Gürbüz Özaltınlı
Bu seçimler biraz farklı gibi
İçinden geçmekte olduğumuz süreçte ise AKP’nin bir avantaj gibi kullanageldiği “Dünya komplosuyla karşı karşıyayız, beka tehdidi altındayız” temalı söyleminin bu partisiz seçmen dünyasında, lehine olmaktan daha çok aleyhine işleyeceğini tahmin ediyorum. Kuşkusuz bu kesimden AKP’ye yönelimlerde bu söylemin hiç etkili olmadığını söyleyemeyiz. Ama, götürdükleri mi, getirdikleri mi daha çok olacak sorusunu sorabiliriz. Benim cevabım götürdükleri çok olacak.
Savaş ve romantizm
Savaşın bedeli dediğimiz zaman da, yeni öngörü ve değerlendirmelere ihtiyacımız olduğunu görürüz. İlk ve en önemli soru da şudur: 1984 tarihinden bu yana devam eden ve gelinen noktada ordumuzu sınır ötesine de gönderme mecburiyeti yaratan bu savaş, daha ne kadar sürer? Bu bağlamda düşünmek lâzım; hangi cevap daha romantik, daha sorumsuz?
Almodovar’dan Demirkubuz’a evlerimiz
Artık “Hayat tarzı” diye bir şey var. Ve hayat tarzı, hiç de özgürce seçtiğimiz bir şey değil. İçine doğduğumuz çevre, bizden önce örülmüş duvarlar, ulaşabileceğimiz kapılar ve belki de talihin bize göstereceği yüzüyle belirlenen bir oyun alanı “hayat tarzı” dediğimiz şey. Kendimize ait zannettiğimiz “tarz”; içine yerleştiğimiz ekonomik kültürel kimliğin içselleştirilmiş, kişiselleştirilmiş bir versiyonundan başka bir şey değil.
Fotoğraflarımız
Çok görünür olmak istiyoruz. Hoş görünür olmak istiyoruz. Tanınalım, beğenilelim, unutulmayalım, cnm- bi tanem- harikasın mesajları alalım istiyoruz. Gezelim, görelim, gösterelim, çatır çatır çatlatalım da istiyoruz. Akıllı telefonlar stüdyoların yerini almadan çok önce değişmiştik zaten…
15 Nisan’da memleket manzaraları
Anayasa tartışmasında da üst üste yazılar kaleme aldım. İlki 13 Ocak tarihinde “Muhafazakarların sınavı: Anayasa Taslağı” başlığını taşıyor. Onu takip eden 9 yazının da tamamı anayasa tartışması üzerine ve hepsi neden “Hayır”ın tercih edilmesini istediğimin gerekçeleriyle yüklü. Yani açık bir “hayır”cıyım…
İnsan ve iktidar
Hukuk ve güçler ayrılığı her türlü kahraman/ adanmış/ insan üstü muktedirden daha çok lazımdır bir topluma. Çünkü insanın en iğrenç yüzü iktidar hırsıdır. Onu sınırlandıracak olan da güçler ayrılığı, herkesi bağlayan hukuk ve ona işlerlik kazandıran adalet mekanizmasıdır.
Derin bir nefes alıp kendine bakmak
Batı, krizlere verilebilecek bu en kötü, en değer tanımaz, en tahripkar, en nefret yüklü tepkiyle baş etmeye çalışıyor. Çok mu başarılı? Henüz belli değil; ama görüntünün de pek parlak olmadığı açık. Peki biz bu küresel popülist dalganın neresindeyiz? Hangi tarafın değirmenine su taşımaktayız?
Amaç çift başlılığı gidermekten çok daha fazlası
Her yazıda yazdım, bir daha yazayım. 13 HYK üyesinin 6 tanesini cumhurbaşkanı doğrudan belirliyor. Kalan 7 üyeyi cumhurbaşkanının listesinden milletvekili olanların çoğunluğu oluşturduğu parlamento seçecek. Bu kadar açık bir matematik gerçeği gizlemek için kullanılan argümanlar insan aklını küçümser nitelikte.
Erdoğan konuştukça…
Ne oldu 15 Temmuz’u takip eden günlerde “Yenikapı Ruhu’na” yapılan güzellemelere. Hani darbeye karşı çıkanlar el ele vermişti? Hani Ak Parti birleştirici, kucaklayıcı siyasetin adresiydi! Sırf “bu kadar yetkiyi başkana vermek yanlıştır” dedikleri için, dün el ele durulan kesimler bugün darbeci mi oluyor? Bu mudur kucaklayıcılık? Toplumun tamamı “ultra yetkilerle gelin; yasamayı da yargıyı da alın avcunuzun içine, nasıl isterseniz öyle yönetin bizi” derse mi ancak kucaklanmayı hak edecek?
