Selim Kuneralp
Dış politikada yalpalamaya devam
Türkiye, Batı'dan koparken ne tarafa yöneliyor? Buna cevap vermek o kadar kolay değil. Paylaştığı değerler itibarıyla yakınlaşması beklenebilecek İslam dünyası ile işlerin ve ilişkilerin çok parlak olmadığı da görülüyor. Bir dikta rejimi altında yönetilen Rusya ile ilişkiler de çok parlak gitmemektedir. Geçtiğimiz hafta Fransa’ya, oradan da Avrupa’da iğreti konumda olan Macaristan ile Sırbistan’a giden Çin diktatörü Xi Jinping’in buralara kadar gelmişken ülkemize uğramamış olması dikkat çekicidir. Başka diyarlarda aradığını bulamayan iktidarın çaresizlik içinde de olsa yeniden batıya dönmeye çalıştığı izlenimi edinilmektedir. Ancak bunun kolay olmadığı bellidir.
Hamas terör örgütü mü?
Peki Hamas nedir sorusuna cevap aramaya ve bu arayışı mümkün olduğu kadar serinkanlı yapmaya çalışacağım. Ne yazık ki serinkanlılık ve olaylara tarafsız ve mesafeli bir şekilde bakmak bizim hasletlerimiz arasında değil. Dolayısıyla okuyucularımın bir kısmı bu yazıda ifade edeceğim görüşlere muhakkak ki katılmayacaklardır. Belki de sosyal medyada sık sık rastlandığı şekilde hakaret etmeye kadar gideceklerdir.
Yine AB, yine Kıbrıs
AB ülkeleri Türkiye’nin adaylığına son vermek veya müzakereleri sonlandırmak gibi zecri bir adım atmayacak, ilişkileri buzdolabında tutacak, normalde dört yıl sonra yapılacak gelecek seçimleri bekleyecek. Bu arada iktidarımızın sürdürdüğü dış politika neticesinde ülkemizin gururla öne sürdüğü stratejik öneminin de pek kalmadığı, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, hatta Kıbrıs’ın bize alternatif teşkil ettiği söylenebilir. Hatta bu ilk üç ülkede kurulan NATO üsleriyle tarihte ilk defa Boğazların önemi azalmış onlara da alternatif bir kara koridoru kurulmuştur. Bu da hayli düşündürücüdür.
Trump mı Biden mi?
Geçen defadan farklı olarak iktidar tarafında bir Trump heyecanı yaşandığına ilişkin işaretlere rastlamıyorum. Bence Trump’a ihtiyatla bakmakta isabet var. Bunun bizim açımızdan iki başlıca nedeni var. Birinci neden NATO ile ilgili. Trump geçen döneminde milli gelirlerinin %2’sini savunma harcamalarına ayırmayan ülkelere dikkat çekmişti. O ülkelerden biri ülkemizdir. Trump yeniden seçilirse bu konuda iktidarın baskılarla karşılaşması ve ekonomiyi rayına oturtmaya çalıştığı bir dönemde savunma için bunun tersini yapma taleplerine muhatap olması muhtemeldir. Daha önemlisi Trump’ın Netanyahu’ya verdiği desteğin Biden’dan farklı olarak koşulsuz olmasıdır. Bu nedenlerle Biden’ın yeniden seçilmesi sadece demokratik dünya için değil, ülkemiz için de tercih edilmesi gereken olasılıktır.
Seçimler dış politikayı nasıl etkiler?
Dış dünyanın da artık ülkemizin bir geçiş döneminde olduğuna kanaat getirdiğine şüphe yok. AB’nin ülkemizle ilişkilerde normalleşmeye gitmek için öneriler içeren Yüksek Temsilci Borrell’in Kasım 2023’te sunduğu raporu bir türlü ele almamış olması mevcut iktidarla bir yere varılamayacağı kanaatine bağlamak mümkündür. Seçimlerden sonra bu kanaatin Brüksel ve başkentlerde kuvvetlenmiş olacağına ve beklemenin en iyi yol olacağına inanılmakta olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu kanaati değiştirmenin tek yolu iktidarın önünde kalan yıllarda AB ile ilişkilerde normalleşmenin olmazsa olmazı olan insan hakları, hukuk, demokrasi ve ayrıca Kıbrıs sorununda beklenen bazı adımları atmasıdır.
