Selim Kuneralp

Ukrayna ve ABD Türkiye’ye batının kapısını açar mı?

Zelenskyy’nin birkaç saat süren İstanbul ziyaretindeki önemli bir olay, Türk medyasından özenle gizlendiği için ancak kendi Twitter hesabı ve yabancı medyadan takip edilebildi. Zelensky Tuzla Tersanesi’ne gitti. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından önce 2021 yılında inşası başlayan Ada tipi korvetleri gezdi. Birincisi tamamlanmak üzere ve Ukrayn’lı mürettebat Tuzla’ya gelmiş bile. Geminin adı “İvan Mazepa”. Mazepa 18inci yüzyılda ilk önce Deli (Büyük) Petro için savaşmış sonra ona karşı dönmüş Ukraynalıların kahraman, Rusların hain olarak gördükleri bir asker. İkinci gemi de 17’inci yüzyılda Ruslarla savaşmış başka bir Ukraynalı askeri lider olan Ivan Vyhovsky’nin adını taşıyor. Bu gemilerin Ukrayna'ya teslimi Karadeniz’deki dengeleri Ukrayna lehine biraz daha bozacak, verilmemesi ise yeni bir baş ağrısı konusu teşkil edecektir. Bu gemilerin macerası Birinci Dünya Savaşından önce Birleşik Krallığa sipariş edilen ancak savaşın çıkmasıyla teslim edilmeyen “Sultan Osman” ve “Sultan Reşat” adlı gemilerin hikayesini az buçuk ironiyle hatırlatmıyor değil.

Orta Doğu’da savaş biter mi?

Gazze’de ümit edilecek en iyi sonuç kalıcılığa gidebilecek bir ateşkes. Nihayet iki Kore arasındaki ateşkes 1953 yılından bu yana, Kıbrıs’taki ise 1974 yılından beri barış antlaşması veya nihai çözüm olmaksızın devam etmektedir. Ateşkesin şartlarının da gerçekleşmesinin çok kolay olmadığı haftalardır devam eden müzakerelerin henüz sonuçlanmamış olmasından belli oluyor. Ancak ateşkesten daha kalıcı bir çözüm geçmiş tecrübelere bakılınca pek olası gözükmüyor.

Savaş, savaş, savaş

Ukrayna’lılara açık olan Türkiye dahil yakın veya uzak komşularına göç etme imkanı sayıları 2 milyonu bulan Gazze halkı için mevcut değil. Mısır, aynı dil, din ve etnik kimliğe sahip olan Gazze halkına kapılarını kapattı. Savaş acımasız bir şekilde devam ediyor, Türkiye’de medya dikkatini tamamen iç tartışmalar ve yaklaşan yerel seçimlere çevirdi ancak yabancı haber kanalları o dehşet veren manzarayı izleyicilerine her akşam gösteriyor. 5 ayda verilen kayıp 30.000’e ulaştı. Ancak Ukrayna savaşında olduğu gibi Gazze savaşında da uluslararası toplum ahenkli bir tutum benimseyemedi.

Trump ve Avrupa

Trump’ın yeniden iktidara gelmesi, NATO’yu zayıflatması, askerlerini çekmesi gibi olasılıklar Avrupa’lıları acı acı düşündürmektedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da ABD, Lozan dahil barış anlaşmalarını imzalamamış veya onaylamamış, Milletler Cemiyetine girmemişti. Bu yalnızlık (isolationism) politikasından ABD’yi çıkartan Japon müttefikinden sonra Almanya’ya da ABD’ye savaş açtıran Hitler olmuştu. Dolayısıyla ülkenin böyle bir geçmişi olduğunu hatırlayanlar ileriye endişeyle bakmakta haksız değiller. ABD ikinci bir Trump başkanlığında NATO’dan çekilecek olsa, Avrupa nükleer alanda da savunmasız kalacak.

