Vahap Coşkun
15 Temmuz’un tapusu
15 Temmuz’u haksızlıkları meşrulaştıran bir manivela derekesine indirmek asla kabul edilemez, edilmemelidir. Halkın darbeye karşı duruşunu gayri-hukukiliğe kalkan kılmak, her şeyden önce 15 Temmuz’da canlarını ortaya koyanlara saygısızlık teşkil eder. İnsanlar o gece büyük bir irade gaspına “dur” demek için sokaklara ve meydanlara aktılar. Ve bunu da “Devlet dönüp başkalarına istediği gibi muamele etsin” diye yapmadılar.
Evet ve mağduriyet
Bugün rüzgâr ters yönden esiyor. 16 Nisan’a gidilirken AKP’nin iki sorunu var. Birincisi, sandığı halkın önüne toplumsal bir mağduriyeti bertaraf etmek için değil, iktidarını tahkim etmek koyması; halk için değil kendisi için bir talepte bulunuyor olması. İkincisi ve daha önemlisi, AKP’nin mağduriyetle mücadele eden bir parti olmaktan çıkıp, mağduriyet üreten bir yapıya dönüşmesi. 15 Temmuz darbe kalkışmasının bastırılmasından sonra başvurulan birçok enstrüman, çok ciddi hak ihlâlleri ve hak kayıplarına yol açıyor.
Evet ve statüko karşıtlığı
İnsanlar iktidarın bu anayasa değişikliğine gitmekteki öncelikli derdinin halk değil kendisi olduğunu, halkın taleplerine değil kendi ihtiyaçlarına odaklandığını görüyorlar. Bu da AKP’nin en büyük handikapını oluşturuyor. Geçmişteki seçimlerin aksine, başta kendi seçmeni olmak üzere, başta kendi tabanı olmak üzere kitlelere anlatabileceği bir “demokrasi” veya “özgürlük” öyküsü yok AKP’nin. Yeni bir demokrasi hikâyesi anlatamadığı için de, önceki dönemlerde maruz kaldığı anti-demokratik uygulamaları daha fazla hatırlatma yoluna gidiyor.
KHK’lar, ihraçlar ve hukuk
OHAL KHK’larıyla kamu görevlilerinin görevlerinden çıkarılıp çıkarılamayacağı, hukuken tartışmalıdır. Aslında hiç kimse savunma hakkını kullanmadan kamu görevinden ihraç edilemez. Olağanüstü halin ilan edilmesi kişiler hakkında sorgusuz sualsiz bir yaptırım uygulanmasının yolu açmaz. Savunma hakkı, insanın en doğal hakkıdır; bir işlediği suçun ağırlığı ne olursa olsun savunma hakkından mahrum edilemez. OHAL ilelebet sürmeyecek. Yarın, olmadı ertesi gün mutlaka kalkacak ve memleket normal hukuk düzenine geçecek. O vakit Türkiye içte ve dışta çok çetin bir hukuk mücadelesiyle karşı karşıya kalacak.
Suret-i haktan görünmek
Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin sözleri, KHK’ları ve ihraçları eleştirenleri terör sopasıyla dövmek ve eleştiriye niyeti olanlara da gözdağı vermek amacı taşıyor. Lâkin artık mızrak çuvala sığmıyor. Terör diyerek herkesi sus pus etmek imkânsız. “Hiç kimse itiraz etmesin” diye yüksek perdeden talimatlar yağdırılsa da, itiraz ediliyor ve edilecek. Tabanda şikâyetler giderek artıyor. Gül’ün bu şikâyetlere tercüman olan beyanı da, artık “terörle mücadele” söylemine yaslanarak bu eleştirileri boğmanın mümkün olmaktan çıktığını gösteriyor.
Bir susturma aracı olarak KHK
İhraç edilen akademisyenler arasında İbrahim Kaboğlu, Yüksel Taşkın, Murat Sevinç gibi kamuoyunun yakından tanıdığı isimler de var. Bu akademisyenler mevcut hükümete muhalif olabilirler; bu, onların en doğal hakkıdır. Ama bu isimler ile terör ve şiddet arasında hiçbir surette bir bağlantı kurulamaz. Aklı başında herkes de bunu bilir. Böylesi bir iftiranın zerresi bu değerli akademisyenlere yapışmaz, yapışamaz.
Evet ve özgürlük açığı
Bir, değişikliği yalnızca güçlü devlet, güçlü yönetim ve istikrar kavramlarıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. İki, önerdikleri anayasa değişikliğini hazırladıkları metnin iyiliği üzerinden değil, 1982 Anayasasının kötülüğü üzerinden savunuyorlar. Ve üç, anayasa değişikliğini bazı karşıtların kimliği üzerinden şeytanlaştırmaya gayret ediyorlar.