AB ile yeni başlangıç mümkün mü?
AB Zirvesi’nde Türkiye ile ilişkiler hakkında bazı kararlar alınması beklenmekteydi. Borrell’in raporunda gümrük birliğinin derinleştirilmesi, vize kolaylığı gibi bir çok alanda adımlar atılması önerilmişti. Ancak yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın kazanımlar elde edeceği beklentisi özellikle Fransa’da ülkemizle ilişkilerin normalleşmekte olacağı ve tam üyelik kapısının aralanabileceği yolunda tepkilere yol açacağı endişesini uyandırdı. Dolayısıyla Fransa’nın Almanya’nın bu fikrine karşı çıktığı anlaşılmaktadır. Neticede Borrell raporu ele alınmadı. Rivayete göre konu Haziran ayındaki zirvede alınabilirmiş.
Ukrayna ve ABD Türkiye’ye batının kapısını açar mı?
Zelenskyy’nin birkaç saat süren İstanbul ziyaretindeki önemli bir olay, Türk medyasından özenle gizlendiği için ancak kendi Twitter hesabı ve yabancı medyadan takip edilebildi. Zelensky Tuzla Tersanesi’ne gitti. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından önce 2021 yılında inşası başlayan Ada tipi korvetleri gezdi. Birincisi tamamlanmak üzere ve Ukrayn’lı mürettebat Tuzla’ya gelmiş bile. Geminin adı “İvan Mazepa”. Mazepa 18inci yüzyılda ilk önce Deli (Büyük) Petro için savaşmış sonra ona karşı dönmüş Ukraynalıların kahraman, Rusların hain olarak gördükleri bir asker. İkinci gemi de 17’inci yüzyılda Ruslarla savaşmış başka bir Ukraynalı askeri lider olan Ivan Vyhovsky’nin adını taşıyor. Bu gemilerin Ukrayna'ya teslimi Karadeniz’deki dengeleri Ukrayna lehine biraz daha bozacak, verilmemesi ise yeni bir baş ağrısı konusu teşkil edecektir. Bu gemilerin macerası Birinci Dünya Savaşından önce Birleşik Krallığa sipariş edilen ancak savaşın çıkmasıyla teslim edilmeyen “Sultan Osman” ve “Sultan Reşat” adlı gemilerin hikayesini az buçuk ironiyle hatırlatmıyor değil.
Orta Doğu’da savaş biter mi?
Gazze’de ümit edilecek en iyi sonuç kalıcılığa gidebilecek bir ateşkes. Nihayet iki Kore arasındaki ateşkes 1953 yılından bu yana, Kıbrıs’taki ise 1974 yılından beri barış antlaşması veya nihai çözüm olmaksızın devam etmektedir. Ateşkesin şartlarının da gerçekleşmesinin çok kolay olmadığı haftalardır devam eden müzakerelerin henüz sonuçlanmamış olmasından belli oluyor. Ancak ateşkesten daha kalıcı bir çözüm geçmiş tecrübelere bakılınca pek olası gözükmüyor.
Savaş, savaş, savaş
Ukrayna’lılara açık olan Türkiye dahil yakın veya uzak komşularına göç etme imkanı sayıları 2 milyonu bulan Gazze halkı için mevcut değil. Mısır, aynı dil, din ve etnik kimliğe sahip olan Gazze halkına kapılarını kapattı. Savaş acımasız bir şekilde devam ediyor, Türkiye’de medya dikkatini tamamen iç tartışmalar ve yaklaşan yerel seçimlere çevirdi ancak yabancı haber kanalları o dehşet veren manzarayı izleyicilerine her akşam gösteriyor. 5 ayda verilen kayıp 30.000’e ulaştı. Ancak Ukrayna savaşında olduğu gibi Gazze savaşında da uluslararası toplum ahenkli bir tutum benimseyemedi.