Kıbrıs’ta garip şeyler

Kuzey Kıbrıs’taki Rum mallarını pazarlamakla suçlanan ve Rum makamları tarafından verilen pasaport ile seyahat eden bir Kıbrıslı Türk avukat İtalya’da tutuklandı ve Türkiye’nin müdahalesine rağmen, kendi rızasıyla Güney Kıbrıs’a iade edildi. Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu ile AB ülkelerine seyahat eden KKTC vatandaşları, özellikle emlak işine girmişlerse veya Kuzeydeki Rum mallarını sahiplenmişlerse, tehlikeli bir durumla karşılaşabilirler. Herhangi bir AB ülkesinde Rum makamlarınca yayınlanmış bir Avrupa tevkif müzekkeresi ile tutuklanıp yargılanıp Rum tarafına ihraç edilebilirler. Korkarım avukatın başına gelenler bir örnek teşkil edebilir. Rum tarafının kapsamlı bir çözüme gözle görülür bir dönemde ulaşılamayacağı görüşüyle olsa gerek atağa geçtiği görülmektedir.

Komünizm: Nasıl geldi, nasıl gitti?

Rafımda duran kitaplardan biri Sovyet ve Rus tarihi uzmanı Britanyalı akademisyen Archie Brown’un 2010 tarihli “The Rise and Fall of Communism” adlı eseriydi. Ne yazık ki Türkçe’ye tercüme edildiğine rastlamadım. Yayınlandığında satın almış ve fakat unutmuşum. Brown Rusya’daki devrimin esasında kaçınılmaz bir şey olmadığını, Birinci Dünya Savaşı gerçekleşmemiş olsaydı Rusya’nın Batı Avrupa ülkeleri gibi piyasa ekonomisi çerçevesinde kalkınmasının pekala mümkün olabileceğine inanıyor. Hatırlatmaya gerek yok. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde komünist partiler Macaristan’daki kısa bir dönem hariç hiçbir yerde başa geçemediler. Zaten Leninizmin temelinde demokrasi yoluyla başa gelmekten ziyade devrim vardı. Devrim de Sovyetler Birliği dışında Avrupa’da hiçbir ülkede gerçekleşmedi.

ANALİZ | Putin’in Türkiye ziyareti neden yine ertelendi? Emekli Büyükelçi Selim Kuneralp: “F-16 için ABD Kongresi’nde süreç bitmemişken Putin’in ziyareti suları bulandırırdı”

Emekli büyükelçi Selim Kuneralp, Putin’in Türkiye’ye 12 Şubat’ta yapması beklenen ziyaretinin yeniden ertelenmesini Serbestiyet’e değerlendirdi: “F-16 müzakerelerinin yürütülmekte olduğu, Kongre’deki sürecin henüz bitmediği bir ortamda Putin’in Türkiye’ye gelmesinin sadece etrafı karıştırmak, suları bulandırmak neticesini vereceğini düşünüyordum. O açıdan gelmemesi bence iyi oldu.”

Avrupa’da terör: Kısa bir özet

PKK terörünün 2024’te 40 yıllık bir geçmişi olduğu sık sık hatırlatılıyor. Aslında ülkemizin Irak sınırının ötesindeki harekatları, daha önce 1982 yılında başlamıştı. Aynı dönemlerde Türkiye ASALA ve çeşitli aşırı sol fraksiyonların terörist eylemlerinin de hedefi olmuştu. ASALA terörüne benim ailem de kendi annem dahil iki kurban verdi. O günler hiç aklımdan çıkmıyor. Avrupa kıtası da 1970’li yıllarda teröre yabancı değildi. Avrupa’daki yerli tedhiş hareketlerinin artık son bulduğunu söylemek yanlış değildir sanırım.

İsveç’in NATO üyeliği: Şimdi nereye?

İktidarımızın yaptığı hatalar neticesinde F16’lardan çok daha ileri bir teknolojiye sahip, üstelik üretim ortağı olduğumuz F35 projesinden nasıl çıkarıldığımızı duymayan kalmamıştır herhalde. Amiyane tabiriyle attan inip eşeğe razı olmanın bence çok varit bir örneğidir. Yunanistan en son teknoloji ürünü F35’lere, biz ise 40 yıllık geçmişi olan F16’ların “makyajlanmış” modeline sahip olacağız. F16 projesi gerçekleşinceye kadar da siyasilerimizin alışılmamış bir ketumiyet göstermelerinde sonsuz yarar var.