“İstikrar mı çoğulculuk mu” tuzağı ve kararsız azınlığın 16 Nisan iktidarı
İstikrar mı, çoğulculuk mu tuzak sorusunun tam teslim alamadığı; siyasal gücün tek bir elde aşırı toplanmasından gerçekten ürken, bunun tehlikesini derinden sezen; aklı hem istikrar hem de çoğulculukta kalan; bu kavramlarla konuşmasa bile derinden sezgisel tereddütler yaşayan “kararsız” bir azınlık var. Ve öyle gözüküyor ki, sonucu, istikrar için karşısındakine tahakküm etmek gerektiğine inanan her iki taraftaki çoğunluk değil, bu tahakkümcülüğe endişe ile yaklaşan azınlık belirleyecek…
Neden “kararsız” değilim
Bir önceki yazıda, önümüze gelen anayasanın, demokrasilerde birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi gereken devlet güçlerinin tümünü (yasama-yargı-yürütme) cumhurbaşkanının elinde topladığını yazmıştım. Bu haliyle, bir başkanlık...
Yeni anayasa mevcut anayasanın kötülüğü üzerinden savunulamaz
Mevcut anayasanın kötülüğü ve değiştirilmeye muhtaçlığı konusunda toplumun büyük çoğunluğunun uzlaştığını varsayabiliriz. Fakat dikkatleri mevcut anayasaya çekmek ve değişimin meşruiyetini buraya yaslamaya çalışmak fazla kurnazca bence.
Düşünceyi kutup zincirlerinden kurtarmak
Anayasa değişikliğinin içeriğini hazmedemeyen; tehlikeli ve yanlış bulan muhafazakâr ve milliyetçi çevrelerin, kararlı “hayırcı” cephenin sosyolojik ve siyasal bileşenlerine baktıklarında “kimliksel karşıtlık” buldukları açık. “Hayır” pozisyonunda durup , bulundukları hizaya baktıklarında rahatsız olmamaları imkansız. Ne yazık ki düşünceler kutuplaşmanın zincirlerine esir düşmüş durumda. “Ne”ye karşı ya da yanında sorusunun yerini, “kim”e karşı veya yanında sorusuna bıraktığı bir zihinsel kuşatma altındayız.
Anayasa önerisinin içeriği
Bütün yürütme yetkisini elinde toplayan başkanın yasama organı karşısındaki etkinliği sadece (kuvvetle muhtemel) çoğunluk partisinin başkanı olmasının getirdiği avantajla ilgili de değil. Düzenlemenin başkanla Meclis arasındaki ilişkilere dokunan her maddesine sinmiş bir “başkancılık” ruhu var. Meclis başkana feda edilmiş; bu çok açık.
Böyle muhalefete böyle anayasa
Başkanlık eşittir İslami diktatörlük demagojisine yapışmak; başkanlığı kavramsal olarak baştan kategorik düzeyde reddetmek… Bu, aslında kriz ve devirmecilik siyasetinin tezahürüdür. Seküler kesimin korkularını köpürtmekten medet uman tanıdık kronik kabızlığın işaretidir.
Mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır*
Yine bu toprakların insanları olarak, darbe iktidarlarının insanlık dışı uygulamalarıyla ödediğimiz bedelleri iyi biliyoruz. Askeri cuntalar da “aşırı güç” ün tipik örnekleri olarak topluma kan kusturdular. Sonuç olarak, sistemin güçsüzlüğe çare üretebilmesine evet; fakat bunu yapacağım gerekçesiyle aşırı güç oluşturmasına hayır.
Muhafazakârların sınavı: Anayasa taslağı
Türkiye’nin seküler sosyolojisi bu ülkeye demokratik standartları getiremedi. Ülkeyi vesayet rejimi altında bir azınlık olarak yönetti. Şimdi soru şu: Muhafazakâr sosyoloji bunu başarabilecek mi? Yoksa bizi, çoğunluğa dayalı “başkan baba”cı patriarkal bir modelin demokrasi sayıldığı günler mi bekliyor?
“Üst akıl” dan önce kendi aklını sorgulamak
Sanırım Ortadoğu’da “oyun kurucu” aktör olmanın Batı’yla çatışarak değil, uyum arayarak sağlanabileceğini göremeyen aşırı bir özgüven tuzağına düşmekle başladı. Geleceği belirsiz bir çatışma sürecine giren bölgede “yumuşak güç politikalarından” uzaklaşan, “bekle gör” sabrı göstermeyen; temkinsiz; tarihsel ve kültürel geçmişin etkisine fazla bel bağlayan bir “sivrilikler” çizgisine savrulduk.
‘Ekonomiden anlamayanlar’a karşı ‘her şeyden anlayanlar’
Ak Parti, doğru yaptığı işleri kendi eliyle bozmaya başladı. 17-25 Aralık da; 15 Temmuz da gerçekten büyük travmalardı. Ucu bazı küresel güçlere de dayandığı kuşku götürmez saldırılardı bunlar. Fakat buradan kalkıp bütün Batı’nın bize düşman olduğu; küresel sistemin de yıkım getirdiği sonucunu çıkartmak tek kelimeyle aşırılıktır. Şimdi izlenen; içeride “tek seçici başkanlık” ve otoriterleşme siyaseti ile dışarıda Batı’dan kopuş çizgisi bu travmalara verilmiş uygun cevaplar değildir.
