Metin Karabaşoğlu

BİR ÖLÜMÜN ARDINDAN (IV): Kapıdaki tehlike

Uyarılar, “Ayrılıklar, ahlâkımızın sınanma anlarıdır” gibi edebe ve itidale davet eden cümlelerle başlamıştı. MİT krizi çıktığında, ‘dine hizmet’ diyerek yola çıkan bir cemaatin MİT müsteşarının kim olacağı üzerine kavga vermesindeki garabeti sorguladım. Bunun, o güne kadar ‘dine hizmet ediyorlar’ diye kendilerine destek verenlerde yol açacağı güven problemine dikkat çektim. “Siyaset bu kavgadan yara alır, ama cemaat ölür” diyerek de, net bir şekilde uyarımı yaptım.

Bir ölümün ardından (III): Mikro iktidar

Fetullah Gülen, dinî ilimlerin en azından bir kısmında Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki ortalama bir ilahiyat hocasından daha ileride olmasının yanında, insan ve topluma dair başarılı bir okuma yapabilen biriydi de. Bu toplumdaki hastalıklar kadar zaafları da onun kadar iyi görmüş ve hareketi lehine kullanabilmiş başka kaç insan vardır, bilmiyorum. Velhasıl, Gülen’e dair net eleştirileri olan biri olarak söylüyorum, güya onu aşağılamak adına ortaya konulan propagandist, ucuz, yanıltıcı ve karikatürize edici yaklaşımlar ne ahlâkî açıdan doğru, ne de epistemik anlamda isabetli. İddia edildiği gibi ‘boş bir adam’ın bu kadar çok insanı bu kadar uzun bir zaman diliminde bu derece etkileyebileceğini düşünmek insan ve toplum gerçeğine de hakaret olur.

Bir ölümün ardından( II): Hızır’ı beklerken

“Vardır bir hikmeti” diye başlayıp, ardısıra ‘hikmetinden sual ettirmeyen’ yaklaşımla, dinin apaçık ölçülerine aykırı herşeye kılıf bulup güya meşruiyet üretmek mümkündü. Biri Hızır’ın mevkiine yerleştirildiğinde, bütün bu itirazları susturup bütün o ölçüleri bypass etmenin yolu sonsuza kadar açılıyordu. Satır aralarındaki kodlarıyla bu mesajı taşıyan o yazı, büyüme adına bu cemaatin yaptığı ve yapacağı her türden usulsüzlüğü, ilahi ölçüler dahil ilkelerin çiğnendiği her türden durumu haklılaştırmanın yolunu döşüyordu

Bir ölümün ardından (I)

Sızıntı dergisinin 1993 tarihli sayılarından birinde okuduğum bir yazı, benim için bir dönüm noktasıydı. Gülen’in de, müntesiplerinin de sıkça başvurduğu mecazlarla yüklü, yanılmıyorsam “bahar müjdeleri” temalı o yazıyı okuduğumda, açıkçası dehşete kapıldım. Çünkü bu yazı, örtük dilinin satır aralarında, amaçlar adına herşeyi yapabilir ve her ölçüyü çiğneyebilir bir teoloji inşa ediyordu. Bugünden bakılırsa, 15 Temmuz dahil, sonrasında olabilecek herşeyin habercisiydi. Kaç kişi bu yazıdaki kodları çözebildi bilmiyorum, ama ben anlayacağımı anlamıştım ve sessiz kalamazdım.

Ba’de harâbi’l-cemâa

80’lerin ikinci yarısında, başlatılan yeni bir ‘irtica kampanyası’nda Milliyet gazetesi, Sızıntı dergisi sayılarında resim içine gömülmüş vecizelerin altındaki BSN’nin ‘Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî’ olduğunu ‘ifşa’ ve ‘ihbar’ ettiğinde verdikleri o efsane cevap! Meğer o sözler Bediüzzaman Said Nursî’ye ait değilmiş de, Uşak’tan kendilerine vecizeler gönderen meraklı öğretmen Bedrettin S. Nail’e ait imiş! Bunun yalan olduğunu kendileri bildiği gibi, bu yalanı aşikâre bilecek milyonlar olduğunu da bildikleri halde böyle süflî bir yalana tevessül ve tenezzül...Bu hikâye, böyle diye diye 90’lara ulaştı ve ‘yeni milenyum’a varıp dayandı. Gaza yüklendikçe yıpranan manevî balatalar, zafer sarhoşluğu içinde arabanın dört bir yanından ve dahi yolun iki tarafından geldiği halde duyulmayan sinyaller ve uyarılar... Sonuç?