Türkiye’nin demokrasi çizgisi

İsveç merkezli IDEA dünyadaki demokrasilerdeki gerilemenin 1975 yılından bu yana görülmeyen bir ölçüye vardığını iddia ediyor. Yine İsveç merkezli V-Dem’in yayınladığı yıllık demokrasi raporundaki Türkiye’nin demokrasi tarihini gösteren çizelgeye göre ise Birinci Meşrutiyet ile başlatılan demokrasimiz, II. Abdülhamit yönetiminde Tanzimat döneminin de gerisine gitti. İkinci Meşrutiyet ile ikinci sıçramasını yaptı, 1913 Bab-ı Ali baskınıyla yine geriledi. Tek parti döneminde demokrasi istikametinde ufak tefek düzelmeler görüldü, 1950 seçimleriyle büyük bir sıçrama kaydedildi. 12 Eylül 1980 darbesiyle bütün kazanımlar kaybedildi. Sonra 2010’lı yıllara kadar hızlı bir yükseliş ve AB reformlarıyla birlikte varılan en yüksek nokta ve ondan sonra da yine hızla 1950 öncesi düzeyine dönüldü.

Çin ve Tayvan

Doğu Asya’da Tayvan adasında önemli bir seçim yapıldı. Seçimde mevcut iktidar partisinin adayı ve halihazır Cumhurbaşkanı Yardımcısı (William) Lai Ching-te Çin’le ilişkilerde daha yumuşak bir çizgi takip etmeyi öneren adaya karşı %40 oy almıştır. Tayvan’da geçerli sisteme göre Cumhurbaşkanı tek turda seçiliyor ve en fazla oy alan Cumhurbaşkanı ilan ediyor. Buna karşılık Lai’in mensup olduğu iktidar partisi İlerici Demokrasi Partisi (DPP) parlamentodaki çoğunluğunu kaybetmiştir. Dolayısıyla 20 Mayıs’ta yönetimi devralacak Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi yönetmesi o kadar kolay olmayacaktır

Tarih tekerrürden ibaret mi?

Ukrayna savaşı İkinci Dünya Savaşını ve öncesini çok hatırlatıyor. Gerçi Putin Hitler’den farklı olarak 6 milyon Museviyi katletmiyor. Ancak aynen onun gibi ülkesinin kaybettiği veya soydaşlarının yaşadığı toprakları geri almak için bir mücadele veriyor. Batı en azından ilk başta geçmiş tecrübelerden ders almışa benziyordu. Ben şahsen Putin’in yolu kesilmezse bedelinin çok büyük olacağı kanaatindeyim. Ancak bugünkü Avrupa’da Hitler’e hayır demesini bilen Churchill gibi büyük ve kararlı bir devlet adamının bulunmaması şüphesiz bir olası sıkıntı kaynağıdır Türkiye’nin de Ukrayna savaşı konusunda sürdürdüğü siyaset İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında takip edilen çizgi ile benzerlikler içeriyor.

CHP’de değişim

CHP’nin yeni yönetiminin eskisinden farklı olarak temel konularda iktidarı tahrik etmeme siyasetini terk ettiğini görüyoruz şimdilerde. Hem söylem değişiyor hem de TBMM’deki oylamalarda davranış. CHP’nin iki hafta önce Kuzey Irak’ta meydana gelen ve iki günde 12 şehidimize mal olan terör saldırısı hakkında TBMM’de kabul edilen açıklamaya katılmayıp, kendi açıklamasını yayınlaması, ayrıca diğer partiler gibi şimdilerde DEM adını alan partiyi şeytanlaştırmaktan imtina etmesi şüphesiz bir çok itiraza yol açmıştır. Ancak bence bir farklılaştırma işareti olarak olumludur. Muhalefet hep iktidarın dümen suyundan gidecekse, ona ne ihtiyaç vardı?