Trump ve Avrupa
Trump’ın yeniden iktidara gelmesi, NATO’yu zayıflatması, askerlerini çekmesi gibi olasılıklar Avrupa’lıları acı acı düşündürmektedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da ABD, Lozan dahil barış anlaşmalarını imzalamamış veya onaylamamış, Milletler Cemiyetine girmemişti. Bu yalnızlık (isolationism) politikasından ABD’yi çıkartan Japon müttefikinden sonra Almanya’ya da ABD’ye savaş açtıran Hitler olmuştu. Dolayısıyla ülkenin böyle bir geçmişi olduğunu hatırlayanlar ileriye endişeyle bakmakta haksız değiller. ABD ikinci bir Trump başkanlığında NATO’dan çekilecek olsa, Avrupa nükleer alanda da savunmasız kalacak.
Kıbrıs’ta garip şeyler
Kuzey Kıbrıs’taki Rum mallarını pazarlamakla suçlanan ve Rum makamları tarafından verilen pasaport ile seyahat eden bir Kıbrıslı Türk avukat İtalya’da tutuklandı ve Türkiye’nin müdahalesine rağmen, kendi rızasıyla Güney Kıbrıs’a iade edildi. Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu ile AB ülkelerine seyahat eden KKTC vatandaşları, özellikle emlak işine girmişlerse veya Kuzeydeki Rum mallarını sahiplenmişlerse, tehlikeli bir durumla karşılaşabilirler. Herhangi bir AB ülkesinde Rum makamlarınca yayınlanmış bir Avrupa tevkif müzekkeresi ile tutuklanıp yargılanıp Rum tarafına ihraç edilebilirler. Korkarım avukatın başına gelenler bir örnek teşkil edebilir. Rum tarafının kapsamlı bir çözüme gözle görülür bir dönemde ulaşılamayacağı görüşüyle olsa gerek atağa geçtiği görülmektedir.
Komünizm: Nasıl geldi, nasıl gitti?
Rafımda duran kitaplardan biri Sovyet ve Rus tarihi uzmanı Britanyalı akademisyen Archie Brown’un 2010 tarihli “The Rise and Fall of Communism” adlı eseriydi. Ne yazık ki Türkçe’ye tercüme edildiğine rastlamadım. Yayınlandığında satın almış ve fakat unutmuşum. Brown Rusya’daki devrimin esasında kaçınılmaz bir şey olmadığını, Birinci Dünya Savaşı gerçekleşmemiş olsaydı Rusya’nın Batı Avrupa ülkeleri gibi piyasa ekonomisi çerçevesinde kalkınmasının pekala mümkün olabileceğine inanıyor. Hatırlatmaya gerek yok. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde komünist partiler Macaristan’daki kısa bir dönem hariç hiçbir yerde başa geçemediler. Zaten Leninizmin temelinde demokrasi yoluyla başa gelmekten ziyade devrim vardı. Devrim de Sovyetler Birliği dışında Avrupa’da hiçbir ülkede gerçekleşmedi.
ANALİZ | Putin’in Türkiye ziyareti neden yine ertelendi? Emekli Büyükelçi Selim Kuneralp: “F-16 için ABD Kongresi’nde süreç bitmemişken Putin’in ziyareti suları bulandırırdı”
Emekli büyükelçi Selim Kuneralp, Putin’in Türkiye’ye 12 Şubat’ta yapması beklenen ziyaretinin yeniden ertelenmesini Serbestiyet’e değerlendirdi: “F-16 müzakerelerinin yürütülmekte olduğu, Kongre’deki sürecin henüz bitmediği bir ortamda Putin’in Türkiye’ye gelmesinin sadece etrafı karıştırmak, suları bulandırmak neticesini vereceğini düşünüyordum. O açıdan gelmemesi bence iyi oldu.”
Avrupa’da terör: Kısa bir özet
PKK terörünün 2024’te 40 yıllık bir geçmişi olduğu sık sık hatırlatılıyor. Aslında ülkemizin Irak sınırının ötesindeki harekatları, daha önce 1982 yılında başlamıştı. Aynı dönemlerde Türkiye ASALA ve çeşitli aşırı sol fraksiyonların terörist eylemlerinin de hedefi olmuştu. ASALA terörüne benim ailem de kendi annem dahil iki kurban verdi. O günler hiç aklımdan çıkmıyor. Avrupa kıtası da 1970’li yıllarda teröre yabancı değildi. Avrupa’daki yerli tedhiş hareketlerinin artık son bulduğunu söylemek yanlış değildir sanırım.
