Vahap Coşkun

17 Nisan’a uyanmak

AKP de aslında bir yol ayrımında: Ya onu toplumun merkezine taşıyan, farklı hassasiyetleri gözeten kapsayıcı ve kuşatıcı dili yeniden kurgulayacak ya da bugün Pirus Zaferi’nin rüzgârına kapılarak dilini daha da ağırlaştırıp sertleştirecek. Zannım o ki eğer ikinci yolu tercih ederse, yakın dönemde yapılacak seçimlerde AKP adına manzara daha nahoş öğeler içerebilir.

Neden hayır?

AKP-MHP ittifakı, Türkiye’nin geleceği bağlamında iki önemli sorun taşıyor. Birincisi, son derece sert bir milliyetçi söyleme yaslanıyor; genelde bir demokratikleşme ve özgürlük perspektifi sunmadığı gibi, özelde Kürt meselesinin çözümü noktasında da bir umut vermiyor. İkincisi, mezkûr ittifak, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yeni ve demokratik bir anayasayı çok güçleştiriyor. Referanduma gidecek metin, her iki ortağın da temel isteklerini karşılıyoKabul edildiği takdirde AKP ve MHP yeni bir anayasa defterini kapatır, anayasayı değiştirme yönünde bir irade göstermezler.

Dost ve post

Türkiye’nin ilk reaksiyonu çok ölçülü ve dikkatliydi. Dışişleri Bakanlığı, tek taraflı dayatmalardan uzak durulmasını, işbirliği ve uzlaşmayı olumsuz etkileyecek davranışlardan kaçınılması gerektiğini belirtti. Doğru bir dildi bu, ama ne yazık ki çok uzun süre sürdürülemedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, KBY’ye karşı sert ifadelerle olaya müdahil oldu. MHP Genel Bakanı Bahçeli ise, Kürdistan bayrağından “paçavra” olarak söz etmekle hamasetin dibine vurdu.

Galip sayılır bu yolda mağlup

Trabzon’da duygusal dozu çok yüksek bir maç oynandı. Güneş, kendi adını taşıyan spor kompleksinde ilk defa bir maça çıktı; lâkin efsanesi olduğu kentin takımının başında değil, efsanesi olmaya doğru hızlı adımlarla yol aldığı BJK’nin başında. 3-3’ten sonra maç, atanın kazanacağı bir hal aldı. Dolayısıyla 70. dakikadan sonra her iki teknik adamın önceliği maçı tutmak oldu.

Milleti denize dökmek

Bütün sözcükler gibi “denize dökmek” ifadesinin de bir tarihi var. İnsanlar bunun ne anlama geldiğini, kime/kimlere karşı ve hangi durumda kullanıldığını bilir. Özü itibariyle “denize dökmek” bir düşman/lık konseptidir. Eğer farklı siyasi tercihlerde bulunanlara/bulunacak olanlara reva gördüğünüz kader buysa, bunun anlamı o insanları bir “iç düşman” olarak kodladığınızdır. Bozkurt’un sözleri, CHP içindeki vatandaşların büyük bir kısmında böyle bir hissiyatın güçlü bir damar olduğunu açığa vuruyor.

Anayasa değişikliğinin içeriği – 5

Cumhurbaşkanının hem partisi aracılığıyla yasamada, hem de HSK ve AYM eliyle yargıda bu kadar baskın olması, güçler arasındaki sınırların silikleşmesini kaçınılmaz kılıyor. Cumhurbaşkanına önceki yılın bütçesini yeniden değerleme oranına göre artırarak uygulama olanağının verilmesi de, Meclisin yürütme üzerindeki denetim araçlarından birinin daha elinden alınması anlamına geliyor.

Anayasa değişikliğinin içeriği – 4

Cumhurbaşkanının “üst düzey kamu görevlileri”ni atama yetkisinin nereden geçtiği, “üst düzey”in hangi kademeleri kapsadığı belirtilmediği gibi, bu yetkide herhangi bir filtre de öngörülmemiş bulunuyor. Faraza ABD başkanı atamalarının ABD Senatosu tarafından onaylanmasına benzer bir onay aşaması söz konusu değildir. Cumhurbaşkanı atamalarda tek yetkili pozisyonundadır. Atamalar noktasında ağırlık tamamen yürütmeye verilmiş ve böylece yasamanın yürütmeyi dengelemesinin önüne bir engel daha çıkartılmıştır.