İklim Değişikliği: Peki biz ne yapacağız?

AB, 2026 yılından itibaren karbon salınımlarını dizginlememiş ülkelerden yapacağı ithalata ek vergi koyacak. Yine çok büyük bir pazarımız olan Birleşik Krallık da benzer bir yönteme 2027 yılında başvuracağını geçtiğimiz günlerde açıkladı. Bu demek oluyor ki enerji ağırlıklı ve ülkemiz ihracatında büyük yeri olan demir-çelik, çimento, alüminyum gibi ürünleri bu ülkelere ihraç etmemiz mümkün olamayacaktır. Bunu engellemenin tek yolu Avrupa ve çoğu gelişmiş ülkelerde belki yirmi yıldır yürürlükte olan karbon piyasasının bir benzerini ülkemizde kurmaktır. Ancak bunun yapılacağına ilişkin işaretlere en azından ben rastlamadım.

Atina Bildirgesi: Türkiye, Yunanistan ve AB

Bazen Türkiye’yi son kırk yılda yönetenlerin esas amacının ülkenin çıkarlarını değil, Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının çıkarlarını savunmak olduğunu düşünmekteyim acı acı. Niyetleri belki bu değildi ama netice ne yazık ki o oldu. Şimdi kozlar Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının elinde. Ne Yunanistan’dan taleplerimizin karşılanması ne de Kıbrıs sorununa arzu ettiğimiz cinsten bir çözüme ulaşılması artık mümkün değil. Atina Bildirgesi hakkında yapılan tüm yorumlarda en iyi ihtimalle Mavi Vatan ile adalarla ilgili sorun ve iddiaların buzdolabına kalkacağı konusunda görüş birliğine rastladım.

Hamas Filistin mi?

Filistin halkının 75 yıldır dünyada benzeri pek olmayan bir tecrit ve ezilme içinde yaşadığı herkesçe malum. Filistinlilere Arap ülkelerinde bile reva görülen aşağılamaya şahsen ben de şahit oldum. Çalışma hayatımın emeklilik öncesi son görevi olan Brüksel merkezli Enerji Şartından görüşmeler için Ürdün’e gittiğimde, teşkilatımız memuru bir Filistinli bana refakat ediyordu. Transit olarak geçtiğimiz İstanbul Atatürk Havalimanında Türkiye’nin devlet olarak tanıdığı Filistin tarafından düzenlenen pasaportu şüpheyle incelenmiş, transit geçtiğimiz benim tarafından hatırlatıldığında uçağa alınmıştı. Ancak Amman’a indiğimizde, üstelik resmi bir görevle gelmiş olmamıza rağmen kendisine yapılan aşağılayıcı muamele beni iyice şaşırtmıştı. Bunların hepsi Arap ve kardeş değil miydi? Demek değillermiş. Neyse ki bu genç arkadaş sonradan Belçika vatandaşı oldu ve bu tür istiskalden kurtuldu.

AB ile yeni başlangıç?

Borrell raporu ülkemize bir el uzatmaktadır. Özellikle 2017’de ve sonrasında patlayan Doğu Akdeniz krizinin yarattığı güvensizlik ortamının yavaş yavaş dağılmakta olması neticesinde donmuş olan ilişkileri adım adım buzdolabından çıkarmaya yönelik olan bu önerilerin iddialı olmaması mevcut şartlarda şaşırtıcı değildir. Bakalım iktidar Borrell raporunu nasıl karşılayacak. Şimdi gelecek aşama 10 güne kadar yapılacak AB zirvesinde bu raporun benimsenip benimsenmemesidir. Benim endişem, önerilerin iktidar tarafından reddedileceği yönündedir. Umarım yanılırım ve pragmatik bir yaklaşım hakim olur. Burada sanırım Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a önemli görev düşüyor.

