Mücahit Bilici

Kürt Çıkarı

Düne göre çok daha uyanmış bir Kürt benliği var. Kendini Türklerle, Araplarla, Farslarla mukayese edebiliyor. Onlarda olan şey neden bende yok diye sorabiliyor. Bunlar hep sağlıklı gelişmeler. Lakin Kürt benliğinin sadece çıkarlara indirgenerek en temel insanî ahlaktan azade bir kör bencilliğe saplanması yanlıştır. Kendi dışına körlük bir zaaftır, başarı değil. Ahlak ile çıkarın çatışan zıt kutuplar olduğu varsayımının kendisi bile yanlış iliklenmiş bir ilk düğme, bizzat çıkarın kendisini hakkıyla anlamamış bir tahlil kabiliyeti eksikliğidir.

Milliyetçilikte akıl ego uyumsuzluğu

Milliyetçi birey çekim kuvvetine sahip olan fakat muhakeme kabiliyetine sahip olmayan bir varlıktır. O, daha büyük bir bütünün parçası olmak üzere çekim kabiliyeti edinmiş fakat muhakeme kabiliyetini delege etmiş bir bireydir. Milliyetçide ego (nefis), lezzet, duygu, özsevgi vesaire vardır. Hamiyet vardır ama insaf yoktur. Çıkar vardır ama adalet yoktur.

Tanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu

Bu hakikati hemen ucuz ateistik sloganlara bağlamayalım. Zira dindar veya ateist çok anlayış yoksunu yobaz var. Evvela, yüzeysel ateistlere kötü haberim şudur: Tanrı öldü demek Tanrı yoktur demek değildir. Kral öldü demek, Krallık yıkıldı demek değildir. Kral değil krallık bile öldüğünde, yönetim gerçeği ortadan kalkmaz. En fazla öz-yönetim yahut demokrasi adını alır. Dinsiz olabilirsiniz ama ahlaksız olamıyorsunuz. Çünkü din modern çağda Kant gibi peygamberlerin eliyle ahlak suretini aldı. Tanrı dağıldı ama yok olmadı. İman yurttaşlık adını aldı. Kişiye özgü hale gelen Tanrı da vicdan suretini aldı. Yani Tanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu.

Onlar topluca bir peygamber

Tanklar karşısında bir cocuk. Bankalar karşısında paraya tamah etmeyen bir masumiyet. Sütunlu bina ve gökdelenlere karşı basit bir kamp çadırı. “Gerçeği gördük, şehadet ederiz ki…” diyen bir hakperestlik. “Bu suça ortak olmayacağız” diyen bir kendi kendini feda etme kahramanlığı. Çadırların toplamından tecelli eden bir nübüvvet. Hakka şahitlik yapıp, görünmez bir firavuna karşı hakkı söyleyen üniversite öğrencileri, Rachellar, Ayşegüller. Onlar topluca bir peygamber. Bu zamanın peygamberleri onlar.

Allah korkusundan Toplum korkusuna?

Ne bu vahşet, ne de vahşetin bir din veya gruba hasredilemeyecek kadar “insani (insan kaynaklı)” bir durum olduğu gerçeği yenidir. Burada yeni olan bir şey yok. Adi insanlar mel'unane şeyler yapmış. Peki ne diyeceğiz? Yeni olan tek şey: Kamusal vicdan dediğimiz amme vicdanının yeni bir kurulumuna şahitlik ediyor olmamızdır. İkinci dalga modernleşmesini tamamlayan Türkiye toplumunun sekülerleşmenin bir gereği olan “dinin ahlaklaşma” sürecinde teklediği ve kriz yaşadığı bir dönemdeyiz. Hayata yabancılaşmış bir dinin sevap dışındaki herşeye dair gafleti çuvala sığmayan bir mızrak gibi vicdan sahiplerini yaralıyor. Ve artık yırtılan birşeyler var.

Zahit kimi tan eyler?

