisinin ortaya çıkması gerekiyordu. Bireyden sonra ama toplumdan önce bir yerde, inzibatî dizginlerinden boşalan kopuk kitlenin yolaçtığı infial ve şiddete linç diyoruz. Lincin bir vahşet yani barbarlık olarak bizi hayrete düşürmesinin nedeni fail(ler)i radikal bir kötülüğü irtikap eden birey insanlar olarak görmemizdir. Halbuki linçte fail ne artık birey(ler)dir ne de henüz toplum.

İnsanın özgürlüğü anomalidir

Tarih boyunca insanların ekserisi avamdır. İnsan hayatının da önemli bir kısmı rutin olmak anlamında toplumsal olarak belirlenmiştir. Adını nasıl koyarsanız koyun: Halk, kitleler, yığınlar, vatandaş… Çoğunluğun her zaman navigasyon cihazlarına (öğretmen, GPS, tur rehberi vs) ihtiyacı vardır. Bu irşad (olgunlaştırma) ve hidayet (doğru yolu gösterme) operasyonlarını çeşitli doğal ve yapay zekalar üstlenir. Bunların bazısı samimi bazısı şarlatandır.

Ego mu Eko mu?

İnsan zalim idi. Çevreyi tahrip ediyordu. Ozon deliniyor, buzullar eriyordu. İnsan, evrendeki tek serseri varlık olarak doğanın dengesini altüst ediyordu. İnsana ceza olarak onu doğa’ya geri göndermeyi düşündüler. İnsan, doğanın bir odak noktası olmaktan çıkarılacak ve doğadaki diğer canlılar gibi sıradan bir canlı statüsüne geri gönderilecekti. Nefsani olan ve taşkınlık yapan “ego” yerine, kendine ol(a)mayan ve hizayı bozmayan “eko” konulacaktı. Halbuki Ego lağvedilip Eko’ya düşersek geride insan kalmayabilir. İnsana dair ne varsa, ego’da var çünkü. Gerisi doğa’nın devridaimindeki bir posadan ibaret.

Köpek İşsizliği: Bir “artı şefkat” sorunu olarak sokak köpekleri

Sokak hayvanları evcilleştirmede kamusallaştırmanın sonucudur. Evde değil sokakta evcilleşmişlerdir. Doğa’da bakım yoktur. Bakıma konu olanlar ahlakın (fazlalık veyayetersizliğin) açıklığına sahip olurlar. Doğada obez kedi göremezsiniz ama evcil kediler arasında tıpkı insanlar gibi obezite görülür. Doğada atıl ve işsiz köpek göremezsiniz ama evcilleşmiş sokak köpeği tıpkı insanlar gibi atalet ve işsizliğin pençesinde bulur kendini. Tembel tembel yatan sokak köpekleri işsiz insanlar gibi yük olarak görünürler. Peki köpeklerin işi nedir? Sokak köpeği olarak tanıdığımız hayvanlar işsiz köpeklerdir. Şehirde evcil hayvanların işi sevmek ve sevilmektir. Ahlakta kıvamın tutturulamamasının, yani Aristo’nun "altın oran"ının (vasatın) tutturulamamasının bir örneğidir sokak köpekleri.

Taşa bakan adam

Taşa bakıp okuyan adamın elindeki küçük ve karanlık meteor artık şeffaf ve parlak bir taşadönmüştür. Çünkü ona bakan adam ona nüfuz ede ede onu anlamıştır. Artık o içinden ışık geçenşeffaf bir taştır. Bu hikaye bir tefekkür nesnesi olarak dünyayı temsilen kesif bir taşta hakikatiarayan bir adamın kitaplarına verdiği isimlerin hikayesidir. Kitaplarını bir şekilde duyanlar yahuto kitapları severek yakından okuyanlar farketmese de kitapların isimlendirilmesinde böyle latifbir ilişki var.