AB Komisyonu Türkiye Raporu

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu 2023 Türkiye raporu, diğer aday ülkelerin raporlarıyla birlikte 8 Kasım 2023 günü yayınlandı. Türkiye için 1998 yılında başlayan yıllık rapor dizisinin 25'incisine gelmiş olduk. özellikle üzücü olan tarafı Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra gündeme gelen Batı Balkan ülkeleri (Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ, Kuzey Makedonya) ile müzakerelerin hızlandırılmasının ve Ukrayna ile Moldova ile katılma müzakerelerinin de başlamasının, ayrıca Bosna-Hersek ile Gürcistan’ın aday olarak kabul edilmesinin Komisyon tarafından ayrı ayrı önerildiği bir dönemde ülkemizin tamamen dışlanmış olmasıdır. İlk raporun yayınlandığı gün Müsteşarımız rahmetli Büyükelçi Korkmaz Haktanır’la birlikte Almanya’nın henüz Berlin’e taşınmamış olan başkenti Bonn’a gidiyorduk.

Filistin çıkmazı

Geçmişte çok daha önemsiz olaylar karşısında iktidarın ilk işi Büyükelçilerin karşılıklı olarak geri çekilmesini sağlamak iken bu defaki ihtiyat ilişkilerin muayyen bir noktadan daha ileri gidecek şekilde bozulmasını istemediğini gösteriyor. Zaten Kazakistan dönüşünde yaptığı açıklamalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan niyetinin İsrail ile köprüleri tamamen atmak olmadığını açıkça beyan etmiştir. Özetle, her iki tarafın da farklı ölçülerde de olsa sayısız cürümlerden sorumlu olduğu ve ikisinin de masum olmadığı bir savaşta sadece bir tarafı tutmak her bakımdan yanlıştır. Batı bile İsrail’in karşı taarruzunun ölçüsü kaçmaya başladıktan sonra daha dengeli bir tavır almak suretiyle inandırıcılığını muhafaza edebilmektedir. Keşke iktidar aynı şekilde hareket ederek kapıları tamamen kapatmamış olsaydı.

Muammalar, tezatlar, tutarsızlıklar

İktidarın İsrail’deki Türk diplomatlarını kendisinin geri çekmesi de beklenebilirdi. İlginç olanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ateşli konuşmalarından sonra bunun yapılmamış olmasıdır. Belki de sık sık karşılaştığımız gibi sözler ile eylem arasında bu konuda da farklılık yaratıp, sadece iç politika saikleriyle AKP seçmenini köpürtüp, İsrail ile ilişkileri normal bir şekilde yürütmek iktidarın hedefidir. Bunun böyle olup olmadığını önümüzdeki günlerde göreceğiz. En azından bu satırları yazdığım saatlerde İsrail’e karşı herhangi somut bir adım atıldığına rastlamadım.

Hakan Fidan’ın dış politika vizyonu

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, iktidarın düşünce kuruluşu SETA’nın İngilizce yayınlanan dergisi “Insight Turkey”in 4 Ekim 2023 tarihli sayısında Türkiye’nin dış politika hedefleri, vizyonu ve sınamaları hakkında uzunca sayılabilecek ayrıntılı bir yazı yayınladı. Derginin İngilizce yayınlanması veya artık Dışişleri Bakanlığının dış politikadaki rolünün Cumhurbaşkanlığınınkinin bir hayli gerisine itilmiş olması gibi nedenlerle bu yazı yerli medyada hiç yankılanmadı. Kendi okuduğum yayınlarda rastlamadığım gibi, tanıdıklar vasıtasıyla yaptığım küçük bir araştırma bu yazının onların da dikkatine gelmediğini gösterdi. Bir yabancı haber portalinde yazının bir analizine rastlamamış olsaydım, bundan haberim bile olmayacaktı. Oysa normal şartlarda bir Dışişleri Bakanının bu kadar etraflı bir çalışmasının ses getirmesi beklenirdi.Fazla yankı uyandırmamış olması belki yazının içeriğinin alışılmış ötesine gitmemiş olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu da her zaman söylendiği gibi Türk dış politikasının bir sıkışıklık içinde olduğunun gerekiyorsa yeni bir kanıtıdır.