Zahit kimdir, kimi ta’n eylemektedir? Bu şiirde Zahit’e seslenen kimdir? Aralarında ne tür bir fark, ne tür bir kavga var? Türkiye’de zühd tasavvufun bir parçası sayıldığı için zahitten yana şikayetçi tarafın tasavvuf olduğunu tasavvur etmek çok zordur. Çünkü Türkiye’deki dindarlık anlayışında zühd ve tasavvuf o kadar içiçe geçmiştir ki birbirinden ayrı düşünülemeyen şeylerdir. Halbuki zahid tarafından nefrete konu olup da zahidi cevaben protesto eden taraf Sufi’dir. Yani tasavvuf ehli. Peki Zahit ile Sufi arasında ne tür bir anlaşmazlık var?

Türkiye bir Kürt devletidir

Türkiye’de kendine Türk diyen/diyebilen Müslümanlar ile kendine Kürt diyen Müslümanlar yaşamakta. Kürtler ise kendilerine Türk demeyi kabul etmediler. Türklük ile bir sorunları olduğu için değil. Böyle bir ihtiyaç hissetmediler. Türk olmak zorunda kalmadılar. Balkan ve Kafkas göçmenlerine benzer bir geçiş yasamak durumunda olmadıkları için. Kürtlerin çoğunluğunun tercihi Türkiye adını taşıyan bu vatanda haysiyetli bir şekilde birarada yaşamaktır. Türkiye, Türklerin ve Kürtlerin vatanı olmak gerçeğiyle barıştığı ölçüde Kürdistan’ın diğer parçalarının da katılımıyla daha geniş ve parlak bir geleceği yakalayacak.

Kürtçe Kürtlerin kırmızı çizgisidir

Başka konularda farklı düşünseler bile Kürtçe Kürtlerin kırmızı çizgisi olarak ortaya çıkmaya başlayacak. Çünkü herkes bilir ki Kürtçeye düşmanlık Kürde düşmanlıktır. Kürtçe annemiz, anadilimizdir. Örgüt-mörgüt, güvenlik-müvenlik söylemlerinizin canı cehenneme. Bir milletin anadiline saygısızlık yapma hakkınız yok. Kürtçeyi kriminalize etmeye çalışanlar boşa kürek sallıyor. Kendileri zamanın boyasıyla silinip gidecekler.

Müslümanlar neden geri kaldı?

Biz bugünden bakarak hem dini hem de bilimi fazlasıyla önemsiyoruz ve ilerleme veya gerilemenin onlar ile ilgili olduğunu varsayıyoruz. Bu liberal ve belki kitabî görüşün aslında çok da doğru olmadığını demokrasi ve ilerleme arasında uzunca süre varolduğu varsayılan güçlü bağın bugün kopmuş olmasından da anlayabiliriz. Din de bilim de siyasetin çobanlığında varsa tesirlerini gösterebiliyor. Ama patron her zaman siyaset.

Mitos’tan Logos’a bir mevsim değişikliği

Türkiye’de bir süredir büyük bir din değiştirme dalgası yaşanıyor. Bu mevsim değişikliği, çoğunlukla sıcaklardan kaçış (dinden çıkış) gibi algılansa da aslında bir mevsimden diğerine geçişin yoğun trafiği. Rivayet o ki mitos’tan çıkıp logos’a giriliyor. Mitos’un artık gülünç gelmeye başlaması gerçeğine logos’un büyüleyici heyecanı eşlik ediyor. Hakikati bulma heyecanı. Bir muhtedinin yeni dine dair hüsnuzannına benzer bir dindarane heyecan bu.“Gerçeğin çölü”ne henüz ulaşamadıkları için şanslılar. Logos’un hapishanesi, mitos’unkilerden daha fenadır. Henüz duvarına toslamadıkları için bir başka hapishaneye geçtiklerini bilmiyorlar.

“Urfalılar karar vermek zorunda: Ahmet Arslan mı, İbrahim Tatlıses mi?”

