Gürbüz Özaltınlı
Kutuplaşma gerçek mi, yapay mı?
Özetle; kutuplaşma, toplumun toplam %70-80’ini içine alan bir Türkiye realitesidir. Yapay bir sorun değildir.
Bayramlar
Sanılmasın ki bu bayramlara sadece “halk” kayıtsız kalırdı; hayır, “vatandaşlar” da umursamazdı pek devlet bayramlarını. Ne zaman ki gelenek umulmadık biçimde “hortlayıp” gidişe el koydu, o zaman Cumhuriyet bayramları iktidar kaybına uğrayanlar gözünde değere bindi; sembol oldu.
Yine tarih: ‘Darbeciler’ ‘Yolsuzluklara’ karşı!
Sonuçta; her iki tarafın da birbirine karşı “hırsızlık” ve “darbecilik” gibi düşmanca sıfatları heybesine atmasıyla, öfkeleri birkaç tık tırmandırıp, kutuplaşma serüvenimizde yeni bir köşeyi sağ salim dönmüş olduk toplumca!
Kutuplaşma tarihimize yeniden bakış
Gezi’yi, baştan sona meşru bir demokratik protesto olarak tanımlayanlar da haksızlar; açıkça gerçekleri örtüyorlar. İlk birkaç günden sonra bütün eylemlere şiddet egemen oldu. Marjinal gruplar “devrim” hayalleriyle sokağı işgal etti. Meydanlarda Erdoğan’a toplu galiz küfürler savruldu.
Kutuplaşmadan şikayet edenlere öneriler
Öncelikle, Türkiye yeniden kurulurken “karşı tarafı” etkisizleştiremeyeceğinizi; onlarla barış içinde yaşamanın zorunlu olduğunu kabul etmekle başlayın işe.
Çatlak korkusu
Darbe üzerine darbe yaşayan bu toplumda, özellikle dindar muhafazakâr kesimler şimdi elbette “tehlike kokusunu” alır almaz çok sorgu sual etmeden “sert ve kararlı” liderinin arkasında hizaya geçmeye yatkın oluyor.
Aydınlar ve siyaset
Aydınların çoğu, kendilerini dinlemeye yatkın olan sosyolojik ve siyasi öznelere, mevcut durumdaki olumsuz rollerini hatırlatma işlevini tamamen terk ettiler. Bütün enerjilerini, istenmeyen sonuçlardan karşı tarafın sorumlu olduğunu anlatmaya yönelttiler.
Kim daha ahlaksız?
Hangimiz sevmesek bile çevremizdeki bir insan hakkında bu kadar fütursuz davranmayı içimize sindirebiliriz; hadi sindirdik diyelim, ayıplanmaktan korkmadan bunu yapabiliriz?
Tırlar diplomatlar ve siyasal kodlarımız
Siyasetin hukukla karşı karşıya getirilmesini “kararlı mücadele”; işler sarpa sarınca Batı’ya had bildirmeyi “dik duruş” olarak selamlayanlar değişimin en temel meselesinin adil işleyen, güven veren bir hukuk inşa etmek olduğunu unutuyorlar.
Dünya bize düşman mı?
Türkiye AKP iktidarlarıyla birlikte hem küresel sistemle ilişkisinde kendisine dayatılan hiyerarşiye itiraz etmeye, hem de Ortadoğu’da etkin rol oynamaya yöneldi. Haklı ve rasyonel bir politikaydı bu. Başlarda güçlü bir ABD desteğine dayanıyordu. AB ile de yakınlaşma sağlanmıştı.
Muhalefetin hamaseti: ‘Batı uygarlığı / Ortadoğu bataklığı’
AKP’nin Batı’yla ilişkilerinde; kendi talepleri yönünde zorlayıcı olması, özerklik mesafesi koyması ve Ortadoğu’da oyuna girme iradesi göstermesi hem haklıydı hem de rasyoneldi. Kanımca AKP’nin büyük zaafı; giderek bu siyaseti bir ideoloji düzeyine taşıdığı izlenimi veren ve güçler dengesine göre esnemeyi; yön değiştirmeyi başaramayan katılıklarıdır.