İsveç’in NATO üyeliği: Şimdi nereye?
İktidarımızın yaptığı hatalar neticesinde F16’lardan çok daha ileri bir teknolojiye sahip, üstelik üretim ortağı olduğumuz F35 projesinden nasıl çıkarıldığımızı duymayan kalmamıştır herhalde. Amiyane tabiriyle attan inip eşeğe razı olmanın bence çok varit bir örneğidir. Yunanistan en son teknoloji ürünü F35’lere, biz ise 40 yıllık geçmişi olan F16’ların “makyajlanmış” modeline sahip olacağız. F16 projesi gerçekleşinceye kadar da siyasilerimizin alışılmamış bir ketumiyet göstermelerinde sonsuz yarar var.
Türkiye’nin demokrasi çizgisi
İsveç merkezli IDEA dünyadaki demokrasilerdeki gerilemenin 1975 yılından bu yana görülmeyen bir ölçüye vardığını iddia ediyor. Yine İsveç merkezli V-Dem’in yayınladığı yıllık demokrasi raporundaki Türkiye’nin demokrasi tarihini gösteren çizelgeye göre ise Birinci Meşrutiyet ile başlatılan demokrasimiz, II. Abdülhamit yönetiminde Tanzimat döneminin de gerisine gitti. İkinci Meşrutiyet ile ikinci sıçramasını yaptı, 1913 Bab-ı Ali baskınıyla yine geriledi. Tek parti döneminde demokrasi istikametinde ufak tefek düzelmeler görüldü, 1950 seçimleriyle büyük bir sıçrama kaydedildi. 12 Eylül 1980 darbesiyle bütün kazanımlar kaybedildi. Sonra 2010’lı yıllara kadar hızlı bir yükseliş ve AB reformlarıyla birlikte varılan en yüksek nokta ve ondan sonra da yine hızla 1950 öncesi düzeyine dönüldü.
Çin ve Tayvan
Doğu Asya’da Tayvan adasında önemli bir seçim yapıldı. Seçimde mevcut iktidar partisinin adayı ve halihazır Cumhurbaşkanı Yardımcısı (William) Lai Ching-te Çin’le ilişkilerde daha yumuşak bir çizgi takip etmeyi öneren adaya karşı %40 oy almıştır. Tayvan’da geçerli sisteme göre Cumhurbaşkanı tek turda seçiliyor ve en fazla oy alan Cumhurbaşkanı ilan ediyor. Buna karşılık Lai’in mensup olduğu iktidar partisi İlerici Demokrasi Partisi (DPP) parlamentodaki çoğunluğunu kaybetmiştir. Dolayısıyla 20 Mayıs’ta yönetimi devralacak Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi yönetmesi o kadar kolay olmayacaktır
Tarih tekerrürden ibaret mi?
Ukrayna savaşı İkinci Dünya Savaşını ve öncesini çok hatırlatıyor. Gerçi Putin Hitler’den farklı olarak 6 milyon Museviyi katletmiyor. Ancak aynen onun gibi ülkesinin kaybettiği veya soydaşlarının yaşadığı toprakları geri almak için bir mücadele veriyor. Batı en azından ilk başta geçmiş tecrübelerden ders almışa benziyordu. Ben şahsen Putin’in yolu kesilmezse bedelinin çok büyük olacağı kanaatindeyim. Ancak bugünkü Avrupa’da Hitler’e hayır demesini bilen Churchill gibi büyük ve kararlı bir devlet adamının bulunmaması şüphesiz bir olası sıkıntı kaynağıdır Türkiye’nin de Ukrayna savaşı konusunda sürdürdüğü siyaset İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında takip edilen çizgi ile benzerlikler içeriyor.