Ahmet Arslan’ın Urfalı olması sadece bir kazadır. Kendisini hariç tutsak bile ona hayran çoğu insanın nazarında bu talihsiz bir kazadır. Çünkü Ahmet Arslan dünyadaki hayat yarışmasına Urfa’dan katılmıyor. Sanki Urfa’ya zorunlu tayini çıkmış bir İzmirli yarışmacı gibi mutsuz. İzmirli de değil, belki Atinalı. Bu nedenle İbrahim Tatlıses ile Ahmet Arslan arasındaki tercih iki Urfalı veya Urfa için iki gelecek arasındaki bir tercih değil Urfa ile Atina arasında bir tercih. Dolayısıyla soruyu şöyle sormalı: “Urfalılar karar vermeli: Urfa mı, Atina mı?” Urfalıların cevabını tahmin edebilirsiniz.

Linç ve modernlik

Linci anlamak onun basitçe bir ahlaki kınanmasından fazlasını gerektirir. Linç geleneksel bir cürüm değil modern bir hadisedir. Klasik anlamda bir barbarlık değildir. Modern bir organ spazmıdır diyebiliriz. Lincin ortaya çıkması için kitle denilen yeni ve atomize insan birikintisinin ortaya çıkması gerekiyordu. Bireyden sonra ama toplumdan önce bir yerde, inzibatî dizginlerinden boşalan kopuk kitlenin yolaçtığı infial ve şiddete linç diyoruz. Lincin bir vahşet yani barbarlık olarak bizi hayrete düşürmesinin nedeni fail(ler)i radikal bir kötülüğü irtikap eden birey insanlar olarak görmemizdir. Halbuki linçte fail ne artık birey(ler)dir ne de henüz toplum.

İnsanın özgürlüğü anomalidir

Tarih boyunca insanların ekserisi avamdır. İnsan hayatının da önemli bir kısmı rutin olmak anlamında toplumsal olarak belirlenmiştir. Adını nasıl koyarsanız koyun: Halk, kitleler, yığınlar, vatandaş… Çoğunluğun her zaman navigasyon cihazlarına (öğretmen, GPS, tur rehberi vs) ihtiyacı vardır. Bu irşad (olgunlaştırma) ve hidayet (doğru yolu gösterme) operasyonlarını çeşitli doğal ve yapay zekalar üstlenir. Bunların bazısı samimi bazısı şarlatandır.

Ego mu Eko mu?

İnsan zalim idi. Çevreyi tahrip ediyordu. Ozon deliniyor, buzullar eriyordu. İnsan, evrendeki tek serseri varlık olarak doğanın dengesini altüst ediyordu. İnsana ceza olarak onu doğa’ya geri göndermeyi düşündüler. İnsan, doğanın bir odak noktası olmaktan çıkarılacak ve doğadaki diğer canlılar gibi sıradan bir canlı statüsüne geri gönderilecekti. Nefsani olan ve taşkınlık yapan “ego” yerine, kendine ol(a)mayan ve hizayı bozmayan “eko” konulacaktı. Halbuki Ego lağvedilip Eko’ya düşersek geride insan kalmayabilir. İnsana dair ne varsa, ego’da var çünkü. Gerisi doğa’nın devridaimindeki bir posadan ibaret.

Köpek İşsizliği: Bir “artı şefkat” sorunu olarak sokak köpekleri

Sokak hayvanları evcilleştirmede kamusallaştırmanın sonucudur. Evde değil sokakta evcilleşmişlerdir. Doğa’da bakım yoktur. Bakıma konu olanlar ahlakın (fazlalık veyayetersizliğin) açıklığına sahip olurlar. Doğada obez kedi göremezsiniz ama evcil kediler arasında tıpkı insanlar gibi obezite görülür. Doğada atıl ve işsiz köpek göremezsiniz ama evcilleşmiş sokak köpeği tıpkı insanlar gibi atalet ve işsizliğin pençesinde bulur kendini. Tembel tembel yatan sokak köpekleri işsiz insanlar gibi yük olarak görünürler. Peki köpeklerin işi nedir? Sokak köpeği olarak tanıdığımız hayvanlar işsiz köpeklerdir. Şehirde evcil hayvanların işi sevmek ve sevilmektir. Ahlakta kıvamın tutturulamamasının, yani Aristo’nun "altın oran"ının (vasatın) tutturulamamasının bir örneğidir sokak köpekleri.