Nevevî’sini arayan ülke

Vergilendirmedeki mevcut adaletsiz durum, üstüne şimdilik geri çekilmiş gözüken yeni teşebbüs, aklıma, asırlar öncesinden bir hatırayı düşürdü. 13’üncü yüzyıldan, mevhum değil gerçek ve yakın tehlikenin mevcut olduğu, hilafet merkezi Bağdat dahil Müslüman dünyanın birçok şehrini darmadağın etmiş Moğolların Şam’ın kapılarına dayandığı zamanlardan bir hatırayı... Bir tarafta Moğollara karşı Allah yolunda cihad adına yeni vergiler koyan bir sultan olarak Baybars, öte yanda o sultanı adalete çağıran bir âlim olarak İmam Nevevî...

Erkekler adam olsun!

İki kelimenin Kur’ân’daki kullanım biçimlerinin izini takip edersek, her adam erkektir, ama her erkek adam olmayabilir. Diğer bir ifadeyle, erkek olarak doğmak adam olmanın yeter şartı değildir. Erkek doğulur, ama adam olunur! Neticede kendini âlemin kralı zanneden, ama kritik anlardaki refleksleri bir çocuğunkinden farksız, lâkin ‘adam görünmek’ adına anlamsız sertliklere, hatta hayatları heder edecek düzeyde şiddete başvuran, hakikat-ı halde son derece kırılgan kişilikler çıkıyor karşımıza. Erkek olunca tanım gereği adam olduğunu düşünen, ama aslında hiçbir şekilde adam olamamış, son tahlilde kadınlar için, aile için ve toplum için baş belası haline gelen erkekler...

Sen fakirliği övemezsin!

Peygamber aleyhissalâtu vesselam fakirleri öven o hadisleri söylerken, bir eli yağda bir eli balda biri değildi. Kendisi dörtyüz odalı sarayda veya sekiz odalı villada yaşarken barakada hayata tutunmaya çalışan bir fakire bu sözleri söylemiş de değildi. Herkes yokluk çekerken herkesten fazla o yokluğa razı olan Hz. Peygamberin diline, hadis olarak bize kadar ulaşan o sözler çok yakışıyordu. Ama o hadisler, saraylardan, villalardan, yumuşak koltuklardan, lüks arabalardan, çok rakamlı banka hesaplarından ve mangal partilerinden arta kalmış ağızlara hiç ama hiç yakışmıyor...

Sınıf gerçeğine uyanmak

Birkaç göstergede ayrışan dindar olan ve olmayan iki patron, iş tutuş biçimlerinden tüketim ve harcama kalıplarına kadar birçok alanda, hem kendi başına hem de ailece aynı sınıf ayrımı, bilinci, hatta yeri geldiğinde dayanışması ile hareket etmektedir. Dindar bir patronun hayatın içindeki tercihleri dindar bir işçinin tercihlerinden ziyade dindar olmayan bir patronun tercihleriyle örtüşür. Benzer şekilde, dindar bir işçinin asıl kader ortağı, dindar olmayan iş arkadaşıdır. Her hâlükârda, hayatın tek gerçeği olmasa da, sınıf gerçeği sert ve acımasız biçimde apaçık önümüzde...

Sınanma zamanı geldiğinde

Sosyalist, liberal, komünist, feminist derken, kendisini farklı ideolojik tutumlar içerisinde gören nice insanı, kendi aralarındaki bütün ayrışmalara rağmen bu meselede beraberce mağdur ve mazlum Filistin’in yanında bir duruş sahibi olarak görmekte gözlerimiz. Öte tarafta da, açıktan veya susarak İsrail’e destek sağlayan bir güruh var. Benim için en ziyade sarsıcı olan ise, Müslüman dünya içinde onlarca senedir Filistin’in meselesinden nüfuz ve ikbal devşiren nice siyasînin, yiğitliğin asıl sınandığı yerde ve zamanda birer ‘reelpolitik üstadı’na dönüşüvermesi...

Ehlinize değil, ehline!

Çoğunluğu o an müşrik olan bir kabilenin hukukunu koruyan “Emaneti ehline veriniz” âyeti, onların kalblerini İslâm’a karşı yumuşatmış ve Kâbe’nin anahtarı onlara geri verilirken kalplerinin kilidi çözülüp imana açılmıştı. O âyetin emrini çiğnemeyi kendine hak gören bugünün ucube dindarlığı ise kalbleri İslâm’dan soğutuyor.

Neden kadın cinayetleri dindarların derdi olamıyor?