Babam Mihemed Emîn Taxikî

Annelerin kıymeti erkenden bilinir ama babaların kıymeti çoğunlukla geç anlaşılır. Bir de babalarımızı baba olunca daha iyi anlarız. Babam hakkında bir yazıyı o vefat etmeden yazmak istedim. Yok, o okuyabilsin diye değil. Çünkü onun okuma yazması yok. Türkçeyi de askerde öğrenmişti. Basılı bir gazetede köşe yazdığım yıllarda eve gelen gazetede köşe resmimi görünce fotoğrafı öperdi. Takdirini öyle ifade ederdi.

Felsefe ilgisinde ek sınıflar açıldı

Yasin Ramazan’ın “Felsefe sınıfsal mıdır?” başlıklı yazısında boş zamana dair zekice katkılar olmakla birlikte “Türkiye’de felsefe neden patladı?” başlıklı yazıma dair eleştirisini sınıfsallık üzerinden kurması beni ‘zor durumda’ bıraktı, tahayyürde kaldım. Bugün nefret edilen AKP’nin bilmem hangi döneminde ahlaksızca zenginleştirdiği yeni kesimlerin felsefe ilgisine dahil olması, başka bir “sınıf” tabiriyle söylersek felsefe ilgisinde ek sınıfların açılmasını getirdi. Daha geniş kesimler şimdi felsefeli oldu ve sınıfları doldurdu. Benim felsefede “sınıf” analizim burada bitiyor.

Melek nedir?

Tevhid açısından atmosferin tamamında bir nem olarak varolan ilahi mevcudiyet ve huzur (hazır olma hali) sıvılaşarak görülür ve hissedilir hale geldi. Melek bir eylem iken bir varlık haline geldi. Günümüzdeki insan yapımı melekler Siri veya Alexa adlarını alıyor. Mülkte tasarrufun adı olan melek, tutuşun şahıslaştırılması, uçuşun kuşlaştırılmasıdır.

Kürt milliyetçiliği ve dindar sekülerleşmesi

Kürt milliyetçiliğinde ön plana çıkan dinamikler özneleşme ve Kürtlerin çıkarını savunma arzusu şeklinde tecelli ediyor. Bu çıkarcılık henüz kaba bir pragmatizm seviyesinde seyrediyor ve etik nezaketle tanışmış sayılmaz. Bir duygu durumu olarak benliğin doğuşunu kutlamakla meşgul. Kürt milliyetçiliği, bir tür kendiliğin keşfi ve dünyaya karşı özne olarak savunusu biçiminde yükseldiği için her özgürleşme momentinde görülen bencillik ve ahlaki vertigo ile malul. Mesela, Kürtlere gülücük dağıtıyor diye Ortadoğu’da zulmeden başka bir devletin katliamlarına sırf o mağdur kitle Kürtlerin özgürlüğüne destek vermemişti diye sempatiyle bakmak, başka bir halka yapılan zulme onay vermek hayret verici bir zaaf olarak göze çarpıyor.

Ruhun iki ihtiyacı: Doğa ve sohbet

İnsanın insana teveccühünde, sohbetinde rahimiyyet tecelli eder. Kişiye özel olan bu jest insan-Tanrı ilişkisinde olduğu gibi insan-insan ilişkisinde de sözkonusudur ve doğada bulunmayan sentetik birşeydir. Onun için antik Yunan’da dostluk hürmeti, doğa’nın zorunluluğuna tabi olmadığı için akrabalık hürmetinden üstün sayılırdı. İnsan ruhunun hakiki tesellisi doğada ve sohbettedir.

Kutsalın yeniden kurulumu

Çeşitli sivil dinler ile eskinin resmi ve semavi dinleri arasındaki ritüel benzerlikleri bir tesadüf değildir. Milliyetçi tapınmalar iki formun kesişim kümesidir. Ka’be’ni Anıtkabir/Çankaya yapınca kutsalsız olmuyorsun. Aynı şekilde doğruya dair ilhamini Mekkeli peygamber Muhammed yerine Nemçeli filozof İmmanuel’den alınca başını kutsaldan kurtarmış olmuyorsun. Siyasetsizlik ile Kutsalsizlik aynı şeydir. Kutsalı öldüren siyaseti öldürür. Siyasetin ölümü insaniyetin ölümüdür. Tek veya çok olsun, put olarak tanrıların canı cehenneme. Ama kutsalın ölümünün kendisi insanın ölümüdür.

