Ana SayfaYazarlarSiyasal saflaşma eksenleri üzerine düşünceler (1)

Siyasal saflaşma eksenleri üzerine düşünceler (1)

Alper Görmüş, “Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik ” başlığı altında Serbestiyet okuyucularının da benim gibi ilgiyle okuduğunu düşündüğüm üç önemli yazı kaleme aldı. Ele aldığı meselede dikkat çekici gözlemlerde bulunduğuna; ileriye dönük siyasal güçler dizilişinde üzerine düşünmemiz gereken projeksiyonlar geliştirdiğine; yazdıklarının katkılarla geliştirilmesinin önemli olduğuna ve tartışma konusu olarak güme gitmemesi gerektiğine çok inanıyorum.

 

Yazılar henüz çok taze ve hemen elimizin altında. O nedenle uzun bir özet vermek yerine, can alıcı bulduğum noktalara odaklanmayı ve gerektiğinde metinlere yeniden başvurulmasını önermeyi daha uygun buluyorum.

 

Alper Görmüş (1) Ülkede 1990-2015 yıllarını kapsayan çeyrek asırlık döneme damgasını vuran “laik/dindar” ayrımının yerini, “millilik” üzerinden şekillenen bir mücadele ekseninin almaya başladığını söylüyor.  (2) Güçlü bir iktidar olarak AKP’nin siyasal taraflaşmayı “milli olan/olmayan” ayrımı üzerine domine etmeye yönelmesinin “laik muhalifler” üzerinde etkili olduğunu ileri sürüyor. (3) Bu tür bir saflaşmanın hak ve özgürlükler üzerinde olumsuz etkisi olacağı uyarısında bulunuyor.

 

Ben bu üç madde altında topladığım tezlere ilişkin, kendi ilavelerimi, soru işaretlerimi ve uyarılarımı dile getireceğim. Bunu da, eğer umulmadık zaman sorunları yaşamazsam iki veya üç ayrı metinde yapmaya çalışacağım.

 

Bu yazıda, Alper Görmüş’ün 1990-2015 yıllarını kapsayan ayrışma ekseni (laiklik/dindarlık) üzerine yaptığı değerlendirmelere, kendimce önemli bulduğum ilaveler yapmak istiyorum.

 

Milli Görüş'ten muhafazakar demokratlığa

 

1990-2015 arasını bir tarihsel dilim olarak aldığımızda, ilk on beş yıl boyunca vesayet güçlerinin olanca ağırlıklarıyla laiklik/çağdaşlık söylemine abandıklarını; güçlenen sosyolojiyi ve değişim siyasetini etkisizleştirmek için şeriat/gericilik kodlarını dolaşıma soktuklarını görüyoruz. Aynı dönemde siyasi ifadesini Refah Partisi’nde bulan hareketin kendisini “ İslami” değerlerin savunucusu olarak tanımladığına tanık oluyoruz. Siyasi kimliğin “Milli Görüş” olarak sloganlaştırılması, etnik milliyetçiliğe yatkınlıkla ilgili değildir. Batı’nın karşısında olmayı ve bağımsız bir duruşu ima eder. Ümmeti bölen bir millilik değildir söz konusu olan.  Bu yıllarda farklılaşmanın dilinin kesif olarak sekülerlik/İslamcılık üzerine şekillendiğini söyleyebiliriz.

Fakat bu 25 yıllık süreçte çok önemli kırılma noktaları var. Mücadelenin laik-seküler/ dindar- muhafazakâr keskinliğinde yürüdüğü ilk 10 yılın ardından post-Erbakan dönemi diyebileceğimiz bir açılım gelmiş; muhafazakâr siyaset damarı “milli-İslami” vurgu içinden çıkıp kendisini “muhafazakâr-demokrat” olarak tanımlama adımını atmıştır. Vesayet statükosu bu ideo-politik hamleyi karşılayamamış; “laiklik/şeriat” karşıtlığı üzerine kurduğu katı, yasakçı arkaik dilin içine sıkışmıştır.