Anayasa değişikliğinin içeriği – 3

İki şapkayı birden takabilecek bir cumhurbaşkanın varlığı, yasama ile yürütme arasında olması gereken ayrılığı ortadan kaldırır. Cumhurbaşkanı hem yürütmeyi tek başına idare edecek, hem de genel başkan olması sıfatıyla Meclisi de dilediği gibi yönlendirebilecektir. Ayrıca teklif, bir kişinin iki dönemden daha fazla ve hattâ 14 yıla kadar cumhurbaşkanlığı yapmasının da yolunu açıyor. Bu da yanlıştır; bir kimse iki dönemden ve 10 yıldan fazla cumhurbaşkanlığını makamını işgal edememelidir.

Anayasa değişikliğinin içeriği – 2

Cumhurbaşkanını bakan atamada sınırlayan hiçbir mekanizma bulunmuyor. Oysa ABD’de olduğu bakanlar için Mecliste bir “onay” süreci öngörülmesi daha doğru olurdu. Cumhurbaşkanı yardımcıları veya bakanlar hakkında Meclis soruşturması açılması ise çok zor. Normal şartlarda, belirtilen rakamlara (301, 360, 400) ulaşmak imkânsıza yakın derecede güç. Dolayısıyla daha kabul edilebilir bir seviyeye çekilmedikçe, cumhurbaşkanı yardımcılarının ve bakanların Meclis tarafından denetlenmesi söz konusu olamaz.

Anayasa değişiklik teklifinin içeriği-1

Anayasa değişikliği taraftarlarının ve karşıtlarının yürüttükleri kampanyalara ve kullandıkları motiflere ilişkin düşüncelerimi daha önce yazdım. Bundan sonraki birkaç yazıda değişiklik teklifinin içeriğine ilişkin düşüncelerimi paylaşacağım. Her bir madde hakkında olumlu ve olumsuz gördüğüm yönleri aktarmaya çalışacağım.

Sabrın sonu selamet

Taraftar otobüsüne binmeyeli bir asır olmuş! İçerisi bir alem; herkes birbirini tanıyor doğal olarak. Daha önce lafladığımız gençler, bizi arkadaşlarına tanıştırıyor. Diyarbekir’den geldiğimizi öğrenince hem şaşırıyorlar hem de çok mutlu oluyorlar. Alaka doruğa çıkıyor, sohbet koyulaşıyor. Stada geldiğimizde kucaklaşıyoruz, boynumuza kaşkolu bağlıyorlar, birbirimize başarı dileyip ayrılıyoruz.

Nerden baksan tutarsızlık!

Avrupa ülkelerinin yaptıklarının ne diplomaside ne hukukta ne de demokraside yeri var. Tasarrufları baştan aşağıya yanlış, tavırlarının ve gerekçelerinin iler tutar bir tarafı yok. Siyasi aktörlerin katılacağı barışçıl toplantıların yasaklanması, o her zaman çok sözü edilen Avrupa değerlerine tümüyle aykırı. Avrupa, başkalarına karşı üstünlüğünü temellendirmek ve onları tedip etmek için başvurduğu prensiplerin kendi eliyle altını oyduğu günleri yaşıyor.

Bitpazarına nur yağmaz

Eskiye dönülemez. 2007 öncesine gidilemez. Halktan elde ettiği bir haktan --cumhurbaşkanını doğrudan belirleme hakkından -- vazgeçmesi istenemez. Dolayısıyla klasik parlamenter rejime düzülecek methiyelerden hayır namına müspet bir sonuç çıkmaz. Ve iki, zaten sorun yaratan bir sistemi savunmakla sınırlı bir hayır ile, mütereddit olanların gönlü fethedilemez.

15 Temmuz’un tapusu

15 Temmuz’u haksızlıkları meşrulaştıran bir manivela derekesine indirmek asla kabul edilemez, edilmemelidir. Halkın darbeye karşı duruşunu gayri-hukukiliğe kalkan kılmak, her şeyden önce 15 Temmuz’da canlarını ortaya koyanlara saygısızlık teşkil eder. İnsanlar o gece büyük bir irade gaspına “dur” demek için sokaklara ve meydanlara aktılar. Ve bunu da “Devlet dönüp başkalarına istediği gibi muamele etsin” diye yapmadılar.

Evet ve mağduriyet

Bugün rüzgâr ters yönden esiyor. 16 Nisan’a gidilirken AKP’nin iki sorunu var. Birincisi, sandığı halkın önüne toplumsal bir mağduriyeti bertaraf etmek için değil, iktidarını tahkim etmek koyması; halk için değil kendisi için bir talepte bulunuyor olması. İkincisi ve daha önemlisi, AKP’nin mağduriyetle mücadele eden bir parti olmaktan çıkıp, mağduriyet üreten bir yapıya dönüşmesi. 15 Temmuz darbe kalkışmasının bastırılmasından sonra başvurulan birçok enstrüman, çok ciddi hak ihlâlleri ve hak kayıplarına yol açıyor.