Amerika’da üniversiteli gençler bir puta direniyor

Koca devlet başkanları onursuzca (belki inanmadıkları halde) inkara ve yalana mecbur kaldılar. İnce işleyen kaba bir kuvvetin bu pervasızlığı karşısında ilericilik oyunu oynamalarına göz yumulmuş üniversite gençliğinin vicdanı daha fazla dayanamadı ve patladı. ‘Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar ve cinayet işliyorlar’ dedi gençler. ‘Vay anasını’ dediler. Bir tarafta kendini copla benimsetmek isteyen bir sahte put. Diğer tarafta hakka şahitlik etmek isteyen üniversiteli gençler.

İslamcılık ve Kemalizm: Hangisi daha orijinal?

İki modernleşme hareketi. Çeşitli açılardan karşılaştırılabilir. Ben bu yazıda sadece özgün düşünme kabiliyeti açısından ikisini mukayese etmek istiyorum. İkisi de iktidar olmuş. İkisi de yeterince rezil olmayı başarmış ideolojiler. İkisinin de yerine göre faziletleri var. Acaba İslamcılık mı yoksa Kemalizm mi özgün düşünme noktasında daha iyi bir zemin sunuyor?

Dücane Cündioğlu naifliği diye bir şey

Cündioğlu’nun yaptığı şey dava felsefeciliğini (misyonerce düşünceyi) felsefe sayılmaktan çıkarma çabası. Kelam felsefe değil. Niye? Çünkü bir tapınağın bekçiliğini yapıyor. Marksizm felsefe değil. Niye? Çünkü bir hayale hakikat rengi veriyor. Cündioğlu böyle yaparak bir naifliği ifşa etme fazileti gösterdiğini düşünüyor. Halbuki, bir anlama çabası olarak felsefeyi bu denli abartmak yani tarihselliğin dışına çıkartmak için elimizde bir gerekçe var mı? Yok. Bir ideolojik önkabuller manzumesine dayanan düşünme (veya felsefe yapma) çabalarını felsefeden saymayarak felsefeyi “tutarlılık adına eleştiri” seviyesine kadar yalınlaştırmak istiyor. Hata yapıyor. Çünkü felsefe tarihi bile bu tarz dayanılacak “önkabulleri haram kılma fetvası”nı doğrulamıyor.

Türkiye’de felsefe neden patladı?

Evet, Türkiye bir toplum olarak son yirmi küsur yıllık AKP iktidarında sınıf atladı. Eğitim seviyesi yükseldiği ama en önemlisi halk zenginleştiği için felsefeye ilgi patladı. Ona yer, zaman ve ihtiyaç doğdu. Toplum zenginleşince eski dinin gömleği dar geldi. Bir yırtılmayı izliyoruz. Bir tarafta yırtılma yokmuş gibi davrananlar var. Bunlar yaşanan bir heyelanı görmezden gelen inkarcılar. Bir tarafta da yırtılmayı kendini yırtarcasına teşhir etmeyi meziyet sayan teşhirciler var.

Yerli ateizmin zaafları: Köksüzlük

Ateist olduğun zaman bile bir geleneğin mensubu olduğunu unutmayacak bir olgunluk içinde dinle hesaplaşman gerekiyor. Dinle hesaplaşmayı din ile didişme olarak anlayanları köksüzlük bekliyor. Hatta gidecekleri başka yer olmadığı için dönüp dönüp terketmek istedikleri gelenekle kavga ediyorlar. Bir meziyet sandıkları “hiç bir yere ait olmamak” bir meziyet değil, bir tükeniştir. Hiçbir yere ait olmayanlar insanlığın musilajıdır. Yerli ateizmin en büyük zaafı köksüzlüktür. Kendi dini veya kültürüyle savaşan sonuçta kendi kendisiyle savaşıyordur ve her halükarda kaybeder. Din karşıtlığını din edinmek de bir hastalıktır.