Evet ve avantajları
Evet’i savunan AKP ve MHP’nin kampanyaları çok büyük oranda güvenlikten ve ekonomik refahtan yana olan bir ruh halinin üzerine oturacak/oturtulacak. Memleketin keskin bir dönemeçten geçtiği bir süreçte istikrarsızlık yaratacak her girişimin ağır bir bedeli olacağı belirtilecek. Ülkenin karşı karşıya bulunduğu hayati sorunların üstesinden ancak güçlü bir yönetim sayesinde gelinebileceğine vurgu yapılacak.
Halk oylamasına giderken
Propagandif niteliği bariz olanlar haricinde hemen her araştırma, “evet” ve “hayır”ın birbirine yakın olduğuna işaret ediyor. Mevcut durumda, bir tercihin diğerine açık fark attığını gösteren bir emare bulunmuyor. Bazı araştırmalarda “evet”, bazılarında ise “hayır” kıl payı önde gözüküyor.
Bir kitap (2) “Öyle ise Türkiye’de cumhuriyet idaresi yoktur”
“Vali Paşa Hazretleri Belediye reisi seçtiğiniz bir adamın yaptıklarını gördünüz mü? Her şeyden evvel terbiyesiz! Şehirlerine misafir geliyoruz, soframıza yemek yiyerek geliyor, içki ikram ediyoruz, içmiyor. Sonra da Reisicümhur sofrasında, biz kalkmadan kalkıp def olup gidiyor.”
Bir kitap (1) “Ne o! Memlekette inkılâp mı yapmak istiyorsun?”
“Ne gibi tekliflerde bulunacaksan, evvelâ bana getir, birlikte müzakere edelim, münasip görürsem yaptırırım, dedi. Meseleyi kapattı.”
Tüketilmiş söylem
1982 Anayasası yürürlüğü girdiği andan itibaren bir anayasa sorunu oluştu ve her zaman siyasi gündemin ortasında durdu. Bilhassa 2007’den bu yana yoğun bir anayasa süreci yaşanıyor. Bugün her partinin çekmecesinde birden fazla anayasa taslağı var. Sivil toplum kuruluşları anayasaya dair binlerce toplantı, konferans, çalıştay, sempozyum, vb. düzenledi. Akademide çok sayıda çalışma ve anayasa hazırlığı yapıldı. Vaziyet buyken “şimdi değil” demenin ikna edici bir tarafı yok.
Sert muhalefet
Sertlik, muhalefetin tabanında bir kenetlenme yaratabilir tabii. Eğer bununla iktifa edilecekse sorun yok. Fakat hedef halk oylamasından galip çıkmaksa, bu, AKP ve MHP tabanındaki kararı netleşmemiş olanlara seslenmeyi, onlara değecek bir söz üretmeyi gerekli kılıyor.
Yüksek gerilim hattı
Anayasa değişikliği gibi toplumun ilgisini çeken mevzularda bazı vekiller parlamentoyu bir gösteri yeri gibi kullanıyor. Böyleleri bazen kavganın fitilini ateşliyor. Sözlerine ve tavırlarına bakıldığında, kürsüye herhangi bir konuyu irdelemek için değil, arıza çıkarmak için çıktıkları kolaylıkla seziliyor. Bazen de çıkmış bir kavganın en ön saflarına atılıyor. Yasama faaliyetine vukuflarından ziyade kavga ânındaki atılganlıklarıyla temayüz eden bu tür vekiller, böylelikle hem seçmenlerine hem yönetimlerine ne kadar bağlı olduklarını göstermiş oluyor.
Aslında hepimiz bir parça milliyetçiyiz
Başlıca zihinsel alışkanlıkları bunlar olan milliyetçiliğin bir ülkede baskın hale gelmesi, vahim neticeler doğurur. Evvelâ, düşünce dünyası kuraklaşır. Zira milliyetçinin gerçekle ilişkisi sorunludur. Gerçeğin ortaya çıkmasıyla ilgilenmez; zafer-hezimet, galibiyet-mağlubiyet ikilemlerini kendi çıkarına uygun bir şekilde değerlendirmeye çalışır. Onun istediği, gerçekten doğru ve haklı olmak değil, kendi tarafının karşıtlarını alt ettiğini görmek ve hissetmektir.