Kaba kuvvetin hakimiyeti

Hamas’ın bu güce karşı gelmesi zor olup, muhtemelen uzun sürecek bir mücadeleden yine İsrail kuvvetleri galip çıkacak, Filistin halkı yine muazzam bir bedel ödeyecek ve silahlar günün birinde yeniden ateşlenmek üzere bir süreliğine susacaktır. Bu savaşın kalıcı bir barışa yol açmasını beklemek pek doğru olmaz. Güç dengesi İsrail lehinde ve Hamas saldırısından sonra İsrail’in masaya oturmak isteyeceği şüphelidir. Kaldı ki programında İsrail devletini yer yüzünden kaldırmak olan Hamas’ın da masaya oturmak istemesi beklenmemelidir. Kaldı ki İran’ın kargaşanın devamından yana olacağına hiç şüphe yoktur. Sonunda eli güçlü olan -bu durumda İsrail- kazanacak, bölgede İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılından bu yana devam eden aralıklarla bozulan ateşkese devam edilecek, barış gelmeyecektir.

Avrupa Birliği’nde değişim: Nereye Kadar?

Önümüzdeki dönemde AB bir şekilde değişimden geçecektir. Üye sayısı 36'ya çıkabilecek olan bir AB’nin sıklet merkezi iyice Doğuya kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Brüksel’deki görevim sırasında o zamanki Konsey Genel Sekreteri eski tüfek Fransız diplomatı Pierre de Boissieu bir görüşmemizde 32 üyeli bir AB’nin 11 üyesinin Balkan, sekiz üyesinin de eski Yugoslav Cumhuriyetlerinden oluşması gerekeceğini, böyle bir şeyi düşünmenin dahi mümkün olamayacağını, bu ülkeler için üyeliğe alternatif formüller bulmak gerekeceğini söylemişti. Böyle formüller şimdiye kadar bulunamadı, çözüm yeni üye almamakta arandı. Ancak Ukrayna savaşından sonra bunun da bir çözüm olmadığı anlaşıldı. Bakalım bu defa başarılı olunacak mı? Bu arada tartışmaların hiçbir yerinde Türkiye’nin adının geçmediğine de tekrar dikkat çekmekte fayda var.

Uluslararası kuruluşlarda bunalım

Uluslararası kuruluşların etkinliğinin azaldığının bir örneğini biz de görmekteyiz. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi (AK) İnsan Hakları Mahkemesi kararları Anayasa’nın 90’ıncı maddesi yok sayılarak arka arkaya reddediliyor, ancak AK ülkemize karşı yaptırım uygulamaktan bariz bir şekilde çekiniyor. Bu da bir anlamda tüm uluslararası kuruluşların ancak iyi niyet olduğu zaman işlevlerini yerine getirebileceğini, egemen bir devlet kurallara uymayı kabul etmediği zaman bir çeşit nükleer silah olan ihraç, oy hakkının kaldırılması veya üyeliğin askıya alınması dışında başka bir imkân olmadığının göstergesidir. Geçtiğimiz yıl Ukrayna’ya açtığı savaştan sonra ihraç tehdidiyle karşı karşıya kalan Rusya, bu tehdit işleme girmeden kendi iradesiyle örgütten çekilme kararı almış ve Konseyden ayrıldıktan kısa bir süre sonra idam cezasını geri getirerek üyelik gereklerinin başında gelen bu temel Konsey yükümlülüğünün aksine hareket etmiştir. Bu da bir üye ülkeye uygulanacak olası yaptırımların asgari düzeyde de olsa Konseyin insan hakları alanında sağladığı koruma zırhından yararlanan o ülkenin vatandaşlarına zarar vereceğini açıkça göstermektedir. Sanırım Konseyin Türkiye aleyhine yaptırım uygulamaktaki çekingenliğinin bir nedeni de budur.

Yol ayrımı mı kan uyuşmazlığı mı?