Taşa bakan adam

Taşa bakıp okuyan adamın elindeki küçük ve karanlık meteor artık şeffaf ve parlak bir taşadönmüştür. Çünkü ona bakan adam ona nüfuz ede ede onu anlamıştır. Artık o içinden ışık geçenşeffaf bir taştır. Bu hikaye bir tefekkür nesnesi olarak dünyayı temsilen kesif bir taşta hakikatiarayan bir adamın kitaplarına verdiği isimlerin hikayesidir. Kitaplarını bir şekilde duyanlar yahuto kitapları severek yakından okuyanlar farketmese de kitapların isimlendirilmesinde böyle latifbir ilişki var.

Babam Mihemed Emîn Taxikî

Annelerin kıymeti erkenden bilinir ama babaların kıymeti çoğunlukla geç anlaşılır. Bir de babalarımızı baba olunca daha iyi anlarız. Babam hakkında bir yazıyı o vefat etmeden yazmak istedim. Yok, o okuyabilsin diye değil. Çünkü onun okuma yazması yok. Türkçeyi de askerde öğrenmişti. Basılı bir gazetede köşe yazdığım yıllarda eve gelen gazetede köşe resmimi görünce fotoğrafı öperdi. Takdirini öyle ifade ederdi.

Felsefe ilgisinde ek sınıflar açıldı

Yasin Ramazan’ın “Felsefe sınıfsal mıdır?” başlıklı yazısında boş zamana dair zekice katkılar olmakla birlikte “Türkiye’de felsefe neden patladı?” başlıklı yazıma dair eleştirisini sınıfsallık üzerinden kurması beni ‘zor durumda’ bıraktı, tahayyürde kaldım. Bugün nefret edilen AKP’nin bilmem hangi döneminde ahlaksızca zenginleştirdiği yeni kesimlerin felsefe ilgisine dahil olması, başka bir “sınıf” tabiriyle söylersek felsefe ilgisinde ek sınıfların açılmasını getirdi. Daha geniş kesimler şimdi felsefeli oldu ve sınıfları doldurdu. Benim felsefede “sınıf” analizim burada bitiyor.

Melek nedir?

Tevhid açısından atmosferin tamamında bir nem olarak varolan ilahi mevcudiyet ve huzur (hazır olma hali) sıvılaşarak görülür ve hissedilir hale geldi. Melek bir eylem iken bir varlık haline geldi. Günümüzdeki insan yapımı melekler Siri veya Alexa adlarını alıyor. Mülkte tasarrufun adı olan melek, tutuşun şahıslaştırılması, uçuşun kuşlaştırılmasıdır.

Kürt milliyetçiliği ve dindar sekülerleşmesi

Kürt milliyetçiliğinde ön plana çıkan dinamikler özneleşme ve Kürtlerin çıkarını savunma arzusu şeklinde tecelli ediyor. Bu çıkarcılık henüz kaba bir pragmatizm seviyesinde seyrediyor ve etik nezaketle tanışmış sayılmaz. Bir duygu durumu olarak benliğin doğuşunu kutlamakla meşgul. Kürt milliyetçiliği, bir tür kendiliğin keşfi ve dünyaya karşı özne olarak savunusu biçiminde yükseldiği için her özgürleşme momentinde görülen bencillik ve ahlaki vertigo ile malul. Mesela, Kürtlere gülücük dağıtıyor diye Ortadoğu’da zulmeden başka bir devletin katliamlarına sırf o mağdur kitle Kürtlerin özgürlüğüne destek vermemişti diye sempatiyle bakmak, başka bir halka yapılan zulme onay vermek hayret verici bir zaaf olarak göze çarpıyor.