İzlenen politikalar ne kadar yerli ve milli?
Öncelikle bu yerli ve milli kavramının kendisi irdelenmeye muhtaç kanımca. İzlenen politik hat yerli ve milli çıkarlarımız üzerinde nasıl sonuçlar yaratıyor? Tartışmanın temel sorusu herhalde bu olmalı… Daha da önce; yerlilik ve milliliğin kapsamı ne? Buna cevap aramalıyız.
Söyle bana sanal dünya var mı benden popüleri
İnsanların başkalarının hayatına duyduğu ilgi ve popülarite merakı yalnızlıktan doğmaktan çok, tersi doğru gibi geliyor bana. Yani; bu merakların sürüklenişi içinde insan gerçek hayatında giderek yalnızlaşıyor. Yeni iletişim teknolojileri, galiba fıtratımızda olan bir patolojiyi patlattı. Belki de birbirini tetikleyen daha karmaşık bir psikodinamik söz konusu.
Söylemin gücü ve yanıltıcılığı
Özellikle 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de olağanüstü bir söylem hegemonyası oluştu. Darbe girişimi öylesine gayrı meşru, o kadar ahlaksız, alçakça bir hareketti ki, iktidar haklı ve tartışılmaz bir ahlaki-söylemsel üstünlük kazandı. PKK şiddeti ve Batı’nın kabul edilemez tutumu bu söylemsel hegemonyanın alanını daha da genişletti.
İdam
Bir insanın canını almak; eyleminden ötürü dönüşsüz ve en aşırı biçimde sadece kendisini sorumlu tutmak demektir. Sınırsız bir seçim özgürlüğü varsaymaksızın davranışı nedeniyle onun canını alamazsınız.
Gerçeğin hakkını vermek
15 Temmuz öyle sıradan bir olay değil. Kütüphaneleri devirseniz, yılların tecrübesi içinden gelseniz öğrenemeyeceğiniz derinlikte sarsıcı bir ders. Hiçbir şey, o güne kadar söylediği sözlerini, iddialı sertliklerini insanın yüzüne bu kadar kuvvetli çarpamaz.
Darbenin kökleri (3) Gazze saldırısı: Değişim koalisyonunda sonun başlangıcı
Gazze saldırısı, sadece kendisi ile sınırlı kalan tepkiler üretmedi. Hükümetin, Arap halklarının gönlüne giden yolda, Hamas anahtarına İsrail’e açıkça cepheden eleştiri politikasını ekleme kararı vermesine yol açtı. Nitekim Türkçe’ye bir gecede girip dilimizin başköşesine yerleşen “one minute” için bir ay bile beklememiz gerekmedi: 29 Ocak 2009. 31 Mayıs 2009’da Mavi Marmara’da kan döküldü.
Darbenin kökleri (2) ABD’de dengelerin değişimi ve Türkiye’nin bölgede yükselişi
Kimilerinin “taşeronluk” diye aşağıladığı “komşularla sıfır sorun” çizgisi, tam anlamıyla bir “kazan-kazan” politikasıydı. Bu politikanın ayırt edici özelliği, siyasi rejimlerin niteliğine kör kalan, rejim üzerinden dost–düşman tasnifini reddeden bir işbirliği perspektifine dayanıyor olmasıydı.
Darbenin kökleri*
Gözden kaçan şuydu ki, koca bir kıtayı kendi arka bahçesi yapabilmeyi başarmış ABD gibi deneyimli bir emperyal güç, az gelişmiş demokrasilerle ilişkilerinde, sivil hükümetlerden daha çok devleti önemser. Sandık kontrolden çıkabilir, fakat devlet “dost” kaldıkça “çareler tükenmez”…
15 Temmuz ve Batı’nın özü teorisi
“Avrasya” diye ayağa kalkanların; Arap yönetimlerinin yarısı darbenin başarısızlığına hayıflanırken “Birleşik İslam Dünyası” hayalleri kuranların, sistem değiştirmenin bedelleri üzerine de yutkunup düşünmelerini öneririm.
Hep haklı olmanın dayanılmaz kibri
17-25 Aralık’tan 15 Temmuz’a kadar avazı çıktığı kadar “hırsız” diye bağıranlar; biz “Cemaat darbesi” diye yırtınırken “namuslu savcılar-hâkimler” edebiyatı yapanlar; “Emniyette tasfiyeler yapılıyor, yargı elden gidiyor” diye bağıranlar… Bunlardan da henüz tek cümle özeleştiri duymadık.
‘Hayır’, ‘Şer’ ve Kılıçdaroğlu
Darbe gecesi ve onu takip eden günlerde kötü bir sınav vermedi. Önümüzdeki günlerde toplumsal kutuplaşmanın yumuşaması, demokratik uzlaşmaya giden yolların açılması için yapıcı bir siyasette ısrar edecek mi? Yaşadıklarından radikal dersler çıkartıp, tabanın reflekslerinin üstüne gidecek ve dönüştürücülük yolunda ağırlık kuracak cesareti gösterebilecek mi?