Sabah akşam feminizme lâf ederek aileyi ve dini koruduğunu zannedenler içinden ne kadarı, erkek olmakla kadınların hayatına kastetme hakkını dahi elde ettiğini zannedecek kadar canavarlaşan bu maçoluğa karşı bir eleştiri geliştirdi? Yüzü aşkın ilahiyat fakültesinde ders veren bini aşkın ilahiyat hocası içinden, Kur’ân’ın yaşama hakkının dokunulmazlığına dair apaçık uyarılarına ters düşen bu duruma karşı sesini ve sözünü yükselten, yanlışlığa dur diyen, doğrusu için çaba gösteren, çözüm için yol arayan kaç kişi çıktı şu ana kadar?

Hazmedilmeyen âyet

Kürtlerin anadiline saygı Türklerin de talep ettiği ve sahip çıktığı bir hak haline geldiğinde devletin ekseni olması gereken ilkesel zemine yerleşecektir. Herhangi bir kişi veya topluluğa karşı adaletsizlik, herkes için adalete bir tehdittir. Ve başkasının hüznünden, sana saadet gelmez. “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun âyetlerindendir” buyuran bir dine, böyle mi sahip çıkıyorsunuz?

Yaşasın hayat!

Bu ülke, “Yaşasın hayat!” diyemeyenlerin ülkesi. Hayat değil, ölüm kutsanıyor bu ülkede. İhmallere bir şekilde mazeret bulunuyor, karartılamaz hale geldiği durumlarda ise kabahat sorumlulara değil ‘kader’e ve ‘fıtrat’a yazılıyor. Bu ülkede bir çığlığa, bir haykırışa ve silkinişe ihtiyacımız var. “Yaşasın hayat!” diyen ve önlenebilir her ölüm için sorumlulardan hesap soran bir haykırış ve silkinişe...Yaşasın hayat! Kahrolsun sorumsuzluk!

Teşhisi doğru yapalım

Dinden uzaklaşma tutumunu İslâm için bir ‘entellektüel kriz’ olarak resmetmeye çalışanlar olsa da İslâm açısından asıl mesele, dinin siyasetin elinde araçsallaşması, ardısıra dindar kişi ve kesimlerin büyük kısmının bu tutuma arka çıkarak ve dinin değerlerini bu uğurda kullanarak muazzam bir söylem-eylem tutarsızlığı ortaya koymaları olarak gözüküyor. En basit bir farklı düşünce ve uygulama karşısında ‘polis çağırmayı,’ ‘tutuklama talep etmeyi’ hamiyet zanneden ucube devletçi dindarlık kimde kabule meyil uyandırabilir, kimi neye ikna edebilirdi ki?

Yaşasın gençlik!

Dünyanın her yerinde, ama özellikle Batıda ve Türkiye’de, devam eden mezâlimin son bulması için etkili her türden eylemi ve söylemi geliştiren gençleri izlerken dikkatimi çeken bir husus, tam da Zübeyir Nişancı’nın o söyleşide dikkat çektiği ‘ahlâklılık’ kriterlerine ilişkindi. Ahlâkı salt cinsel normlara indirgeyen daha yaşlı kuşakların epeyce bir kısmı zalime zalim, işbirlikçiye işbirlikçi diyememe ahlâksızlığına duçar haldeyken, İsrail’in zalimliğine karşı sesini yükselten gençler içerisinde her inançtan, düşünceden, ideolojiden, cinsel tercihten kişiler vardı. Belki başka bin konuda birbirlerinden ayrışmalarına karşılık, hakikaten hayata ve insana saygı konusunda sarsılmaz bir ittifakları sözkonusuydu.

Ülkelerin ilkelerle imtihanı

Netanyahu başkanlığındaki hükûmetin ABD başta olmak üzere Batı destekli katliamı, yeryüzünü İsrail pasaportu taşıyan kişiler ve her ülkeden Yahudiler için daha emniyetli mi kıldı, yoksa daha tekinsiz bir hale mi getirdi? İlkeyi çiğnemekten, hiçbir ülke hayır görmüyor. İlkesizler ile ülkeler ne felah ve ferah, ne de refah ve huzur buluyor. Bilakis ülkesini gerçekten sevmenin ve korumanın yolu, ilkesini sevmek ve gözü gibi korumaktan geçiyor...