Ruhun iki ihtiyacı: Doğa ve sohbet

İnsanın insana teveccühünde, sohbetinde rahimiyyet tecelli eder. Kişiye özel olan bu jest insan-Tanrı ilişkisinde olduğu gibi insan-insan ilişkisinde de sözkonusudur ve doğada bulunmayan sentetik birşeydir. Onun için antik Yunan’da dostluk hürmeti, doğa’nın zorunluluğuna tabi olmadığı için akrabalık hürmetinden üstün sayılırdı. İnsan ruhunun hakiki tesellisi doğada ve sohbettedir.

Kutsalın yeniden kurulumu

Çeşitli sivil dinler ile eskinin resmi ve semavi dinleri arasındaki ritüel benzerlikleri bir tesadüf değildir. Milliyetçi tapınmalar iki formun kesişim kümesidir. Ka’be’ni Anıtkabir/Çankaya yapınca kutsalsız olmuyorsun. Aynı şekilde doğruya dair ilhamini Mekkeli peygamber Muhammed yerine Nemçeli filozof İmmanuel’den alınca başını kutsaldan kurtarmış olmuyorsun. Siyasetsizlik ile Kutsalsizlik aynı şeydir. Kutsalı öldüren siyaseti öldürür. Siyasetin ölümü insaniyetin ölümüdür. Tek veya çok olsun, put olarak tanrıların canı cehenneme. Ama kutsalın ölümünün kendisi insanın ölümüdür.

Amerika’da üniversiteli gençler bir puta direniyor

Koca devlet başkanları onursuzca (belki inanmadıkları halde) inkara ve yalana mecbur kaldılar. İnce işleyen kaba bir kuvvetin bu pervasızlığı karşısında ilericilik oyunu oynamalarına göz yumulmuş üniversite gençliğinin vicdanı daha fazla dayanamadı ve patladı. ‘Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar ve cinayet işliyorlar’ dedi gençler. ‘Vay anasını’ dediler. Bir tarafta kendini copla benimsetmek isteyen bir sahte put. Diğer tarafta hakka şahitlik etmek isteyen üniversiteli gençler.

İslamcılık ve Kemalizm: Hangisi daha orijinal?

İki modernleşme hareketi. Çeşitli açılardan karşılaştırılabilir. Ben bu yazıda sadece özgün düşünme kabiliyeti açısından ikisini mukayese etmek istiyorum. İkisi de iktidar olmuş. İkisi de yeterince rezil olmayı başarmış ideolojiler. İkisinin de yerine göre faziletleri var. Acaba İslamcılık mı yoksa Kemalizm mi özgün düşünme noktasında daha iyi bir zemin sunuyor?

Dücane Cündioğlu naifliği diye bir şey

Cündioğlu’nun yaptığı şey dava felsefeciliğini (misyonerce düşünceyi) felsefe sayılmaktan çıkarma çabası. Kelam felsefe değil. Niye? Çünkü bir tapınağın bekçiliğini yapıyor. Marksizm felsefe değil. Niye? Çünkü bir hayale hakikat rengi veriyor. Cündioğlu böyle yaparak bir naifliği ifşa etme fazileti gösterdiğini düşünüyor. Halbuki, bir anlama çabası olarak felsefeyi bu denli abartmak yani tarihselliğin dışına çıkartmak için elimizde bir gerekçe var mı? Yok. Bir ideolojik önkabuller manzumesine dayanan düşünme (veya felsefe yapma) çabalarını felsefeden saymayarak felsefeyi “tutarlılık adına eleştiri” seviyesine kadar yalınlaştırmak istiyor. Hata yapıyor. Çünkü felsefe tarihi bile bu tarz dayanılacak “önkabulleri haram kılma fetvası”nı doğrulamıyor.