1993 ile 2011 yılları arasında kısa aralıklar dışında hep AB işleri ile meşgul oldum. Gerek Dışişleri Bakanlığı’nda gerek Brüksel’de konu ile ilgili olabilecek nerede ise tüm görevlerde bulundum. Ancak AB ile ilgili görevlerimde Türkiye’de gözlemlediğim isteksizlik aradan geçen yıllarda hiç azalmadı. Geleneksel olarak dışarıya en fazla açık olması ve ülkemizin Batı ile bütünleşmesi yolunda en itici güç olması beklenebilecek Dışişleri Bakanlığında bile Batı düşmanlığı birkaç istisna dışında hep önde gelmiştir. Ancak AB karşıtlığı sadece bu Bakanlığın özelliği olmamıştır. Asker ve sivil bürokrasi, siyasi çevreler, iş insanları hep ayak sürtmüşler, hiçbir zaman AB hedefine dört elle sarılmamışlardır. Gümrük Birliği müzakerelerinde otomotiv başta olmak üzere nerede ise tüm ekonomik sektörlerin yararlandıkları yüksek koruma duvarlarının uzunca bir süre daha devam etmesi talebinde bulunduklarına bizzat şahit oldum. Zamanın Başbakanı Çiller bu sektörlerin kendisine acımasız bir husumet beslemelerini göze alarak talepleri reddetmiş ve Gümrük Birliği sadece bir yıl gecikmeyle 31 Aralık 1995 tarihinde tamamlanmıştır. Geçiş süreci için en fazla bağıran otomotiv sektörü ise Gümrük Birliğinden en fazla yararlanan sanayilerin başında gelmektedir.

Hindistan’dan Avrupa’ya yol neden Türkiye’den geçmiyor?

G-20 zirvesinde en dikkat çekici olay, ABD, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderlerinin Yeni Delhi’de imzaladıkları, Çin’in Kuşak-Yol koridoruna rakip yeni bir projeyi hedefleyen, Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayacak yeni bir ağ ile ilgili anlaşmaları oldu. Türkiye’nin bu projeden dışlanması iktidarın hışmına yol açtı. Aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik duruma bakılınca Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayacak bir koridorun ülkemiz üzerinden geçmesine imkân maalesef yoktur. Hindistan’ın ilk komşusu Pakistan ile ilişkileri malum. Ötesinde İran var. Onun da dış dünya ile ilişkileri karşısında böyle bir proje içinde olması mümkün değil. Suudi Arabistan üzerinden ülkemize uzanacak bir koridor ise ya Irak’tan, ya da Suriye’den geçmek durumunda. Ona da imkân olmadığı açık. Nitekim Türkiye’nin önerdiği Irak üzerinden geçecek koridorun şimdilik pek alıcısı yoktur. Sanırım Yeni Delhi’de imzalanan anlaşmanın amacı Hindistan Başbakanı Modi’ye bir çiçek atmak ve onu Çin’den uzaklaştırmaktan ibarettir diyebiliriz. Gerçekleşecek olursa, Suudi Arabistan’ı Ürdün üzerinden İsrail’e bağlaması gerekecek projenin Orta Doğunun bitmeyen ihtilafları karşısında duvara çarpması çok muhtemeldir.

Nabza göre şerbet

Seçimlerden sonra gerçekten tavır ve üslupta önemli bir değişiklik oldu. Batı ile ilişkiler normalleştirilmeye çalışıldı. Bunda ekonomik durumun vahameti ve ihtiyaç duyulan ciddi miktardaki sermaye akımının ancak Batıdan gelebileceğinin bilinci, sermayenin de Batı ile kavgalı bir ülkeye akmayacağı gerçeğinin rolü muhakkak ki olmuştur. Neticede bu sefer muhatapların duymak istediği şeyler söylenmeye başladı. İktidar ve temsilcileri muhataplarıyla görüşürken nabza göre şerbet dökmelerine karşın, muhataplarının bunu yapmadığına dikkat çekmekte fayda var.