15 Temmuz sonrası Türkiye (3)
Batı’da uzunca bir müddet Türkiye’nin IŞİD’e yardım ettiği iddiasıyla bir kampanya yürütüldü. Türkiye IŞİD’e silah gönderiyordu. Türkiye IŞİD’in sattığı petrolün müşterisiydi. Türkiye IŞİD’e göz yumuyordu. Yabancı savaşçıların Suriye’ye geçişini kolaylaştırmak için sınırlarını açıyordu. Amaç, radikal dinci terörist gruplara destek veriyor gibi gösterilen iktidarı itibarsız kılmaktı. Lakin Türkiye, IŞİD’e karşı Suriye’de ciddi bir operasyona girince hava değişti. Tersine. Türkiye’yi IŞİD’le yeterince mücadele etmediği için eleştiren Batı, IŞİD’e karşı yapılan en etkili operasyonlarından birinde Türkiye’nin yanında yer almadı.
15 Temmuz sonrası Türkiye (2)
Bugün devletin bütün katmanlarında, ülkenin bir varlık-yokluk mücadelesinden geçtiği kanaati hâkim. Hem içte, hem dışta göğüs gerilmesi gereken bir sorunlar yumağı var. “İkinci bir İstiklal Savaşı veriyoruz” ya da “Bize yeni bir Sevr dayatılıyor” gibi söylemler, salt halkın duygularını diri tutmak için sarf edilen sözler olarak değerlendirilmemeli. Bunların aynı zamanda iktidar elitinin gerçek ruh halini de yansıttığı göz ardı edilmemeli. Bahçeli’nin de Türk tipi başkanlığa razı olmasının temelinde bu yatıyor.
15 Temmuz sonrası Türkiye (1)
Muhalefetin gücünün azalması, “oy kaybetme” anlamında okunmamalı. Seçmenin oy davranışlarını belirleyen birçok etmen var. Yarın öbür gün sandık kuruluncaya kadar geçecek sürede yaşanacak gelişmelere ve bunlar karşısında alınacak pozisyonlara göre insanlar bir seçimde bulunur. Hâlihazırda muhalefetin güç kaybetmesinden kasıt, iktidarın tatbikatlarına ve tercihlerine (Fırat Kalkanı operasyonu, OHAL’in devamı, vb) olan desteğin büyümesi, buna karşılık muhalefetin itirazlarının topluma tesir etme düzeyinin düşmesidir.
Adı konmamış bir savaş
Sosyal medyayı mesken edinmiş her taraftan çok sayıda provokatör, trol ve vicdansız, her IŞİD veya PKK eyleminden sonra kışkırtıcı birçok paylaşımda bulunuyor. Fakat çok şükür toplum sosyal medya değil. Toplumun ağırlıklı bir bölümü Türkiye’nin çok yönlü bir kuşatma altına alınmak istendiğini hissediyor. Gene de hükümet çok dikkatli olmalı. Kimlikleri kaşıyan söylem ve eylemlere karşı müteyakkız olmalı. Herhangi bir kimliği rencide edecek her türlü tavır ve söyleme uzak durmalı.
Bombalarla özdeşleşmek
PKK saldırılarının iki amacını özellikle vurgulamak lâzım. İlki, ülkeyi destabilize etmek. İkincisi ise, etnik bir ayrıştırma zeminin yaratılması. PKK “Artık yeter” duygusunu radikalleştiren eylemleriyle Kürtlere dönük bir toplumsal öfke yaratmaya ve/ya büyütmeye çalışıyor.
Bir örtü olarak TAK
TAK, PKK için iki yönlü bir örtü gibi çalışıyor. Bir taraftan, genel kamuoyunun ve kendi tabanının asla tasvip etmeyeceği eylemlerin sorumluluğunu üstüne alarak PKK’yi zor duruma düşmekten kurtarma amacı güdüyor. Diğer taraftan da TAK’ın varlığı, PKK’nin son zamanlarda uluslararası alanda artan saygınlığına halel gelmemesini sağlıyor.
Hamasetten selâmete yol çıkmaz
Berkay’ın babasının “Ben oğlumun şehit olmasını istemiyorum, yaşamasını istiyorum” sözlerinin üzerine perde çekiliyor. Siyasetin amacının yaşatmak olduğu unutuluyor. “Siz de şehit olun, biz de şehit olalım inşallah” temennileri yükseliyor. Devlet adına konuşan İçişleri Bakanının ağzından, güvenlik güçlerinin birincil görevinin “intikam almak” olduğu belirtiliyor. Bir iktidar milletvekili derin devletin ne kadar meziyetli bir yapı olduğundan bahsediyor. Bununla da yetinmiyor; milletin emrinde yeni bir derin devletin kurulacağını müjdeliyor.