Türkiye’de felsefe neden patladı?

Evet, Türkiye bir toplum olarak son yirmi küsur yıllık AKP iktidarında sınıf atladı. Eğitim seviyesi yükseldiği ama en önemlisi halk zenginleştiği için felsefeye ilgi patladı. Ona yer, zaman ve ihtiyaç doğdu. Toplum zenginleşince eski dinin gömleği dar geldi. Bir yırtılmayı izliyoruz. Bir tarafta yırtılma yokmuş gibi davrananlar var. Bunlar yaşanan bir heyelanı görmezden gelen inkarcılar. Bir tarafta da yırtılmayı kendini yırtarcasına teşhir etmeyi meziyet sayan teşhirciler var.

Yerli ateizmin zaafları: Köksüzlük

Ateist olduğun zaman bile bir geleneğin mensubu olduğunu unutmayacak bir olgunluk içinde dinle hesaplaşman gerekiyor. Dinle hesaplaşmayı din ile didişme olarak anlayanları köksüzlük bekliyor. Hatta gidecekleri başka yer olmadığı için dönüp dönüp terketmek istedikleri gelenekle kavga ediyorlar. Bir meziyet sandıkları “hiç bir yere ait olmamak” bir meziyet değil, bir tükeniştir. Hiçbir yere ait olmayanlar insanlığın musilajıdır. Yerli ateizmin en büyük zaafı köksüzlüktür. Kendi dini veya kültürüyle savaşan sonuçta kendi kendisiyle savaşıyordur ve her halükarda kaybeder. Din karşıtlığını din edinmek de bir hastalıktır.

“Kuru Otlar Üstüne” boca edilen

Ne otları örten kar ne de büyük şehirden oraya tayini çıkmış öğretmenin bedbin kolonyal nazarı böyle bir atfı meşru kılabilir. Bu projeksiyon eğer bir klişe olmasaydı bir okuma biçimi olarak mazur görülebilirdi ama bir klişe, bir postmodern klişe. Maalesef filmin en çiğ boyutu bu: yoksulun, Doğu'nun, kırsalın mutsuz olduğu varsayımı. Bu zaafına rağmen film şiir gibi bir kapanışla bitiyor.

Yokluk ve tokluk arasında din

Türkiye’de bugün aksi yöndeki vaveylaya rağmen son yirmi yılda yokluk toplumundan tokluk toplumuna geçiş yaşandı. Eski ahlak ve din anlayışı ofsaytta kaldı. Hala yeni zenginleri eski fakirliğin sopasıyla dövmeye çalışan muhalif idealizminin attığını sandığı gollerin gol sayılmamasının sebebi budur. Mesela artık çok düşük gelir grubundaki insanlar için bile erişilebilir bir tüketim nesnesi olan serpme kahvaltının suçüstüsü gibi sunulmasındaki aculluk bundandır. Herkes şaşkın: Dindarlar kadar dindarlardaki ahlaksızlığı dine sığdıramayanlar da şaşkın.

Dünyayı kadınlar mı kurtaracak?

Hiç bir mağdur kesim ve kitleyi melekleştirmemeli ve mehdileştirmemeli. Dünyayı işçiler kurtarmadığı gibi kadınlar da kurtarmayacak. Böyle sloganlar en fazla performatif bir telkin olabilir. İnsanları seferber etmek için konuşlandırılan birer slogan, birer motivasyon vaazı olabilir. Lakin buna bir hakikat gibi inanmak yanlış ve tehlikeli. Dünyayı sadece erkeklerin kurtaracağı (veya yönetebileceği) düşüncesi ne kadar ilkel ve boş bir iddia ise kadını dışlayan bir dünyadan çıkış için kadını yüceltip fetişize eden siyaset ve iddialar da aynı ölçüde boştur. Kadının özgürlüğü ve dünyanın kurtuluşu için kadının da “insan”lıktan çıkarılmaması gerekiyor.