Unutamadığım o enstantane

Bütün dünya, yaklaşık on gündür New York’taki Columbia Üniversitesinde başlayıp ABD’nin dört bir tarafındaki yüze yakın dünyaca itibarlı üniversiteye yayılan öğrenci eylemlerini konuşuyor. Birçok bakımdan öğretici dersler barındıran bu eylemlerden bir enstantane var ki, günlerdir aklımdan gitmiyor. Hayatın bana yıllar önce öğrettiği iki gerçekle birebir uyumlu bir enstantane bu... Üniversite bahçesinde İsrail’in Filistinlilere karşı özellikle Gazze’de gerçekleştirdiği kıyımı ve savaş suçlarını protesto eden gençlere müdahale eden Amerikan güvenlik güçleri içerisinden bir siyahi polisin protestocu bir öğrenciye uyguladığı şiddetin görüntüsü...

Bir kayıtsızlığın düşündürdükleri

Bana öyle geliyor ki, Müslüman dünyanın mevcut yönetimleri gözünde Filistin, artık bir ayak bağından öte birşey olarak algılanmıyor. Halkların öfkesinden korkuyorlar sadece. Bundan kaçınmak için dilleri Filistin için ah vah eder gözükse de, bu yönetimlerin büyük kısmı Filistin meselesiyle ilgili gelecek yatırımını ‘Filistin’ diye bir entitenin geri dönüşsüz şekilde gayrimümkün hale gelmesine yapmış durumdalar; ve bu sayede dünyanın muktedirleri ile ilişkilerini ‘normalleştirdikleri’ mutlu mesut bir ikbal ve istikbalin hayalini kuruyorlar.

Fred ağabeyin ardından

Fred abi, Kanada pasaportu taşımakla birlikte, aslında Güney Kaliforniyalı idi. Çocukluk ve gençlik günlerini Los Angeles’ta, Hollywood’a yakın bir muhit olan Pasadena’da geçirmiş, üniversite eğitimine ise yine Kaliforniya’da, Stanford’da başlamıştı. Ancak başlayan Vietnam savaşı onun ve ailesinin hayatını geri dönüşsüz biçimde değiştirecekti. Onun tercihi, Amerikan savaş makinesinin bir parçası olmamak için, bir kitapçının raflarında bulup çok etkilendiği Nikos Kazancakis’in The Greek Passion kitabının izinde kendisini Yunanistan’a sürgün etmekti. Sonra..

Budama zamanı

Budama mevsiminde içim cız etse de dallara testere veya makas değdirirken, hayatlarımız ve düşünme yolculuğumuz ile ağaçlar arasında bir benzerlik olduğunu fark ettim. Budamamak ağaçların hem ömrüne hem verimine ket vurduğu gibi; insanlar ve toplumlar için de hiç değişmeden kalmak meziyet değil, hayat alâmeti hiç değil. Budamayı kutsayıp gördüğü her dala testere veya makas vurmak da meziyet değil elbet, o da hayırlı bir sonuç vermiyor. Nasıl ağaçlar için budama gerekiyorsa, düşünce yolculuğumuzda da eleştiri ahlâkı, beraberinde özeleştiri cesareti ve vazgeçebilme özgürlüğü gerekiyor.

Nereden nereye?

Din adaleti emrederken, seçimde sonuç alabilmek uğruna ‘adaletsizliği’ vaad etmek gibi bir vahamete şahit oldu gözlerimiz ve kulaklarımız. Yetki ve sorumluluk mevkiinden adalet sözü çıkmadı da, kendisine verilen emaneti adaletle değil ayırma ve kayırma ile kullanacağı iması zuhur etti.

Aradığımız irfana ulaşılamıyor

Hayatım boyu elitizmin karşısında oldum, ‘ehliyete’ saygım olmakla birlikte bunu ‘uzman despotizmine’ gerekçe kılmaya çalışanlardan da hazzetmedim. Ama cehaletin despotizmi çok daha tehlikeli. Doğru, elitizm kötü, ama popülizm onunkini mumla aratacak kötülükte.

Dindarların kayıp gündemi

Dindar-seküler gerilimine odun taşıyıp siyasetin ateşini harlamadığı sürece, işçiler ölmüş, kadınlar öldürülmüş, alınmayan tedbirler sebebiyle görevi başında insanlar yitirilmiş; hiçbiri dindarlarımız için dert, tasa ve gündem konusu olmuyor nedense ve nasılsa...

Kimlik kavgasının örttüğü gerçek

Sözümona ‘dindarâne hassasiyetler’in ‘insanî hassasiyetler’i örtmek için kullanıldığı garip ve çelişik bir tablo var önümüzde. Haksızlığa uğrayan ‘öteki’ ise, dindarlarımızın umurunda değil. İnsan’ı gözardı eden, ‘adalet’i paranteze alabilen, yapan ‘bizden’se haksızlığa sahip çıkabilen böylesi bir ‘dindarlık’la bu ülke dindarlarının da, bu dinin de ulaşacağı bir gelecek yok maalesef. Kimlik siyaseti ‘dindar siyasetçiler’e kazandırıyor olabilir, ama dine kaybettiriyor.