Makul seslere hasret kalmak
Hâlâ aynı kanıdayım; çözüm süreci Cumhuriyet tarihinin en değerli ve en önemli projesiydi. Çünkü öngörüldüğü gibi süreç barış ile nihayetlenseydi, Türkiye hem maddi ve manevi kaynaklarını doğru yönde kullanma imkânına kavuşur hem de gerçek bir demokrasi olma yolunda devasa bir mesafe kaydetmiş olurdu. Ne yazık ki olmadı; en çok yaklaşıldığının hissedildiği bir anda barış avucumuzun içinden kayıp gitti.
Mevcut ve yakın tehlike
AKP şimdiye kadar anayasa mevzuunu hep özgürlükçü bir temelde savunuyordu. AKP’ye göre yeni bir anayasanın gayesi, sistemi daha sivil ve demokratik kılmak olmalıydı. Anayasa, insanların hak alanlarını korumalı ve büyütmeliydi. Toplumsal çoğulculuğu tanıyıp onları güvence altına alacak mekanizmaları ihtiva etmeli, merkeziyetçiliği aşındırıp adem-i merkeziyetçiliği güçlendirmeliydi. Şimdi ise bütün bu söylemlerin yerinde yeller esiyor. AKP, MHP’nin politikalarına MHP’den daha fazla sahip çıkan bir performans sergilemeye başlıyor.
Sessizlik bir onay mı?
AKP’nin mevcut sorunu da bu; her şeyi şiddete ve PKK’ye endekslemiş durumda. AKP siyaseti bir kenara itmiş, halkla siyasi bir dille konuşmayı bırakmış, meselenin halini asker ve polise devretmiş bir görünüm sunuyor. Bir siyasi çözüm ve gelecek tasavvuru içermeyen bu yaklaşım, geçmişte de Kürtlerden onay görmedi, gelecekte de görmeyecek.
Sessizlik, mutlak bir vazgeçiş mi?
PKK ve HDP’nin yakın dönem siyasetlerine tabanının gönül koyduğu aşikâr. Bir aralığın oluştuğu kesin. Fakat bu aralık, tabanının PKK ve HDP’yi tamamen sildiği sonucunu vermez.
Sosyolojinin duvarına çarpmak
PKK’nin de, HDP’nin de bu sessizlikten ivedilikle çıkarmaları gereken bir ders var: Karşılarında dilediklerini yaptırabilecekleri bir sosyoloji yok. Her denileni gözü kapalı kabul eden, sorgu suale tabi tutmadan hayata geçiren bir sosyoloji yok. Sosyoloji değişiyor ve dönüşüyor. Talepleri daha belirginleşiyor ama silahlı değil siyasi mücadeleyi tercih ediyor.
Perşembenin gelişi
Siyasi akıl tamamen taca çıkmış durumda. Siyasetten, demokrasiden, çözümden bahsetmek her geçen gün güçleşiyor. Kendilerine “realist” payesi verenler, “Bu yol, yol değil” diyen az sayıdaki kişiyi de “naif” diye etiketleyip tefe koyuyor. Sanki onların “realist” olarak görüp yücelttiklerini bu ülke daha önce denemedi ve sanki bütün bunlar boşa çıkmadı!
Rüzgâr ekmek
Cumhurbaşkanı Erdoğan kısa bir süre önce, milli güvenliği sağlama noktasında yeni bir faza geçtiklerini açıkladı. Kışanak ve Anlı’nın tutuklanması, bu yeni güvenlik konseptinin bir yansıması. Hükümet, Kürt meselesinde iki, yönlü bir sıkıştırma taktiği izliyor. Bir taraftan askeri olarak tüm gücünü sahaya sürerken, diğer taraftan da siyaset alanını daraltıyor ve siyasi aktörleri sindirmeyi amaçlıyor.
‘Sonuçta hepimiz insanız’
“Bu kadar çok insanın kaybetmiş bir toplum nasıl olur da barış talep edebilir?” Diyarbakır’daki toplantıda Vallies en çok bu soruyla karşılaştıklarını söyledi. Yalnızca Türkiye’de değil birçok yerde bu suale muhatap olmuş. Cevabı bana da iyi geldi: “Bu konuda birçok teori var. Ama bana sorarsanız, sonuçta hepimiz insanız. Çatışmalar toplumu yorar. Ve sonunda gün gelir insanlar ölüme hayır der.”