 

Kanımca bu çok önemli bir dönemeçtir. Siyasal yönü belirleyen İslami elit, özgürlük ve demokrasi kavramlarını lügatine sokarak söylemsel üstünlüğe doğru büyük bir avantaj kazanmıştır. O günlerde bunun dildeki moda karşılığı “zamanın ruhunu yakalamak”tı.

 

Otoriter/Demokrat saflaşması ve merkeze yolculuk

 

Bu dönemeç, mücadelenin eksenini kanımca değiştirdi. Laik/dindar ayrımını tamamen ortadan kaldırmadı. Ama ona demokrat/otoriter ayrımını ekledi ve karmaşık bir katmanlaşmaya yol açtı.  Bu iki eksenin etkileşimi içinden, birbirini destekleyip büyüten bazı önemli sonuçlar doğdu. (1) Seküler entelijansiyanın önemli bir öbeği eskiden yüz vermediği “milli/İslami” kimliğin bu değişimini dikkate değer buldu, “laik statükocuları” terk etti. Böylelikle laik sosyoloji, en yetkin söylem kurucularını kaybetti. (2) Hegemonik ideoloji tarafından sistemin merkezinde kabul edilmeyen; marjda algılanan bir siyasi kimliğin, toplumun geniş katlarınca yeniden değerlendirilmesinin yolunu açtı. (3) İslami ideolojik vurgulara mesafeli merkez sağ seçmenlerin de, yozlaşarak çöken eski partilerin yerine bu yeni sese yönelmesini kolaylaştırdı. 

 

Bu o kadar tayin edici bir dönüşümdür ki; orduyu siyasetin merkezinden tasfiye eden büyük hamleler doğrudan İslami kimlik içinde algılanan medya ve aktörler üzerinden değil sekülerliği su götürmez, sol-demokrat-liberal bilinen aktörler üzerinden gerçekleştirilmiştir. Büyük davalara toplumu ikna eden, Zaman ya da Akit ya da Yeni Şafak gibi medya odakları değildir. Taraf gazetesi bir dünya yıkılıp başka bir dünya kurulurken merkezde rol almıştır. Seküler aydınlar cismani varlıklarıyla kıyaslanmayacak kadar yüksek bir meşruiyet kaynağı olmuşlardır.  Ve dediğim gibi bunda, mücadele eksenini laik/dindar ayrımından uzaklaştırmaya yönelen AKP’nin “muhafazakâr-demokrat” söylemi çok etkili olmuştur.

 

Muhafazakâr siyasetin “demokrasiyi keşfetmesinin” önemini kanıtlayan başka çarpıcı bir kanıt daha var. O da, sekülerlik üzerinden yürüyen statükonun gecikerek aynı söyleme yönelmesi…

 

Bu kritik düğümü ilk yakalayanlardan birisinin rahmetli İlhan Selçuk olduğunu hepimiz hatırlarız. Yükselen yeni sosyolojinin siyasi gücüne laiklik üzerinden saldırmanın sonuç vermeyeceğini; tartışmanın hak ve özgürlükler alanına kaydırılması; söylemin “çağdaş demokrasi” isteğine dayandırılması; eleştirinin, otoriter-müdahaleci-tek tipleştirici iktidar algısı üzerine inşa edilmesi gerektiğini önermişti.

 

Gerçekten zaman içinde muhalif dilin de bu yönde evrildiğini; fakat başta Kürt sorunu, yeni anayasa, Cemaat operasyonları gibi alanlarda yürüttüğü siyasetlerle ve kolayca toplumsal hafızadan silinemeyecek tarihsel bagajıyla, inandırıcı olamadığını biliyoruz.