Evet ve statüko karşıtlığı

İnsanlar iktidarın bu anayasa değişikliğine gitmekteki öncelikli derdinin halk değil kendisi olduğunu, halkın taleplerine değil kendi ihtiyaçlarına odaklandığını görüyorlar. Bu da AKP’nin en büyük handikapını oluşturuyor. Geçmişteki seçimlerin aksine, başta kendi seçmeni olmak üzere, başta kendi tabanı olmak üzere kitlelere anlatabileceği bir “demokrasi” veya “özgürlük” öyküsü yok AKP’nin. Yeni bir demokrasi hikâyesi anlatamadığı için de, önceki dönemlerde maruz kaldığı anti-demokratik uygulamaları daha fazla hatırlatma yoluna gidiyor.

KHK’lar, ihraçlar ve hukuk

OHAL KHK’larıyla kamu görevlilerinin görevlerinden çıkarılıp çıkarılamayacağı, hukuken tartışmalıdır. Aslında hiç kimse savunma hakkını kullanmadan kamu görevinden ihraç edilemez. Olağanüstü halin ilan edilmesi kişiler hakkında sorgusuz sualsiz bir yaptırım uygulanmasının yolu açmaz. Savunma hakkı, insanın en doğal hakkıdır; bir işlediği suçun ağırlığı ne olursa olsun savunma hakkından mahrum edilemez. OHAL ilelebet sürmeyecek. Yarın, olmadı ertesi gün mutlaka kalkacak ve memleket normal hukuk düzenine geçecek. O vakit Türkiye içte ve dışta çok çetin bir hukuk mücadelesiyle karşı karşıya kalacak.

Suret-i haktan görünmek

Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin sözleri, KHK’ları ve ihraçları eleştirenleri terör sopasıyla dövmek ve eleştiriye niyeti olanlara da gözdağı vermek amacı taşıyor. Lâkin artık mızrak çuvala sığmıyor. Terör diyerek herkesi sus pus etmek imkânsız. “Hiç kimse itiraz etmesin” diye yüksek perdeden talimatlar yağdırılsa da, itiraz ediliyor ve edilecek. Tabanda şikâyetler giderek artıyor. Gül’ün bu şikâyetlere tercüman olan beyanı da, artık “terörle mücadele” söylemine yaslanarak bu eleştirileri boğmanın mümkün olmaktan çıktığını gösteriyor.

Bir susturma aracı olarak KHK

İhraç edilen akademisyenler arasında İbrahim Kaboğlu, Yüksel Taşkın, Murat Sevinç gibi kamuoyunun yakından tanıdığı isimler de var. Bu akademisyenler mevcut hükümete muhalif olabilirler; bu, onların en doğal hakkıdır. Ama bu isimler ile terör ve şiddet arasında hiçbir surette bir bağlantı kurulamaz. Aklı başında herkes de bunu bilir. Böylesi bir iftiranın zerresi bu değerli akademisyenlere yapışmaz, yapışamaz.

Evet ve özgürlük açığı

Bir, değişikliği yalnızca güçlü devlet, güçlü yönetim ve istikrar kavramlarıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. İki, önerdikleri anayasa değişikliğini hazırladıkları metnin iyiliği üzerinden değil, 1982 Anayasasının kötülüğü üzerinden savunuyorlar. Ve üç, anayasa değişikliğini bazı karşıtların kimliği üzerinden şeytanlaştırmaya gayret ediyorlar.

Evet ve avantajları

Evet’i savunan AKP ve MHP’nin kampanyaları çok büyük oranda güvenlikten ve ekonomik refahtan yana olan bir ruh halinin üzerine oturacak/oturtulacak. Memleketin keskin bir dönemeçten geçtiği bir süreçte istikrarsızlık yaratacak her girişimin ağır bir bedeli olacağı belirtilecek. Ülkenin karşı karşıya bulunduğu hayati sorunların üstesinden ancak güçlü bir yönetim sayesinde gelinebileceğine vurgu yapılacak.

Halk oylamasına giderken

Propagandif niteliği bariz olanlar haricinde hemen her araştırma, “evet” ve “hayır”ın birbirine yakın olduğuna işaret ediyor. Mevcut durumda, bir tercihin diğerine açık fark attığını gösteren bir emare bulunmuyor. Bazı araştırmalarda “evet”, bazılarında ise “hayır” kıl payı önde gözüküyor.

Bir kitap (2) “Öyle ise Türkiye’de cumhuriyet idaresi yoktur”

“Vali Paşa Hazretleri Belediye reisi seçtiğiniz bir adamın yaptıklarını gördünüz mü? Her şeyden evvel terbiyesiz! Şehirlerine misafir geliyoruz, soframıza yemek yiyerek geliyor, içki ikram ediyoruz, içmiyor. Sonra da Reisicümhur sofrasında, biz kalkmadan kalkıp def olup gidiyor.”