Dış politikada yalpalamaya devam

31 Ağustos’ta Toledo’daki AB Gayrı resmi Dışişleri Bakanları (Gymnich) toplantısına Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın beş yıldan beri ilk defa olarak davet edilip edilmeyeceğini merak etmiştim. Bakan davet edilmedi, Toledo yerine Moskova’ya gitti. Onun davet edilmediği toplantıya Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba katıldı. 21 Ağustos Atina’daki Balkan ülkeleri AB Genişleme Zirvesi’ne sadece AB üyeliğine aday olan Balkan ülkeleri davet edilmiş olsaydı, bizim söyleyecek pek bir şeyimiz olmazdı. Ancak katılımcılar arasında Ukrayna ile Moldova liderleri varken Türkiye’nin çağrılmamış olması, artık AB’nin ülkemizi aday kategorisinde görmediğinin başka bir göstergesi sayılmalıdır. Buna rağmen, iktidar Putin tutkusundan vazgeçmiyor. Daveti kabul edilmeyince Cumhurbaşkanı Erdoğan Putin’in ayağına gitmeyi önerdi veya kabul etti. Bakan Fidan’ın belki MİT deneyimi nedeniyle basının karşısına çıkmaktan çekindiği izlenimi edinilmektedir. Onun yerine AKP Sözcüsü, Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Danışmanı sık sık kameraların önüne geçmekte ve bir anlamda Dışişleri Bakanı’ndan rol çalmaktadırlar.

Balayı uzun sürmedi

Kıbrıs’ın Güney’inde tek karma nüfuslu köy olan Pile’ye yol inşasına BM’nin müsaadesi olmaksızın başlandı. Barış Gücü ile KKTC polisi arasında bir arbede yaşandı. Türkiye’de yalan makinası hemen devreye girdi. 50 yıldır bu nüfus KKTC’ne ulaşmak için İngiliz üssü Dikelya üzerinden geçmek zorundaydı. Geçişlerin eskiden otomatik iken kaçakçılık artınca kontroller de arttı. Pile ile KKTC arasındaki yol 20-25 dakikadan bir saate çıktı. BM Güvenlik Konseyi Kıbrıs Türk tarafını ağır bir şekilde suçlayan bir açıklama müzakere etti. Rusya’nın süre istemesi Türkiye’de sevinç naralarıyla karşılandı ve veto şeklinde yorumlandı. Rus ve Putin sevdalıları minnetlerini dile getirdi. Derken Rusya açıklamayı onayladı ve metin oy birliğiyle kabul edildi. Metni yayınlayan 15 ülke arasında Çin, Mısır, Arnavutluk, Birleşik Arap Emirlikleri de var. Tüm uluslararası camiayı karşımıza almamız basın ve muhalefet tarafından görmezlikten gelindi. Neyse ki KKTC ve Ankara ısrar etmedi ve iş makinaları sessiz sedasız geri çekildi ve konu kapandı. Kimisine göre yol krizi bazı mercilerin Bakan Fidan’ı sabote etme girişimi. Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın yol inşaatından haberdar olmamış olması da akla geliyor.

Büyükelçiler konferansları

Büyükelçiler Konferansı’nda hiç yeri olmayan bazı bakanların faaliyetlerini saatlerce anlattıklarını hatırlarım. Sanırım burada rekor, Ulaştırma Bakanı’nın tam 2,5 saat süren bir takdimi olmuştu. Bu sene yabancı konuk davet edilmediğini, yerli bakanların katılımının ise bir yuvarlak masayla sınırlı tutulduğunu anlıyorum. Her halükarda bu adetten vazgeçilmesi her bakımdan iyi olmuştur. O sayede, Konferansın süresi kısaltılmış, önemli bir tasarruf sağlanmıştır. Gelelim içeriğe. Ukrayna savaşı konusunda Cumhurbaşkanı ile Dışişleri Bakanının konuşmaları arasındaki fark dikkat çekicidir. Bakan taraf tutmazken, Cumhurbaşkanı Rus diktatör Putin’in tahıl krizindeki tezine yine destek verdi. Yabancı gözlemcilerin bu farkı görmüş olmaları muhtemeldir.