 

Gezi-17 Aralık ve muhalif cephenin konsolidasyonu

 

Bu yazının konusunu çok aşacağı ve dağıtacağı nedeniyle Gezi öncesi önemli olayların tümünü atlıyorum. Konumuz açısından asıl söyleyeceğim şudur: Gezi, laik sosyolojiyle ve dönüşümcü siyasetlere destek olan seküler aydınların önemli bir bölümüyle AKP’nin ve özellikle Erdoğan’ın köprüleri yaktığı; “kimlik siyaseti” olarak nitelenebilecek üslubu öne çıkarttığı bir kırılmayı temsil eder. Erdoğan, Gezi kalkışmasını küresel bir tuzak olarak okumuş, beka sorunu olarak görmüş ve sert, çatışmacı, boy ölçüşmeci bir çizginin başarılı olacağına inanmıştır.

 

Sonuçta AKP, seküler entelektüeller ve sosyoloji ile arasına kolayca yıkılamayacak kalın bir duvar örmüştür. Zaten İslami kültüre karşı hiç de sempatik olmayan kodlarla yüklü bu kesimlerde şiddetli bir duygusal kopuş ve nefret oluşmuştur. Laik/dindar saflaşmasından tanıdığımız bu kesimler, demokrat/otoriter ekseninin yumuşatıcı etkisinden “kurtulmuş” yine o günlerin moda deyimiyle “fabrika ayarlarına” dönmüşlerdir.

 

Peki Gezi ve ona karşı Erdoğan’ın verdiği reaksiyon; muhafazakâr siyaset alanında böyle bir geriye dönüşe; otantik İslami kimliğe doğru bir daralışa yol açmış mıdır? Kanımca hayır, açmamıştır. AKP merkez aktör olmaya,  İslami kimlik dışına da taşan siyasal desteğini genişletmeye devam etmiştir. Kimlik tuzağına düşen muhalefet olmuştur.

 

AKP, 17-25 Aralık’ta ise çok güçlü ve İslami kimlik anlamında “içeriden” bir saldırıya maruz kalmış ve tam bir beka mücadelesine girmiştir.

Sonuç; 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde alınan %43.40 seçmen desteğidir.

 

1990-2015 saflaşmalarının AKP üzerindeki etkisi

 

Bu bölüme dair önemli bulduğum ana fikri belirterek kapatayım.

Öncelikle AKP dindar kimlik partisi olarak kitleselleşmedi. Alper Görmüş’ün yazısında öyle bir ima olduğu için değil; yazısından bağımsız olarak tamamen önemsediğim bir noktayı vurgulamak için söylüyorum: AKP’nin gücünü laik/dindar saflaşması üzerinden devşirdiğini söyleyip sözü orada bırakırsak çok eksik –hatta yanlış- olur. (Elbette kamusal hizmetler; refah üzerinden sağlanan “müşteri memnuniyeti” gibi çok temel hususlar var başarıda rol oynayan. Ama ben bunları da kast etmiyorum). AKP elbette dindarların büyük çoğunluğunu kapsıyor, fakat o, iktidarın nasıl kullanıldığıyla ilgilenmeyen; ölçüsü sadece dindarlık olan bir seçmen çoğunluğunun partisi değil. Bunu bize Haziran seçimleri yeterince anlatıyor.

 

Kısacası; evet bir eksen değişiyor. Fakat “millilik” eksenini zorlayan siyasi çizginin arkasında katmansız, homojen, “dindarlık” üzerinden birleşmiş bir sosyoloji yok. AKP’yi, CHP/MHP/HDP’nin hepsinden birden ayıran temel özelliği “kimlik” üzerinden dilediği gibi kontrol etme imkânı olmayan bir seçmen kitlesine ulaşabilir olması; dahası buna mecbur bulunması.

 

“Milli” lik ekseninin ve daha da önemlisi onun ima ettiği politikaların bu kapsayıcılığa ne kadar elverişli olduğu çok önemli bir soru…

 Devam etmek üzere…

 

  

  

   

       

 

  

- Advertisment -