CHP, Kürtler ve Cumhuriyet’in kurucu ayarları
Bu ülke yeniden kanamaya başlayınca Kılıçdaroğlu kürsüye çıkıyor, gözümüzün içine baka baka, AKP’yi barış politikaları yüzünden eleştiriyor. Çözüm Süreci’nin yanlış olduğunu, PKK’nın silahlanmasına yol açtığını söyleyebiliyor.
Olanı anlamaya çalışmak
HDP’yi siyaseten gömen; Kürt şehirlerini yıkıp geçen; Kızılay’ın ortasında sivilleri katledip koyu bir nefreti tetikleyen PKK’nın tek hedefi var: İktidarı zayıf düşürmek. Ne Kürtlerin gördüğü zarar umurunda ne de Türklerin nefreti. Real politikada Batı’nın neleri görmezden gelebileceğini ise belli ki çözmüş durumda.
Haksız kampanya
Bitirirken şu zor soruyu düşünmeyi teklif ediyorum: Bu tür “siyasal kampanyalar” gücünü nereden alıyor? Bir siyasi lider hukuk alanında yürüyen bir tartışma üzerinde nasıl böyle tayin edici bir manevi ağırlık kurabiliyor?
Doğru yerde durmak
Türkiye, “yıkım sürecinin” etkileriyle “inşa sürecinin” ihtiyaçları arasındaki gerilimli ilişkinin önümüze koyduğu zor ikilemle karşı karşıya. Ya demokratikleşme hedeflerine sadık kalacağız; demokratik yöntemlerle toplumsal kesimlerin nefes almasını, kendilerini ifade etmelerini sağlayacak ve uzlaşıları teşvik edeceğiz. Ya da giderek güçle bastırma, şiddet enstrümanlarına yüklenme yönüne sapacağız ve otoriter bir sistem inşasına doğru yol alacağız.
Demokratlık yerli ve milli olmayı da kapsar
Ben; dominant bir politika üreticisi olarak Erdoğan’ın, kararlarında en güçlü motivasyonun ulusal çıkarları koruma kaygısı olduğundan kuşku duymuyorum. Fakat küresel güçlere meydan okuyabilir olması; etkili ülkelerden gelen tepkileri umursamaması, bir politik iradeyi “milli ve yerli” yapmaya; ulusal çıkarların en rasyonel temsilcisi saymaya yetmez.
Siyasal saflaşmanın eksenleri üzerine düşünceler(3)
Kürt savaşı laik Kemalist sosyolojinin ezici çoğunluğunda PKK’ya ilişkin öfke üretmiştir kuşkusuz; ancak bu, o kesimde AKP’ye dair bir dostluk/yakınlaşma/dayanışma duygusu oluşabileceği anlamına gelmez. En kolay kullanıma girebilecek söylemin “hem AKP ve Erdoğan’ı hem de PKK’yı düşman görmek ve savaşın sorumluluğunu da öncelikle Erdoğan’ın siyasetlerinde aramak” üzerine kurulu olacağını tahmin etmek zor değil.
Batı karşısında Türk olmak
Batı devletlerinin reel politikaları; kendi değerleriyle çelişen ikiyüzlülükleri; içinden geçtiğimiz Ortadoğu felaketinde milyonlarca yurtsuzun trajedisine karşı kayıtsızlıkları; yakın tarihin Batıyı güçlü, Doğuyu mağdur kılan gerçeği…
‘Milli Birlik’ çağrıları üzerine
Tehlike algısı ve milli aidiyete seslenen destek arayışları, gerçekten iktidarı güçlendirebilir mi?