“Kuru Otlar Üstüne” boca edilen

Ne otları örten kar ne de büyük şehirden oraya tayini çıkmış öğretmenin bedbin kolonyal nazarı böyle bir atfı meşru kılabilir. Bu projeksiyon eğer bir klişe olmasaydı bir okuma biçimi olarak mazur görülebilirdi ama bir klişe, bir postmodern klişe. Maalesef filmin en çiğ boyutu bu: yoksulun, Doğu'nun, kırsalın mutsuz olduğu varsayımı. Bu zaafına rağmen film şiir gibi bir kapanışla bitiyor.

Yokluk ve tokluk arasında din

Türkiye’de bugün aksi yöndeki vaveylaya rağmen son yirmi yılda yokluk toplumundan tokluk toplumuna geçiş yaşandı. Eski ahlak ve din anlayışı ofsaytta kaldı. Hala yeni zenginleri eski fakirliğin sopasıyla dövmeye çalışan muhalif idealizminin attığını sandığı gollerin gol sayılmamasının sebebi budur. Mesela artık çok düşük gelir grubundaki insanlar için bile erişilebilir bir tüketim nesnesi olan serpme kahvaltının suçüstüsü gibi sunulmasındaki aculluk bundandır. Herkes şaşkın: Dindarlar kadar dindarlardaki ahlaksızlığı dine sığdıramayanlar da şaşkın.

Dünyayı kadınlar mı kurtaracak?

Hiç bir mağdur kesim ve kitleyi melekleştirmemeli ve mehdileştirmemeli. Dünyayı işçiler kurtarmadığı gibi kadınlar da kurtarmayacak. Böyle sloganlar en fazla performatif bir telkin olabilir. İnsanları seferber etmek için konuşlandırılan birer slogan, birer motivasyon vaazı olabilir. Lakin buna bir hakikat gibi inanmak yanlış ve tehlikeli. Dünyayı sadece erkeklerin kurtaracağı (veya yönetebileceği) düşüncesi ne kadar ilkel ve boş bir iddia ise kadını dışlayan bir dünyadan çıkış için kadını yüceltip fetişize eden siyaset ve iddialar da aynı ölçüde boştur. Kadının özgürlüğü ve dünyanın kurtuluşu için kadının da “insan”lıktan çıkarılmaması gerekiyor.

Anadilin tercümesi olmaz

Bir dilin inkarı aslında o dili konuşanların insaniyetinin inkarıdır. Dili insandan ve insanı dilden koparamıyorsun. Dilin baskılanması, insaniyet imkanının baskılanmasıdır. Çünkü dil insanı vareder. Dil ile konuşmaz, dil ile ünsiyet ederiz. Dil varlığın evi değil, insanın varlıktaki evidir.

Putlar ve Tanrılar

Din konusundaki gerçek, aklın bilimsel mengenesine sıkıştırılamayacak kadar ümidin konusudur. Kaderin üstünde bir kader bulabilen insanda tüm tanrıları tüketen bir iman vardır. Çünkü ümidin nesnesi ümidin bir bahanesi, bir vesilesidir. İnsan dediğin nedir? İnsan ümide iman etmektir.

Kürt siyaseti ve özerklik

Kürt siyaseti içinde halktan gelen popüler basınç, Kürt siyasetini askeri vesayetten çıkmaya zorluyor. Bunun gel ve gitleri Demirtaş eşlerinin (çiftinin) eşsiz ve başkansız (eşbaşkansız) çıkışlarında yansıma buluyor denebilir. Bu çıkışlar mahçup ve mütereddit ama siyaseten doğru istikamette olmanın bilincinde çıkışlar gibi görünüyor. İlgi ve destek görüyor. Kürt siyaseti üzerinde askeri vesayetini sürdürmek isteyen totaliter örgüt ise Kürt siyasetinin ne Kürt ne de siyaset olmasına izin vermeyen tahditlerle çerçeve oluşturmakta ısrar ediyor. Kürtler adına hareket iddiasındaki silahlı örgüt başarısız olduğu gibi Kürt demokrasisinin hakettiği politik hasılatı toplamasına da engel olan bir konumdadır.