CHP’de değişim
CHP’nin yeni yönetiminin eskisinden farklı olarak temel konularda iktidarı tahrik etmeme siyasetini terk ettiğini görüyoruz şimdilerde. Hem söylem değişiyor hem de TBMM’deki oylamalarda davranış. CHP’nin iki hafta önce Kuzey Irak’ta meydana gelen ve iki günde 12 şehidimize mal olan terör saldırısı hakkında TBMM’de kabul edilen açıklamaya katılmayıp, kendi açıklamasını yayınlaması, ayrıca diğer partiler gibi şimdilerde DEM adını alan partiyi şeytanlaştırmaktan imtina etmesi şüphesiz bir çok itiraza yol açmıştır. Ancak bence bir farklılaştırma işareti olarak olumludur. Muhalefet hep iktidarın dümen suyundan gidecekse, ona ne ihtiyaç vardı?
İklim Değişikliği: Peki biz ne yapacağız?
AB, 2026 yılından itibaren karbon salınımlarını dizginlememiş ülkelerden yapacağı ithalata ek vergi koyacak. Yine çok büyük bir pazarımız olan Birleşik Krallık da benzer bir yönteme 2027 yılında başvuracağını geçtiğimiz günlerde açıkladı. Bu demek oluyor ki enerji ağırlıklı ve ülkemiz ihracatında büyük yeri olan demir-çelik, çimento, alüminyum gibi ürünleri bu ülkelere ihraç etmemiz mümkün olamayacaktır. Bunu engellemenin tek yolu Avrupa ve çoğu gelişmiş ülkelerde belki yirmi yıldır yürürlükte olan karbon piyasasının bir benzerini ülkemizde kurmaktır. Ancak bunun yapılacağına ilişkin işaretlere en azından ben rastlamadım.
Atina Bildirgesi: Türkiye, Yunanistan ve AB
Bazen Türkiye’yi son kırk yılda yönetenlerin esas amacının ülkenin çıkarlarını değil, Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının çıkarlarını savunmak olduğunu düşünmekteyim acı acı. Niyetleri belki bu değildi ama netice ne yazık ki o oldu. Şimdi kozlar Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının elinde. Ne Yunanistan’dan taleplerimizin karşılanması ne de Kıbrıs sorununa arzu ettiğimiz cinsten bir çözüme ulaşılması artık mümkün değil. Atina Bildirgesi hakkında yapılan tüm yorumlarda en iyi ihtimalle Mavi Vatan ile adalarla ilgili sorun ve iddiaların buzdolabına kalkacağı konusunda görüş birliğine rastladım.
Hamas Filistin mi?
Filistin halkının 75 yıldır dünyada benzeri pek olmayan bir tecrit ve ezilme içinde yaşadığı herkesçe malum. Filistinlilere Arap ülkelerinde bile reva görülen aşağılamaya şahsen ben de şahit oldum. Çalışma hayatımın emeklilik öncesi son görevi olan Brüksel merkezli Enerji Şartından görüşmeler için Ürdün’e gittiğimde, teşkilatımız memuru bir Filistinli bana refakat ediyordu. Transit olarak geçtiğimiz İstanbul Atatürk Havalimanında Türkiye’nin devlet olarak tanıdığı Filistin tarafından düzenlenen pasaportu şüpheyle incelenmiş, transit geçtiğimiz benim tarafından hatırlatıldığında uçağa alınmıştı. Ancak Amman’a indiğimizde, üstelik resmi bir görevle gelmiş olmamıza rağmen kendisine yapılan aşağılayıcı muamele beni iyice şaşırtmıştı. Bunların hepsi Arap ve kardeş değil miydi? Demek değillermiş. Neyse ki bu genç arkadaş sonradan Belçika vatandaşı oldu ve bu tür istiskalden kurtuldu.
AB ile yeni başlangıç?
Borrell raporu ülkemize bir el uzatmaktadır. Özellikle 2017’de ve sonrasında patlayan Doğu Akdeniz krizinin yarattığı güvensizlik ortamının yavaş yavaş dağılmakta olması neticesinde donmuş olan ilişkileri adım adım buzdolabından çıkarmaya yönelik olan bu önerilerin iddialı olmaması mevcut şartlarda şaşırtıcı değildir. Bakalım iktidar Borrell raporunu nasıl karşılayacak. Şimdi gelecek aşama 10 güne kadar yapılacak AB zirvesinde bu raporun benimsenip benimsenmemesidir. Benim endişem, önerilerin iktidar tarafından reddedileceği yönündedir. Umarım yanılırım ve pragmatik bir yaklaşım hakim olur. Burada sanırım Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a önemli görev düşüyor.