Siyasal saflaşmanın eksenleri üzerine düşünceler (2)
Türkiye’nin 2011 sonundan itibaren başlayan kuşatılmışlığını “ulusal çıkarlarının” hakkıyla savunulmasına bağlayan ve “başka bir seçeneğin imkansız olduğunu” ima eden açıklamaları inandırıcı bulmadığımı ifade etmek istiyorum. Kişilikli- özerk bir siyasetle ya da yeni deyimlerle konuşursak milli ve yerli olmakla; bu ölçüde yalnız ve ittifaksız kalmak arasında kaçınılmazlık, kaskatı bir determinizm bulunduğunu ileri sürmek, siyasetin sonsuz zenginlikler ve tercihler içeren bir eylemlilik alanı olduğunu reddetmek anlamına gelir.
Yeni anayasa: Demokrasi yerine “Milli”lik mi?
Erdoğan temel mesajını; milletin çoğunluğunun kabul ettiği bir anayasa ile milletin çoğunluğu tarafından seçilen güçlü bir başkanlığın yaratılması üzerine inşa ediyor.
Siyasal saflaşma eksenleri üzerine düşünceler (1)
Öncelikle AKP dindar kimlik partisi olarak kitleselleşmedi. Alper Görmüş’ün yazısında öyle bir ima olduğu için değil; yazısından bağımsız olarak tamamen önemsediğim bir noktayı vurgulamak için söylüyorum: AKP’nin gücünü laik/dindar saflaşması üzerinden devşirdiğini söyleyip sözü orada bırakırsak çok eksik –hatta yanlış- olur.
Başkanlık tartışmaları başlarken
Kişisel izlenimim şudur: Bugüne kadar bu tartışmanın içinde yer alan ve başkanlık sisteminin yararları üzerine söz söyleyen aktörler, AKP seçmenleri de dâhil toplumun çoğunluğu üzerinde ikna edici bir etki yaratamadılar.
Yeniden inşa yolunda tartışmalar
Bağımsızlık ve demokrasi… Her iki başlık da siyasi tarihimizin son derece sorunlu alanlarına karşılık gelir. Bunlar, güçlü tartışmaların; yaralı bir toplumsal hafızanın konularıdır. Bugün de “Yeni Türkiye” arayışının merkezine oturmaları şaşırtıcı değil.
Toplumsal tecrübe ve özgürlükler
Evet; kavramlarla aramız bozuk. Çünkü bu temel kavramlar, bizim toplumsal mücadelelerimiz, acı derslerimiz içinden düşünülüp, süzülmüş; nesillere mal olmuş, toplumca hazmedilmiş değil.
Fikir ve şiddete karşı mücadeleyi ayırabilmek
Ama asıl söyleyeceğim şu: Ben de, bu “aydın savrulması” nı, iktidarın sevmediği sesi cezalandırarak susturmaya çalışması kadar tehlikeli bulmayanlardanım.
Başkan’(lığ)ın adamları
Tartışmacı olsunlar diye değil; sanki “tehlikeli fikirler” i tespit edip savunucularını cezalandırsınlar diye oralara yerleştirilmiş düşünce polisi gibiler.
‘İlke’ diye diye
Arazi açmak için ormanı yakan köylünün, elde kova o yangını söndürmeye gidenlerin en önünde koşması; ya da en rüşvetçi memurun, yolsuzluğa hırsızlığa en yüksek sesle sövmesi gibi durumları hatırlatır oldu bana bu “ilke” meselesi.
Kim daha demokrat, muhalif aydınlar mı sıradan seçmenler mi?
Demokratlık pek öyle eğitimle garantiye alınabilir bir şey olmadığı gibi, demokrasi de elitlerin tercihi üzerinden tanımlanan, onların beğenisiyle hüküm verilecek bir rejim değil.
“Sol”un hoşgörü sınırları ve benim hikâyem
Yaşadıklarımız, bu ülkede, siyasal/kültürel aidiyet duygularının, bireyin toplumsal denetimine imkân veren bir mekanizma gibi işleyebildiğini gösteriyor bize. Şerif Mardin’in büyük bir yaratıcılıkla “mahalle” olarak kodladığı bir kuşatma söz konusu.