Sözün yolculuğu

Söz ve bilgi o kadar çok demokratikleşti ki ulemanın sırrı bozuldu, kerameti kalmadı. 'Rasyonel doğruluk', 'fikri keskinlik' yerine, beğeni ve 'güven duyma' hakim angajman biçimi halini aldı. Doğru’nun iktidarı birkaç cepheden sarsıldı. Söz, Doğru'dan boşanıyordu. Hoşlanmanın, hoşuna gitmenin doğrudanlığı uzmanlık dolayımının iktidarına isyan etti. Uzmanlar ve kurumlar boşa düştüler. Bilginin demokratikleşmesi, kitabı dağıttığı gibi doğru’yu da sübjektifliğin atmosferine düşen bir meteor gibi paramparça etti. Artık muhatapları adedince doğru var. Çünkü her tüketici aynı zamanda bir üretici idi. Yerli malı doğrunun üretilmesine post-truth da diyebiliriz, doğrunun postu deldirmesi de.

Vatan kavramı nasıl doğdu?

Vatan kavramı, akrabalığın iskan olunan toprağa gömülmesiyle doğdu. Akrabalık kandan toprağa geçmek suretiyle vatan denilen şeyi mümkün kıldı. Bu yüzden toprağa akrabalık ilişkisi atfeden sözler (ana-vatan, baba-vatan) bu transferin duygusal kalıntılarıdır. Eskiden çadır anlamına gelen “yurt” kelimesi de tıpkı vatan kelimesi gibi günümüzde, eski anlamından boşanıp o yeni anlama büründü.

Aşiret ve Şirket (Kirve ve Bono)

Aşiret ve şirket iki yakınlık biçimi. Aralarında bir akrabalık var mı? Acaba hangisinin asabı daha çabuk bozulur? Hangisi hangisini kıskanır? Kısaca bir bakalım isterseniz.

Son bakışta şair

Bütün inşa ettiği görkemli fikri ve estetik eserler ve poetik azamete rağmen şair de bir insandır; kalbi çırpınan bir insan. Sevdiği kadını görmek için onun yolunun geçtiği muhite gitmiştir. Onunla karşılaşma ümidiyle zamane tabiriyle 'stalk'lama yapmıştır belki de. Aşkta tarih durduğu için sevgili yirmi yaşında ne ise doksan yaşında da odur. Ve o görünür. İşte karşıdan geliyordur. Şair yarım asır sonra hala aynı heyecanla ona doğru yürür. Elinde belki Cağaloğlu’ndan kalma bir kitap poşeti.

Şeyhler, Seyyidler, Saidler memleketi

Selfie çağından önceki prehistoryadan bakıyorlar bize. Bakışları haşin. Ehlileştirilmeye direnen bir vahşilik var o bakışlarda. Yani yüzlerinde bugünkü yapay tebessümlerimizden ve riyakar medeniyetten eser yok. Fotoğraf makinasının kapanına yakalanmış yabani kaplan gibiler. Gördüğümüz suretleri genelde destursuz alınmıştır. Türkiye’de Cumhuriyet’in karanlıkta kalan yüzü (sivil cumhuriyet) hakkıyla günışığına çıktığında bu ülkenin bir şeyhler, seyyidler, Saidler memleketi de olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalınacak. Şimdilerde hainlik yaftasıyla saygısızlık yapılan bu üç zatın tarihsel figürler ve mazlum insanlar olarak kıymetini bir gün daha iyi anlayacağız.

Filistin bir ne meselesidir?

Gazze’de yaşananlar benim nispeten uzak durduğum Filistin meselesinde beni (başka insanlar gibi) yüzleşmeye zorladı. İtiraf etmem gerekirse, Gazze denilen ve iki milyondan fazla insanın hapsedildiği bir toplama kampının gerçek mahiyetini görmek zorunda kaldım. İçim acıdı. Müslümanlığım beni teskin etse de insanlığım bu zulme isyan ediyor. Bugün hem Müslümanların hem de Yahudilerin selameti için gerekli bir uyanışın yankılarını görüyoruz. Bunun belki de ilk adımı “cesaret”tir.