AB Komisyonu Türkiye Raporu
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu 2023 Türkiye raporu, diğer aday ülkelerin raporlarıyla birlikte 8 Kasım 2023 günü yayınlandı. Türkiye için 1998 yılında başlayan yıllık rapor dizisinin 25'incisine gelmiş olduk. özellikle üzücü olan tarafı Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra gündeme gelen Batı Balkan ülkeleri (Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ, Kuzey Makedonya) ile müzakerelerin hızlandırılmasının ve Ukrayna ile Moldova ile katılma müzakerelerinin de başlamasının, ayrıca Bosna-Hersek ile Gürcistan’ın aday olarak kabul edilmesinin Komisyon tarafından ayrı ayrı önerildiği bir dönemde ülkemizin tamamen dışlanmış olmasıdır. İlk raporun yayınlandığı gün Müsteşarımız rahmetli Büyükelçi Korkmaz Haktanır’la birlikte Almanya’nın henüz Berlin’e taşınmamış olan başkenti Bonn’a gidiyorduk.
Filistin çıkmazı
Geçmişte çok daha önemsiz olaylar karşısında iktidarın ilk işi Büyükelçilerin karşılıklı olarak geri çekilmesini sağlamak iken bu defaki ihtiyat ilişkilerin muayyen bir noktadan daha ileri gidecek şekilde bozulmasını istemediğini gösteriyor. Zaten Kazakistan dönüşünde yaptığı açıklamalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan niyetinin İsrail ile köprüleri tamamen atmak olmadığını açıkça beyan etmiştir. Özetle, her iki tarafın da farklı ölçülerde de olsa sayısız cürümlerden sorumlu olduğu ve ikisinin de masum olmadığı bir savaşta sadece bir tarafı tutmak her bakımdan yanlıştır. Batı bile İsrail’in karşı taarruzunun ölçüsü kaçmaya başladıktan sonra daha dengeli bir tavır almak suretiyle inandırıcılığını muhafaza edebilmektedir. Keşke iktidar aynı şekilde hareket ederek kapıları tamamen kapatmamış olsaydı.
Muammalar, tezatlar, tutarsızlıklar
İktidarın İsrail’deki Türk diplomatlarını kendisinin geri çekmesi de beklenebilirdi. İlginç olanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ateşli konuşmalarından sonra bunun yapılmamış olmasıdır. Belki de sık sık karşılaştığımız gibi sözler ile eylem arasında bu konuda da farklılık yaratıp, sadece iç politika saikleriyle AKP seçmenini köpürtüp, İsrail ile ilişkileri normal bir şekilde yürütmek iktidarın hedefidir. Bunun böyle olup olmadığını önümüzdeki günlerde göreceğiz. En azından bu satırları yazdığım saatlerde İsrail’e karşı herhangi somut bir adım atıldığına rastlamadım.
Hakan Fidan’ın dış politika vizyonu
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, iktidarın düşünce kuruluşu SETA’nın İngilizce yayınlanan dergisi “Insight Turkey”in 4 Ekim 2023 tarihli sayısında Türkiye’nin dış politika hedefleri, vizyonu ve sınamaları hakkında uzunca sayılabilecek ayrıntılı bir yazı yayınladı. Derginin İngilizce yayınlanması veya artık Dışişleri Bakanlığının dış politikadaki rolünün Cumhurbaşkanlığınınkinin bir hayli gerisine itilmiş olması gibi nedenlerle bu yazı yerli medyada hiç yankılanmadı. Kendi okuduğum yayınlarda rastlamadığım gibi, tanıdıklar vasıtasıyla yaptığım küçük bir araştırma bu yazının onların da dikkatine gelmediğini gösterdi. Bir yabancı haber portalinde yazının bir analizine rastlamamış olsaydım, bundan haberim bile olmayacaktı. Oysa normal şartlarda bir Dışişleri Bakanının bu kadar etraflı bir çalışmasının ses getirmesi beklenirdi.Fazla yankı uyandırmamış olması belki yazının içeriğinin alışılmış ötesine gitmemiş olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu da her zaman söylendiği gibi Türk dış politikasının bir sıkışıklık içinde olduğunun gerekiyorsa yeni bir kanıtıdır.