Bir kitap (1) “Ne o! Memlekette inkılâp mı yapmak istiyorsun?”

“Ne gibi tekliflerde bulunacaksan, evvelâ bana getir, birlikte müzakere edelim, münasip görürsem yaptırırım, dedi. Meseleyi kapattı.”

Tüketilmiş söylem

1982 Anayasası yürürlüğü girdiği andan itibaren bir anayasa sorunu oluştu ve her zaman siyasi gündemin ortasında durdu. Bilhassa 2007’den bu yana yoğun bir anayasa süreci yaşanıyor. Bugün her partinin çekmecesinde birden fazla anayasa taslağı var. Sivil toplum kuruluşları anayasaya dair binlerce toplantı, konferans, çalıştay, sempozyum, vb. düzenledi. Akademide çok sayıda çalışma ve anayasa hazırlığı yapıldı. Vaziyet buyken “şimdi değil” demenin ikna edici bir tarafı yok.

Sert muhalefet

Sertlik, muhalefetin tabanında bir kenetlenme yaratabilir tabii. Eğer bununla iktifa edilecekse sorun yok. Fakat hedef halk oylamasından galip çıkmaksa, bu, AKP ve MHP tabanındaki kararı netleşmemiş olanlara seslenmeyi, onlara değecek bir söz üretmeyi gerekli kılıyor.

Yüksek gerilim hattı

Anayasa değişikliği gibi toplumun ilgisini çeken mevzularda bazı vekiller parlamentoyu bir gösteri yeri gibi kullanıyor. Böyleleri bazen kavganın fitilini ateşliyor. Sözlerine ve tavırlarına bakıldığında, kürsüye herhangi bir konuyu irdelemek için değil, arıza çıkarmak için çıktıkları kolaylıkla seziliyor. Bazen de çıkmış bir kavganın en ön saflarına atılıyor. Yasama faaliyetine vukuflarından ziyade kavga ânındaki atılganlıklarıyla temayüz eden bu tür vekiller, böylelikle hem seçmenlerine hem yönetimlerine ne kadar bağlı olduklarını göstermiş oluyor.

Aslında hepimiz bir parça milliyetçiyiz

Başlıca zihinsel alışkanlıkları bunlar olan milliyetçiliğin bir ülkede baskın hale gelmesi, vahim neticeler doğurur. Evvelâ, düşünce dünyası kuraklaşır. Zira milliyetçinin gerçekle ilişkisi sorunludur. Gerçeğin ortaya çıkmasıyla ilgilenmez; zafer-hezimet, galibiyet-mağlubiyet ikilemlerini kendi çıkarına uygun bir şekilde değerlendirmeye çalışır. Onun istediği, gerçekten doğru ve haklı olmak değil, kendi tarafının karşıtlarını alt ettiğini görmek ve hissetmektir.

15 Temmuz sonrası Türkiye (3)

Batı’da uzunca bir müddet Türkiye’nin IŞİD’e yardım ettiği iddiasıyla bir kampanya yürütüldü. Türkiye IŞİD’e silah gönderiyordu. Türkiye IŞİD’in sattığı petrolün müşterisiydi. Türkiye IŞİD’e göz yumuyordu. Yabancı savaşçıların Suriye’ye geçişini kolaylaştırmak için sınırlarını açıyordu. Amaç, radikal dinci terörist gruplara destek veriyor gibi gösterilen iktidarı itibarsız kılmaktı. Lakin Türkiye, IŞİD’e karşı Suriye’de ciddi bir operasyona girince hava değişti. Tersine. Türkiye’yi IŞİD’le yeterince mücadele etmediği için eleştiren Batı, IŞİD’e karşı yapılan en etkili operasyonlarından birinde Türkiye’nin yanında yer almadı.

15 Temmuz sonrası Türkiye (2)

Bugün devletin bütün katmanlarında, ülkenin bir varlık-yokluk mücadelesinden geçtiği kanaati hâkim. Hem içte, hem dışta göğüs gerilmesi gereken bir sorunlar yumağı var. “İkinci bir İstiklal Savaşı veriyoruz” ya da “Bize yeni bir Sevr dayatılıyor” gibi söylemler, salt halkın duygularını diri tutmak için sarf edilen sözler olarak değerlendirilmemeli. Bunların aynı zamanda iktidar elitinin gerçek ruh halini de yansıttığı göz ardı edilmemeli. Bahçeli’nin de Türk tipi başkanlığa razı olmasının temelinde bu yatıyor.