Sen Doğu’dan haber ver!

7 Ekim sonrasında olup bitenleri ‘yüz’ler üzerinden tanımlamaya kalkıştığımızda Batının ‘ikiyüzlülüğü’nden söz edeceksek, çok az istisna dışında Müslüman ülkelerin yönetimleri başta olmak üzere Doğu’nun ise ancak ‘yüzsüzlüğü’nden söz edebiliriz. Evet, Batı ikiyüzlü, ama Doğu yüzsüz. Çünkü Batıda en azından tepkisini ortaya koyan bir taraf var, Doğu ise duvar kadar tepkisiz. Her şeye rağmen Batı, insanlığın geleceği konusunda benim gibi bir Müslüman’a daha fazla umut veriyor.

Filistin’in meselesini kimler çözebilir?

İsrail savaş makinesini mevcut şartlarda Müslüman dünya tek başına durduramaz. Filistin’in meselesi, İsrail’in Filistinlilere saldırısı sözkonusu olduğunda ‘insan hakları’yla ilgili bütün söylemlerini unutuveren Batılı yönetimlere bırakılarak çözülecek bir mesele değil. Ama öte yandan, ‘insan’ diye bir canlı olduğunu, farklı inanç, renk, cinsiyet, ideoloji, yaşam tarzı tercihlerinden milyonlarca, belki milyarlarca insanların buluşma noktası olabildiğini bu hengâmda bir kez daha gördük. Dünya ‘biz ve onlar’dan ibaret değil. Dünyanın her yerinde kötüler olduğu gibi, dünyanın her yerinde iyiler de var. Kötülerin dayanışmasıyla oluşan zalimliği kırmanın yolu, ‘hepsi bir’ toptancılığında çözüm aramaktan değil; bu toptancılıkları aşarak, iyilerin buluşup dayanışmasını mümkün kılacak bir inisiyatifi başarmaktan geçiyor.

Hendekten çıkan ders

Kur’ân’da beş kez tekrarlanan “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez” âyetiyle ders verilen “Birinin hatasından dolayı başkası sorumlu tutulamaz” ilkesi mucibince, kendisiyle savaş halinde olunan topluluklar içerisinde dahi doğrudan mü’minlere kılıç doğrultanlar dışında hiç kimse mü’minlerin kılıçlarının muhatabı edilmemiştir. Gölgesi altında cennetin olduğu kılıçlar, işte bu şekilde hak gözeten, sınır aşmayan, masumu cezalandırmaya kalkışmayan kılıçlardır. Bugünün diliyle konuşursak, Asr-ı Saadetteki savaşlarda hiçbir zaman ‘topyekün savaş’ mantığıyla hareket edilmemiş, ‘sivil unsurlar’ asla ‘meşru bir hedef’ olarak görülmemiştir. O kadar savaşta bu kadar az zayiat olmasının bir sebebi, savaşın her şeyi meşru hale getirmediğini bilmekle gelen bu hukuka riayet hassasiyetidir.

Yitirdiğimiz bakış; Maruf’un duası

Öfke taşımak, nefret yüklenmek, hınç biriktirmek, husumet beslemek, kin tutmak, linç üretmek, lânet ve beddua etmek için deyim yerindeyse nöbete yatmış bir ‘din dili’nin egemenliğine maruz haldeyiz bugün. ‘Dindar’ ile ‘kindar’ kelimelerini neredeyse birbirinin müteradifi haline getiren sevgisiz bir din dili kol geziyor ortalıkta. Ne zaman dinin bir kere daha öfke, nefret, hınç, linç, kin, husumet, beddua ve lânet sebebi kılındığını görsem, aklıma bir kez daha Maruf’un duası gelir.

Hiçbirimiz güvende değiliz

Yaşadığımız büyük musibetten ben bunu hakkalyakîn öğrendim: Doğru düşmanımız değil, ama yalan çok büyük düşmanımızdır. Bilim düşmanımız değil, ama cehalet çok büyük düşmanımızdır. Hakikatle savaşılmaz, hamasete dost olunmaz. Çünkü hamaset canları heder eder, hakikat ise hayat kurtarır. Deftere yazdım. Asla unutmayacağım… Defter sadece devletlûlarda yok, bizde de var. Hesap Günü yazıcı meleklerin açacağı defterden neler çıkacağına ise hiç girmiyorum bile…