Kaba kuvvetin hakimiyeti
Hamas’ın bu güce karşı gelmesi zor olup, muhtemelen uzun sürecek bir mücadeleden yine İsrail kuvvetleri galip çıkacak, Filistin halkı yine muazzam bir bedel ödeyecek ve silahlar günün birinde yeniden ateşlenmek üzere bir süreliğine susacaktır. Bu savaşın kalıcı bir barışa yol açmasını beklemek pek doğru olmaz. Güç dengesi İsrail lehinde ve Hamas saldırısından sonra İsrail’in masaya oturmak isteyeceği şüphelidir. Kaldı ki programında İsrail devletini yer yüzünden kaldırmak olan Hamas’ın da masaya oturmak istemesi beklenmemelidir. Kaldı ki İran’ın kargaşanın devamından yana olacağına hiç şüphe yoktur. Sonunda eli güçlü olan -bu durumda İsrail- kazanacak, bölgede İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılından bu yana devam eden aralıklarla bozulan ateşkese devam edilecek, barış gelmeyecektir.
Avrupa Birliği’nde değişim: Nereye Kadar?
Önümüzdeki dönemde AB bir şekilde değişimden geçecektir. Üye sayısı 36'ya çıkabilecek olan bir AB’nin sıklet merkezi iyice Doğuya kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Brüksel’deki görevim sırasında o zamanki Konsey Genel Sekreteri eski tüfek Fransız diplomatı Pierre de Boissieu bir görüşmemizde 32 üyeli bir AB’nin 11 üyesinin Balkan, sekiz üyesinin de eski Yugoslav Cumhuriyetlerinden oluşması gerekeceğini, böyle bir şeyi düşünmenin dahi mümkün olamayacağını, bu ülkeler için üyeliğe alternatif formüller bulmak gerekeceğini söylemişti. Böyle formüller şimdiye kadar bulunamadı, çözüm yeni üye almamakta arandı. Ancak Ukrayna savaşından sonra bunun da bir çözüm olmadığı anlaşıldı. Bakalım bu defa başarılı olunacak mı? Bu arada tartışmaların hiçbir yerinde Türkiye’nin adının geçmediğine de tekrar dikkat çekmekte fayda var.
Uluslararası kuruluşlarda bunalım
Uluslararası kuruluşların etkinliğinin azaldığının bir örneğini biz de görmekteyiz. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi (AK) İnsan Hakları Mahkemesi kararları Anayasa’nın 90’ıncı maddesi yok sayılarak arka arkaya reddediliyor, ancak AK ülkemize karşı yaptırım uygulamaktan bariz bir şekilde çekiniyor. Bu da bir anlamda tüm uluslararası kuruluşların ancak iyi niyet olduğu zaman işlevlerini yerine getirebileceğini, egemen bir devlet kurallara uymayı kabul etmediği zaman bir çeşit nükleer silah olan ihraç, oy hakkının kaldırılması veya üyeliğin askıya alınması dışında başka bir imkân olmadığının göstergesidir. Geçtiğimiz yıl Ukrayna’ya açtığı savaştan sonra ihraç tehdidiyle karşı karşıya kalan Rusya, bu tehdit işleme girmeden kendi iradesiyle örgütten çekilme kararı almış ve Konseyden ayrıldıktan kısa bir süre sonra idam cezasını geri getirerek üyelik gereklerinin başında gelen bu temel Konsey yükümlülüğünün aksine hareket etmiştir. Bu da bir üye ülkeye uygulanacak olası yaptırımların asgari düzeyde de olsa Konseyin insan hakları alanında sağladığı koruma zırhından yararlanan o ülkenin vatandaşlarına zarar vereceğini açıkça göstermektedir. Sanırım Konseyin Türkiye aleyhine yaptırım uygulamaktaki çekingenliğinin bir nedeni de budur.